27 Eylül 2014

Turgut Sunalp, Ferdi Tayfur ve Bedenin İşgali






  

‘Tecavüze uğramış kadın, erkekliğin/milletin mağlubiyetinin simgesidir. Bundan böyle önemli olan kadınların çektiği acı değil, erkeğin/milletin kırılan onurudur.’[1]

                                                                                                            

Devletli erkek bilinçaltının lağımlı dehlizlerinden çıkma bir cinsiyetçilikten türemiş ve nev-i şahsına münhasır iki zat-ı muhteremin aşağıdaki faşist infilaklarına dair hiçbir yorum yapılmayacaktır:

‘Özür dileyerek söylüyorum, taş gibi delikanlı oğlanlar var elimizde, yirmi yaşında. Yani kalkıp bir kıza bu yoldan işkence yapacaksa, copa müracaat etme ihtiyacını his eder mi? Değil mi? Yani bazı şeyler var, böyle mantıkla çürütülüyor.’ [Turgut Sunalp 12 Mart Sıkıyönetim Komutanı / Nisan-1973]

‘Gülay Göktürk Hanfendi belki farkındasınız ama o laf attığınız ordu, sizin bacak aranızı da koruyor!’ [Fatih Altaylı Haber Türk Aralık 2008]

 

Özellikle sosyal medyanın yaygınlık kazanmasıyla birlikte sıkıştığı yerden patlayarak kendini iyice görünür kılan toplumsal bilinçaltının her tarafından sızan cinsiyetçilik ve faşizm her çıkışıyla başka bir kepazeliği yüzümüze çarpmaya devam etmektedir. Ölü bir kadın bedenini teşhir ederek o beden üzerinden tecavüz fantezilerini dolaşıma sokmak sadece toplumsal ahlakın çürümesiyle izah edilemez. Bu alçalma hali, tarihseldir, sosyolojiktir ve ideolojiktir!

Sınırı geçerken yakaladıkları mülteci bir kadının önce parasını alan ve sonra tecavüz eden yirmili yaşlardaki askerlerin geçtikleri ahlaksal ve politik tedrisatın arka planı korkunç bir savaş, talan ve erkeklik geleneğinin temsilidir. Bu gelenek, örgütlü şiddeti bir toplumsal varoluş biçimine dönüştüren, uygarlığı ise evcilleştirmenin ve tecavüzün oyun alanına eşitleyen, hükmetmeyi ve talan etmeyi toplumsal bütünlüğün ideolojik bir tutkalı olarak kullanan savaşçı ve ziyadesiyle erkek ataların geleneğidir! Zerzan, ‘kadınların ikincil konuma itilmelerinin savaş ideolojisi sayesinde olduğunu ve savaş ideolojisinin bizzat erkek ideolojisi olduğunu’ söyler. [2]

 

Erkekliğin tarihi boyunca erkeğin topluma kabul edilme ölçüleri savaşkanlık ve güçle ilişkilendirilerek kadın bedeni bu gücün bir uygulama alanına dönüştürülmüştür. Duygudan çok performansa indirgenmiş bir savaş ve beden pornografisi eşliğinde zaten parçalanmış olan mahrem alanlarımızı kolektif bir tecavüz alanına dönüştürmek için kapitalist uygarlık saat başı yeni operasyonlarla hayatlarımıza saldırmaya devam etmektedir. Rojavalı kadına tecavüz eden askerlerin bulundukları sınır kapılarının ve kulübelerinin hemen üstünde büyükçe bayraklar dalgalanır. Zerzan, ‘savaş hem devletin sebebi hem de sonucudur’ der ve ekler: ‘savaşı yaratan sembolik kültürdür; bu kültürün en güçlü göstergelerinden biri olan ulusal bayraklar, hemcinslerimizi insandan saymamamızı salık veren sistematik tür içi katliam çağrıcılarıdır.’ Hem Rojava’da kaybedilen bir savaş, muktedirin şanlı zaferler hanesinde erkekliğinden ve yüce Türklüğünden utanmasını sağlayan kapkara bir eksiye dönüşebilir her an. Spivak’ın dediği gibi, ‘Savaşlardaki tecavüz, toprak kazanmanın yerine geçen bir tür kutlama törenidir.’   

 

Savaşın Büyük Ganimeti: Kadın Bedeni!     

Savaş, uygarlığın gıdasıdır. Bu gıdanın üretildiği en güçlü alanlardan biri olan fallik ideoloji, kendini en çok savaş ortamlarında yeniden üretir. Vatanla özdeşleşen toprak ana imgesi işgal ve talana uğrayan kadın bedenidir. Muzaffer tarafı erkek, mağlup tarafı kadın temsil eder. Spivak’a göre ‘Milliyetçi söylemde ana, eş, sevgili, bakire imgeleriyle bezenmiş, -somut özelliklerini kaybedip soyut bir ideale indirgenen – kadının namusu aynı zamanda milletin namusunu, kadının utancı milletin utancını temsil eder. Cinsel şiddet, aile olarak kurgulanan muhayyel cemaati yani milleti sevgilisinden, anasından yoksun bırakmaktır. Bu yüzden savaşta arzu ve korkular kadın bedenine yönelir.’ [3]Aktaran: Arus Yumul

 

Fetih savaşlarında talan ve ganimet repertuarının içinde en çok yer alan şeylerden biri de kadın bedenidir. Çünkü kadın bedeni, erkek savaşçının bilinçaltında hem bir savaş alanı, hem vatan, hem düşmanın onuru, hem de bir zafer ödülüdür. O yüzden bu ülkede erkek ordu, erkek millet ve erkek devlet ideolojisinin ardında bıraktığı korkunç enkazın içinde bizzat devlet adına tecavüz edilmiş on binlerce kadının hikâyesi gizlidir. Kürt şiirinden politik müziğinin kılcallarına tevarüs etmiş olan ‘Welat / Dayik’ analojisi aynı şekilde derinlikli bir yapı söküme uğratılmayı beklemektedir. ‘Ağrı Direnişinin ünlü komutanı Biroyê Heskê Têlî, yenilgiye yakın bir dönemde kendi eşi ve kızı düşmanın eline geçmesin diye kendi elleriyle öldürmüştür’ hikâyesi Kürdistan’da hala çok yaygındır. Ebu Garip Hapishanesindeki Iraklı kadınlar hapishaneyi basan Iraklı savaşçılara ‘Bizi, bu hapishaneyi ve karnımızdaki Amerikan piçlerini birlikte yakın’ diye yalvarmaları bu toprakların başka bir öyküsüdür...

 

Ya Benimsin Ya Toprağın…

‘Ya benimsin ya toprağın’ şarkısı sıradan bir Ferdi Tayfur şarkısından çok daha fazlasıdır. Kendine yenilmiş, zayıf hatta zavallı bir erkek egosundan çıkma bu haykırış erkek iktidarının kadını nasıl bir kurgusallığın içine hapsettiğinin de turnusol kâğıdıdır. Bu topraklarda aşk denilen ama aşkın dışında bütün bozulmuş duyguları bünyesinde barındıran o ‘muhteşem cinnet patlamaları’ yüzünden kadına tecavüz eden ya da öldüren erkeklerin bu kadar çok oluşu, erkeğin kadın bedenini kendi iktidarını sürekli teyit ettirdiği bir etkinlik alanına dönüştürmüş olmasındandır. ‘Ya Benimsin ya Toprağın’ felsefesi milyonlarca cinnet anını basit bir magazinel göstergeye dönüştürürken Ferdi Tayfur’un ‘ya benimsin ya toprağın’ şarkısının olduğu kaseti milyonlarca satmıştır. Mahsun Kırmızıgül’ün ‘Olmaya ki bana yanlış yapasan’ şarkısı erkeğin kadına karşı sürekli tetikte olan gözetleyici, hizaya getirici ve son kertede gözdağı verdiği hatta gerekirse kadını öldürme veya rezil rüsva etme tehdididir! Kadir İnanır’ın sert ve güçlü eliyle Serpil Çakmaklı’ya attığı tokatın acısı bu ülkedeki kadınların yüzünden hala çıkmamışken Kadirizm diye garip bir erkek akımı o dönem toplumsal zeminde sert, maço ve güçlü bir erkekle özdeşleşerek erkekliğin ideolojik bagajına bol miktarda malzeme taşımıştır. 

 

Erkeğin Güçsüzlük Gösterisi

Her güç gösterisi aynı zamanda güçsüzlüğün dışavurumudur. 1970’lerin ‘zenginlik hayalleri kurarken kötü yola düşürülmüş, fabrika patronunun oğlu tarafından kandırılmış, ünlü olmak için İstanbul yollarına düşmüş ve şehirlerin büyülü ışıklarına kapılmış ve en nihayetinde kerhaneye düşmüş’ onlarca farklı varyantlarıyla kadının sadece ‘edilgen özneye’ indirgendiği filmleri bir kuşağı zehirlemiştir. Saf Anadolu kadınının masum bedenine sahip olması gereken Nuri Alço ve Coşkun gibi hainler değil namusuna düşkün masum bir Anadolu erkeğidir ilkesi tam bir ahlaki buyurganlıkla kamusal alanın bilinçaltına kazınmıştır. Tıpkı bu vatanı en çok hak edenler bu vatanı en çok sevenlerdir kuralının ‘bilinci vejeteryan ama bilinçaltı sürekli kızarmış biftek arzulayan’ milliyetçi toplumsal ahlakın ikiyüzlülüğü gibi!  ‘Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla’ repliğini hepimiz 1970’lerin bol tecavüzlü Yeşilçam filmlerinden biliriz. Bu replik aynı zamanda tarihin derinliklerinde yatan ve kendini sürekli güncelleyen bir duruma gönderme yapar: ‘Ruh ve bedeni tıpkı insan ve doğa gibi birbirinden ayırıp apayrı şeylermiş gibi sunan uygarlaşma tarihinin iddia ettiğinin aksine, beden ve ruh bileşiktir; içkin ve aşkın olanın birbirine geçtiği tamamlayıcı bir durumdur.

Saldırıya uğrayan bir bedenin acısını ruh, ruhun acısını beden öder. Kadının ‘Ruhuma Asla’ itirazı beyhude bir karşı çıkıştır. Tecavüz bir insan icadıdır. Muhteşem uygarlaşma serüvenimizle davam eden ve erkeğin erkini sürekli ilan ettiği tarihsel ve güncel bir etkinlik ve alçalma alanıdır. Tecavüzün faili bedene yönelirken aslında insanın en kırılgan tarafına yönelir. Erkeğin tecavüzünde hedef çoğunlukla kadının bedeni değil kadının çocukluğudur. O yüzden karakollarda, evlerde, yurtlarda, sınır boylarında tecavüze uğramış kadınlar boydan boya erkeklerin yönettikleri bir savaş düzeneğinde ağır bir yenilmişlik duygusuyla sessizce yaşarlar. Çünkü çocuklukları gasp edilmiş ve talana uğramıştır…

Binlerce yıl önce yaşam bir uyum ve denge üzerinden ilerlerken cinsiyeti kategorileştiren ve her ideolojinin omurgasına cinsiyetçi ayırımları döşeyen erk ve erkek merkezli iktidar ilişkilerinin buyurduğu gibi yaşam ve varoluş denilen şey, sadece yenen-yenilen, alttakiler ve üsttekiler ikiliğine sıkıştırılmıştır. Kendi duygu dünyasıyla verdiği savaşta yenildiğini bilen ve iradesine artık söz geçiremeyen, kendine karşı hükmünü yitirmiş olan erkeğin, kaybettiği iktidarını kadın bedeni üzerinden yeniden kurmaya çalışması, ruhsal, bedensel ya da örtük bir tecavüzün kuluçkası haline gelir. Tecavüzde kadının duygu ve anlam dünyasının, bedeninden çok daha büyük bir tahribata uğradığını iyi bilen erkek, bunu işgalci bir güç gösterisine dönüştürür. Kadının ruhsallığı örselenirken erkeğin insanlığı gittikçe daha çok kaybolur. Tecavüz eden erkek bedeninin bir başka bedene aşkla ve sevgiyle dokunduğuna bir daha rastlanmaz! Gözaltında tecavüz, hiçbir şekilde teslim olmayan tutsak/düşmanın erkekte yarattığı cinnet ve yenilmişlik hissinin hınç ve öfkeyle bedene yönelmiş halidir.

Zaferle çıktıkları her savaştan cariyelerle dönen sultanların ve kralların, ülkeyi anarşistlerden kurtarmış ve yönetmiş Turgut Sunalp’ların, köhnemiş, ağlamaklı ve bozguna uğramış bir duygunun mağduriyetini kulağımıza bağırıp duran Ferdi Tayfur’ların ülkesinde tecavüz bir nevi gündelik yaşam pratiğine dönüşmüştür… Doğayı, bitkiyi ve hayvanı evcilleştirirken kadını da eve kapatan ve kadını büyük günahın aynı zamanda kutsal öznesi haline getiren ‘güzide uygarlığımızın’ bir savaş ideolojisi olarak önümüze sunduğu tecavüz, bütün insani erdemlerimizin öldüğü sınırdır aynı zamanda! Bu sınırı ret etmenin tek bir yolu kalmıştır: Tarihin, dinin, bilimin, ideolojinin ve erkeklik üreten bütün kurumsallıkların bize sağladığı bütün iktidarcı olanakları ret edip erkekliğimizden tamamıyla vazgeçmek!



[1] Arus Yumul / Erkek Millet Asker Millet / İletişim Yayınları

[2] Zerzan / Makinelerin Alacakaranlığı / Kaos Yayınları

[3] Erkek Millet Asker Millet / İletişim Yayınları

9 Ağustos 2014

Nietzsche Tiamat ve Orta Sınıfın Post-Kürdistan'ı

   Wêne: Çiyayê Bagokê (Mêrdîn) & Selaheddîn Biyanî


Halil Cibran'ın sert bir kabuğun içine hapsolmuş ve dışarıya çıkmak için türlü planlar yapan nar taneleri birbiriyle konuşurken bir nar tanesi şöyle der: 'O kadar çok gürültü yaptınız ki asıl bağırması gereken sustu..'


Nietzsche’nin Ekrana Yansıyamayan Tan Kızıllığı…

Sesi duyulmadığı için bağıran insanlar ile gürültü yapmayı savaşmaktan sayan insanların sesleri birbirine her karıştığında söz önce yorulur sonra yavaş yavaş ölmeye başlar… Kimsenin kimseyi hatta kendini bile duymadığı o hengâmede söze eylem taşıyan ve sözü eylemle güçlü kılan savaşçı zamanla susmaya başlar; öfkeden yorgun düşmüş ince bir ironi ile… Yerin yüzünü değiştirmeye çalışan devrimin yüzü yerin bütün yüzeylerinde pervasızken devrimcinin yüzü cesur ama utangaçtır. Sesi duyulmayanın bağırması haktır’ diyen Nietzsche "Dünya, büyük gürültüler koparanların değil büyük değerler yaratanların etrafında sessizce dönmektedir" diye ekler. Çünkü bağıranı ve gürültü yapanı birbirinden ayırabilmek ancak emeğin ve devrimin yarattığı ruhsal bir zerafet ile mümkündür. Ayrıca işine geleni ayıklayıp söylemek çok başka bir şeydir!

Ve dijital ekranlar! Yasa koyucunun 'soykırım hikayeleri’ anlattığı ekranlarda muhalifin kendine bir yer açmaya çalışmasının gayreti elbette anlaşılır bir durumdur. Fakat sadece ekranın aydınlık büyüsüne kendini kaptırmış muhalif, sokaklarda elinde palalarla gezen kara gömlekli katillerin ekmeğine uzun bir zamandır kan sürmektedir. Yaşamın kapkara gerçekliğine sırtını çevirip ekranın büyüsüne koşanlara da bir çift laf eder Nietzshce: "Birçok insan ışığa koşar ama aydınlanmak için değil; daha çok parıldamak için…"

Sosyal medya militanlığının kulakları sağır eden sesi, ağıt yakan bir annenin ya da göğsüne kurşun yemiş bir çocuğun çığlığını bastırabilecek kadar ölçüsüz ve hudutsudur bazen. Camların ardında ülkeyi ve dünyayı izleyip 'neden tüm bunlara rağmen savaşmıyorsunuz’ diye gürleyen deri koltuklu, süet terlikli ve pijamalı muhalifi tarih, yazgı ve yaşam da en sinsi kahkahasıyla uzaktan izler. İnsanın bazen kanını donduran bir gürültüyle bağıran cam ve ekran arkası muhalif, Amed Sokaklarında vurulmuş çocuğunun buruşmuş posteriyle bir başına duran Medeni Yıldırım’ın annesinin gözlerine bir kez olsun bakmalıdır! O annenin bir başına durduğu yerin hemen ötesinde bir duvar yazısı vardır; ilahi bir rastlantı gibi: "Kıyameti yalnızlık getirecektir…"

Bütün iktidarlar değişim ve irade gibi bir talebimiz olmadığı sürece nefes alabileceğimiz birkaç kanalı açık bırakır. Modern teknik iktidarın bize tahsis ettiği, canı istediğinde tek bir tuşla devre dışı bırakabildiği ve birçoğumuz için dijital kale işlevi gören sosyal medya, kabin basıncı düşen bir uçağın üst bölmelerinden açılan oksijen maskeleri gibidir: 'Uçak parçalanıp düşebilir ama en azından ölürken nefessiz kalmayın!’ Çünkü çıplak bir vahşetin öldürdüğü veya susturduğu insanların gazabını ve onların izini sürenlerin çıplak öfkesini, tarih zalimlere fazlasıyla ezberletmiştir. Bu ülkede sosyal medyanın çırılçıplak devrimci öfkeyi ehlileştiren ve yumuşatan karakteri yavaş yavaş muhalifin öfkesini kötürümleştirip sokağı boş bırakan bir iç protestonun koltuk değneğine dönüşmektedir. 

Sosyal medyayı devrimci bir ağa ve politik bir iletişimin silahına dönüştürmekten çok, o ağı bir politik rahatlama ve terapi alanına dönüştürmek ya da oraya öfke dolu 140 karakterlik bir 'Kahrolsun’lu’ mesaj iliştirmek sokakta asla bir barikata dönüşmemektedir. Fenomenin bir malumat ve çözümleme makinesi gibi çalışan klavyesinden ekrana dökülenler sanal bir mitralyöz gibi çalışsa da bu güne kadar o mitralyözün sokaktaki bir çocuğun sapanındaki bilye kadar uzak bir menzile eriştiğine rastlanmamıştır. 

Diaspora’nın radikalizmi ve metropolün yoksunluğu… 

Yerkürenin bütün diasporalarında ağır ve düzensiz bir sancı ve bu sancının şekil verdiği bir radikalizm zamanla hayatın her yerine yayılır. Sürgündekinin ülkesine olan uzaklığı veya şairin deyimiyle uzaktaki yakınlığı, düş ve gerçekliğin bileşkesi olan yeni yeni bir ülke kurdurur ona. Kürdistan, Stockholm’de şanlı direnişlerin gülümseten ülkesi iken Nusaybin’de bin bir kırılmanın eşlik ettiği sert bir surat ifadesinin ülkesine dönüşür. İyimserlik ile karamsarlığın sürekli çatıştığı iki ayrı ülke kurgusunda proleterin sesi nicedir pazarlamacının sesine çarpıp dağılmaktadır. Bu gün Unkapanı stüdyolarından yükselen birçok ses, uyuyan bütün dengbêjleri neredeyse mezarlarından çıkartıp küfür ettirecek kadar yapay ve samimiyetsiz bir piyasacı tını ile yedi gün sonra unutulacak harikulade besteleri Kürdün kısa süreli belleğine hediye etmektedir. Kurdî bir oryantalizmin tuzağına düşen Kurdî bir sanatçının her yıl Kürdistan’dan sayısız film karesi ve öykü devşirip Batılı Beyazlara Kürtleri 'otantizmin sempatik temsilleri’ olarak sunuyor olması, Mersin’de yoksulluktan ve yoksunluktan beli bükülmüş bir Şırnaklının 'çırılçıplak çaresizliğine’ tesir ettiği görülmemiştir. Bir daha asla o topraklara dönemeyecek olanın başlattığı ülkeye dönüş hikayesi genellikle ya hiç başlamamış ya da tam ortasındayken vazgeçilmiş bir yolculuk gibidir. O yüzden sahici ve geri dönüşü olmayan bütün ülkeye dönüş yolculukları Kürdistan’a değil Kürdistan dağlarına yapılmış olanlardır. Çünkü Kürdistan’ın ova kısmı, hem sürgündekinin hem de içindekinin zihninde 'gerçeklik ile yanılsamanın’ çölüne dönüşürken dağ, hala devrimcinin çölün ortasındaki yegâne vahasıdır...’

Tiamat’ın Parçalanmış Evreni: Kürdistan

Marduk’un annesi Tiamat’ın kendi bedenini parçalayarak yarattığı evren, şairin imgesinde Kürdistan ülkesine dönüşmüştür zamanla. Mitolojinin gerçeklik üzerindeki gölgesi dağıldıkça Fırat ve Dicle’den akan suyun Tiamat’ın gözyaşları değil yüzyıllardır Kürdün durmadan akan kapkara kanı olduğu tarihin sosyolojisine binlerce kez not düşürülmüştür. Bütün anneler gibi Tiamat’ın da hala direngen; inatçı ve hesabı kitabı olmayan çocukları vardır; bir de Mazlum Doğan’ın gözlerimizin içine bakan fotoğrafının altında Tiamat’a olan sevgisini resmi koşullara bağlayan kötünün en kötüsü çocukları vardır! Bu annenin en sevdiği çocuklarından biri olan ve kahvehanenin en görünmeyen köşesinde sessizce duran vakur Siyasî Abê’si postun, postun içindekinden daha çok değer kazandığı bir post-Kürdistan zamanında yerini Sanat Sokağındaki cafede oturan sevimsiz ve kibirli entelektüele bırakmıştır. 

'Grupçuluk ve bölgecilik karşı devrimci bir bozgunculuktur’ diyen kısık seslerin tam karşısında Kürtlük üzerinden kendine meşruluk kazandıran doğrultusu ve tek doğrusu kendisi olan seküler cemaatlerin fazlasıyla gür çıkan sesi yankılanmaktadır şimdilerde. Parkanın yeşili ve mekabın sarı rengi arasındaki devrimci uyum, bir başka yerde kravat ile ceketin her tarafından bir dram dökülen resmi uyumuna ikame edilmiştir. Devrimin tedrisatında yaşamı güzel kılmanın bir yolunun da iktidarın reddi olduğunu uzun uzun anlatan dersin ustaları dağları ve zindanları mesken tutmuşken o ders beyaz yakalı devrim memurları tarafından ovanın müfredatından neredeyse tamamıyla ayıklanmıştır. Mutki’de bir heyelanın tesadüfen ortaya çıkardığı ve hangi savaşçılara ait olduğu bile bilinmeyen o toplu mezarın üstünde hangi toplu konut projesi yükseltilebilir hesabı yapan muktedirler ve onların yerel girişimci ortakları, ahlaksal ve politik bir çürümenin çukurunda ortaklaşmaya devam ederken bağırma ve itiraz hakkını saklı tutan yoksulların dipten dibe kabaran öfkesini hesaba katmalıdırlar! Xaçort’un cılız eti yoksulluk canavarının midesinde öğütülürken Van Kalesinin dibinde on binlerin aynı anda ballı kaymaklı Van Kahvaltılarına bağdaş kurduğu sofralar, Guinness Rekorlarına son hız koşan bir orta sınıf görgüsüzlüğünün sömürge kompleksine dönüşmüştür…

Tiamat’ın kederli ülkesinde şehirlerin bir tarafı nicedir kravatlıdır; deri koltukludur; toplu konutludur; esmerliği gittikçe kaybolan bir Michael Jackson beyazlığıdır. Yirmi yıl önce defalarca kontra mermileri yağdırılmış ve bir devrim okulu işlevi gören mahalledeki kahvehanenin yerine apartman blokları yükselmiş, yoksulluğun ipince devrimci gövdesi sınıf intiharını tersinden işletmiş girişimcinin armut göbeğine dönüşmüştür. Yaşamın bu kadar politize olduğu topraklarda mekan da boş durmamış, geniş dağ ve ova uzamına serpişmiş bol miktarda şantiyenin ve rantiyenin kurulduğu bir Hewsel ve Kırklar Dağı kederi Tiamat’ın gırtlağına düğüm gibi oturtulmuştur! Deq, tenûr, govend, kesrewan, berbûk û bayê zozana Tiamat’ın asıl öyküsünden sökülüp alınmış pornografik şiirlerin ağlamaklı nostaljisinde 'metaforik’ bir zerafete dönüşmüştür. Oysa devrim tarihinin kadim külliyatında iktidarların ruhlara enjekte ettiği zehre karşı yeni iktidarlar yaratmak zulmün panzehiri değil bizzat mazlumlar için yeni zalimler yaratmak ile eşanlamlıdır! Bu değişmez kuralı Nietzsche, üstadı olan Zerdüşt’ün torunlarının kulağına tam da bugün fısıldamaktadır: "Değiştirmeye çalıştığımız şeyin şeklini almak; heyhat…"

Devrimci duyguyu başlatan şey dünyaya karşı bir karamsarlık olsa da sadece karamsarlığın hükmettiği bir yaşam, yaşayanların da ölülerin de cehennemine döner. Karamsarlık âleminde bol miktarda acı yarıştırılır; hem de acının tanrılarına karşı büyük bir kayıtsızlıkla… Kendi haklılığının bile üstünü kapatacak kadar bağırıp duran bir mağduriyet ilanı ve o ilanın sahibi olan 'biz çok acı çektikçiler’ acının yerleşik ve onlara ait bir şey olmadığını anladıkça daha çok bağırmaya başlarlar; acının gerçek sahibinin yasını tutmasına bile izin vermeyecek kadar… Sosyal medya, sahici acının dijital ve ikinci el bir acıya dönüştüğü bir arınma mekanına ve sosyal sorumluluğu üstünden atmanın vaftiz odasına dönüşmektedir bu gün. Baudrillard "Korkmayın; modern çağda kimse zehirlenmez çünkü çok fazla panzehir var" derken panzehir sandığımız şeylerin bizzat bizi asıl zehirleyen şey olduğunu salık vermişti belki de… 


Dünyanın birçok yerinde gencecik bedenlerin gömüldüğü mezarlıklardan sürekli bir uğultu geldiği rivayet edilir. Nietzsche’nin yüzlerce yıl önce Zerdüşt’ün kulağına fısıldadığı o kadim kelamı, bu gün yerin dibinden gelen uğultuya karışmaktadır: 'Hafızası olmayanların vicdanı da olmaz…' Orada sessizce yatan Tiamat’ın genç oğulları ve kızları onların izini sürenlerle gecenin karanlığında sürekli konuşurlar. Çünkü Benjamin’in deyimiyle: "Eğer yenilecek olursak ölüler bile payını alacak bundan." Kürdistan dağlarının ve derin vadilerinin gecenin karanlığında hala uğulduyor olması belki de bundandır… 

3 Haziran 2014

Yurtseverlik, Başkalaşım ve Milliyetçilik







"Şehrin sokaklarını, meydanlarını ve okul duvarlarını her gördüğümüzde, orada yazan 'vatan' ve 'İtalya' sözcükleri artık midemizi bulandırıyordu. Çünkü onların önüne faşist sıfatı eklenmişti ve aslında orada savunduğumuz ülke, cadde ve meydanlarımızdı; sevdiklerimiz, çocukluğumuz ve oradan geçen tüm insanlar… Bütün o tanımadığımız insanların sevgisi ve bilinmeyen bir geleceğin hayal meyal uzaktan gelen sezgileri uğruna, yıkım, yokluk, dayanışma ve parıltı içerisinde, her birimiz kendisini ve hayatını kaybetmeye hazırdı."

                                                                                                     Natalia Ginzburg


İnsanlığın 'ülke' ve 'kavim' diyalektiğinin hastalıklı durağı olan milliyetçilik, yurtseverliğin çalınmış, çarpıtılmış ve başkalaşmış dilidir. Modern zamanlarda yurtseverliğin, milliyetçiliğin ve faşizmin ana malzemesini teşkil eden 'ülke' ve 'kavim' kurgusu devrimcilerin elinde özgürleşmenin ve devrimin silahına dönüşürken, milliyetçiliğin ve faşizmin elinde ise 'birlik ve bütünlük' hatta 'soykırım meşruluğunun' silahına dönüşmüştür. Yurtseverliğin meşru direniş masumiyeti ve yarattığı kavramlar dizgesi, milliyetçiliğin kışkırtıcı doğasını sürekli besleyen devasa bir repertuara dönüşmüştür. Milliyetçilik, çoğu zaman cinnet haline dönüşen hastalıklı durumuna sevimlilik efektleri eklemek ve kitleler nezdinde meşruluk zemini kazanmak için 'çıplak faşizmine' yurtseverlik ismini koymuştur.

Yurtseverliğin de, milliyetçiliğin de dilinde aşk ve bağlanma vardır; ikisi de temel malzemesini kolektif dayanışmanın temeli olan halktan almasına rağmen milliyetçinin halkı, milletidir; halk onun tasavvur dünyasında belirsizdir, dağınıktır ve çoğunlukla yekvücut milletinin çoğunlukla güven vermeyen uzuvlarıdır.

Vatan toprağı kavramı Paris Komünü'nde "bir dostluk ve dayanışma ilişkisi" iken Hitler Almanyası'nda "yüce Alman ruhunun" coğrafik tezahürüne, Turancı faşizmde ise "yüce Türklük dünyasının savaşçı ve erkek faziletlerine" dönüşür. Yurtseverliğin belki de en büyük tarihsel trajedisi, milliyetin ve vatanın yüceliği ve kusursuzluğuna sürekli göndermeler yapan zengin faşist retoriğe karşı kendine ait bütünlüklü bir dilinin hiçbir zaman ortaya çıkmamış olmasıdır. Çünkü faşizmin rasyonel dilinde "ulus", "vatan", "ordu" dışında kalan her şey teferruat iken, yurtseverin dili binlerce hatıradan oluşan zengin, renkli, dağınık, binlerce birbirine zıt ya da çelişik durumun yer aldığı bir coğrafya ve kültür atlası gibidir.

Milliyetçinin birliğe ve bütünlüğe sürekli çağrılar yapan saldırgan diline karşı yurtsever, yurdun içinde haksızlığa uğramış herkesi içine alan savunmacı bir dil kullanır. Milliyetçinin dili alabildiğince rasyonel ve hesaplamacı iken yurtseverin dili daha lirik ve daha tutkuludur. Modern milliyetçiliğin sevgisi ülke sınırının bittiği yerde biter; yurtseverlik bu sınırlarda milliyetçilik tarafından pusuya düşürülüp o sınıra sıkıştıkça, uğruna savaştığı özgürlüğün dili biraz daha çorak ve biraz daha kekeme kalmıştır.

Yurtsever, katı ahlaki buyruklar ve ayetler indirmeye gerek duymaz. Çünkü ülkeye karşı duyduğu sevgisi ve o sevginin yarattığı ahlak, öz olarak ülkeye bir nevi borçlanmışlık halidir. Bu borç aynı zamanda yaşamındaki bütün amaçlara ve görevlere özel bir biçim ve içerik kazandıran ahlaki bir tutuma dönüşmüştür. Yurtsever, milliyetçinin koşulsuz bağlanma ilişkisine karşı, 'Adaletsizlik ve eşitsizlik ortadan kalkıncaya kadar bu ülkeyi sevmekte tereddüt etme hakkım saklıdır' şeklinde bir şerh koyma hakkını her zaman saklı tutar. Buna rağmen yüzünde ve bakışında halkına ve ülkesine borçlanmış bir insanın mahcubiyetini ve tamamlanmamışlığını asla gizleyemez; tarihin içinde 'halk' ve 'ülke' için insanın kanını donduran ağır bedeller ödeyerek ilerlemiş olmasına rağmen...

Yurtseverlik, insanın başka bir insana duyduğu nazik sevgiyi ve hassasiyeti bir sanata dönüştürürken, milliyetçilik canavarca bir şehveti, hastalıklı bir aşırılığı ve bencilce bir ihtirası büyütür içinde. O yüzden aziz vatanı, yüce milleti ve kahraman ırkı kendi şişkin ve obez egosuna yedekleyen kravatlı ve takım elbiseli milliyetçiliğin tam karşısında, ölüm oruçlarında düşen ve "Mezar taşıma 'halkına borçlu öldü' yazın" diye yoldaşlarına salık veren tevazunun ve adanmışlığın devrimcileri vardır.

Milliyetçinin dilinde koşulsuz bir sadakat ve dışlayıcı bir bağlanma hâkim ton iken, yurtseverin dilinden sevgiyi merkeze alan bir cömertliğin tınısı yükselir. Milliyetini yücelttikçe yücelten milliyetçinin megaloman ve kibirli sesi çoğu kez yurtseverin sesindeki tevazu ve naifliği "revizyonist bir kaçışa" da yorumlar. Oysa yurtseverin bütün revizyonizmi, bizzat kendi tarihsel korkularından beslenmektedir. Kurtuluş şiarıyla başlayıp tekçi iktidarlaşmaya dönüşen bir ülke ve halk sevgisinin ülkeyi ve dünyayı nasıl bir cehenneme çevirebileceğine dair yurtseverin belleği binlerce korkutucu örnekle doludur.

Milliyetçinin ülke aşkı dışlayıcıdır; sağırdır! Kendini anlatırken herkesi dışarıda tutar; başkasını anlatırken bile aslında kendini anlatır. Konuşurken o kadar çok bağırır ki kendi söylediklerini bile anlayamaz! Kendi milli kültürü, hem yabancının kültürel ve politik istilası hem de kendi halkının zaafları ve yozluğu yüzünden sürekli tehdit altında kalan yegane hazinesidir. Buna karşın yurtseverin ülke aşkı daha ölçülü ve daha makuldur. Direniş anılarına vakur bir gülümsemeyle bakarken, iktidarların onun ülkesinde halkları birbirine boğazlattığı anılar, onu utandırır. Bu, belki de yurtseverin sevgisinin en ayrıksı özelliğidir. Onun sevgisi, içinde mutlak kabul ve saldırganca bir bağlanmayı barındıran milliyetçinin hastalıklı "vatan aşkına" karşı aynı zamanda bir panzehir görevi görür.

Ülkesi için kanını akıtmaya hazır ama aynı zamanda başka kültürlerin ve kavimlerin hak ve özgürlüklerini reddeden kültürlü yurttaş örneklerinin yarattığı milliyetçi histerinin tarihte binlerce şaheseri mevcuttur! Yerkürede, insanların vatanlarına karşı hissettikleri şey, sevgiden ziyade çoğunlukla hastalıklı bir bağlanma ilişkisine dönüşmüştür. Bu duygunun adı ne olursa olsun, o duyguya biçim veren temel şeylerden biri de kendine az gelmenin, kendine yetememenin yarattığı hınç dolu bir aşağılık kompeksidir. Milliyetçi retorik, yoksulların, işsizlerin, kafası karışık entelektüellerin ve orta sınıfın aşağılanmış ve zedelenmiş benliğinin imdadına koşar ve o parçalanmış benliklerin yerine şanlı bir milletin ferdi olmanın yarattığı bütünlüklü bir kolektif gururu ve onuru ikame eder.

Bu ülkenin tarihi boyunca birkaç devrimci entelektüelin dışında milliyetçiliğe göğüs germeye muktedir bir sol yurtseverlik gelişememiştir. Çünkü devrimci sol, milliyetçilikle onun kendi sahasında mücadele etmekten kaçmış, yıllarca kendi mahallesinin girişlerinde durup "kahrolsun faşizm" diye bağırmıştır. Kimliğe karşı bir cevabı olmuştur olmasına ama cevap ya kaba genellemeci bir mantık ve üstten bakışçı bir tavırla ya da sürekli bir ertelenmişlikle, kimlik sorununu devrimden sonraya bırakmıştır. O yüzden bu ülkede kızılın rengine boyanabilecek yoksul mahalleler, bugün yeşil ve beyaz hilallerin rengine boyanmıştır.

Yurtseverliğin görevi, rasyonel ve ahlaklı bireylerin ne yapması gerektiğini dayatmaktan çok, özgürlüğe bağlanmış insanların tutku ve özlemlerini, baskı ve ayrımcılığın ateşli ve rasyonel holiganlarına karşı daha güçlü kılmaktır. Paris Komünü'nde, Madrid Direnişi'nde, Sierra Dağları'nda ve bugün Rojava'da direnenlerin rasyonel dünyaya yapılan gereksiz akınlardan vazgeçip tutkular dünyasına bağlanmaları ve o muazzam tutkuyu tutarlı bir retorik ve eylem yoluyla şekillendirmeye çalışmaları bundandır. O direnişçiler, büyük bir tevazunun eşlik ettiği ve milliyetçi kibrin izine rastlanılmayan bir dostluk ülkesinde aynı sofraya oturan halklar için komünal bir ev düşü inşa ettiler ve ediyorlar. Bununla birlikte belagat ve lirizmle süslenmiş güçlü, keskin ama asla küstah olmayan bir dil yarattılar.

Yurtseverliğin de milliyetçiliğin de heybesinde en çok bulunan şey hatıralardır. O hatıralar, her iki taraf için de geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki döngüde sürekli ilham kaynağı veren sağlam bir nostaljik kale işlevi görür. Bu değerli anılar, milliyetçinin belleğinde "ulu vatan" ve "ulu millet"e ait olmanın yarattığı milli bir kibri büyütürken, yurtseverin belleğinde "özgürlük" ve "sevginin" ötesine düşen bütün kutsiyet savaşlarını çoğunlukla geçersiz kılar. O yüzden tarih kitapları, kışlalar, anne-babalar ve öğretmenler, Deleuze'ün "siyasi tutsaklar" dediği çocuklara milli gururu değil özgürlük aşkını besleyen hikayeler anlatmadıkları için faşizm, yurtseverliği soluksuz bırakmıştır bu ülkede.

Milliyetçi, eşitlenmemiş insanların yaşadığı ülkesinde, "Bir ve güçlü olmalıyız" diye başlayan emirler manzumesini sıralarken, özgürlükçü yurtsever, "sevgi ve adalet" ilişkisiyle kurulmamış bir ülkeyi kendi hapishanesi gibi görür. Mazinni o yüzden, "Yabancının olduğu ülke, ülke değildir" demişti. Yurtseverin "birlikten dayanışma çıkar" ilkesi, milliyetçiliğin zehirlediği bir vatanda "birlikten faşizm çıkar" diyalektiğine dönüşür.

Ülke, sadece sınırlarında gümrük kapıları ve mayın tarlaları olan bir toprak parçası değildir; o toprak parçasının zihinde bıraktığı anlam ya da o anlamın izdüşümüdür. Yurtseverlik, doğası gereği politik ve ahlaksal hayal kırıklıklarına yatkındır; çünkü onun uğruna savaştığı, toprak değil, o toprağın üzerinde yaşanmış olan ve yaşanacak olan her şeydir. O yüzden sonradan haksızlığın, adaletsizliğin ve ayrımcılığın topraklarına dönüşen ülkelerde, "özgürlük" için toprağa düşen ve büyük acılar çeken devrimcilerin yurt özlemi biraz da yurtsuz oluşlarındandır.

Ülkeleri kuran yurtseverlerin direniş anıları çoğunlukla, "ulusal ruhun biricikliğine" ve kendi dışındaki herkesi etnik bir atık ve pisliğin içinde yüzen ötekiler olarak gören faşizme hala malzeme taşımaktadır. Bu topraklarda Turancı fantezinin, Almanya'da ise Spartalı ve Aryan seçkinlerine duyulan nostaljik özlemin karşısındaki en büyük tehlike, karışmış genler ve kültürlerdir. Bu karışım ve heterojenliğe karşı duyulan kin ve hıncın ifadesi, Almanya'da Auschwitz Kampı'na, bu ülkede Diyarbakır Cezaevi'ne dönüşmüştür. Alman devletinin kuruluşunda parasal desteğini esirgemeyen bir Yahudi burjuvanın torununun Auschwitz Kampı'nda gaz odasına yollanması ya da Urfa'yı Fransızlara karşı savunurken ölmüş bir Kürdün torununun Diyarbakır Cezaevi'nde elektrik akımıyla can vermesi, "vatan" ve "millet" savunmasının nerede durabildiğine örnektir.

Bütün bunlara rağmen, "Eğer bir ülkeniz yoksa sesiniz ve haklarınız sürekli tehdit altındadır" kuralı binlerce yıldır geçerliliğini korumaktadır. Ülkeniz yoksa insanlığın güvenilmeyen serserisi olabilirsiniz; bir yerlerden sürekli kurtuluş mucizesi ve mucizevi bir adalet bekleyen şaşkınlara dönebilirsiniz. Yurtseverin tedrisatında ülkeye adanmamış bir sevginin insanlığa hiçbir faydası olmadığı gibi, insanlığa adanmamış bir sevginin de ülke için hiçbir faydası yoktur. O yüzden yüzyıllardır içeride özgürlüğü kutsayan ama kendi dışındaki insanlığın özgürlüklerine burun kıvıran, görmezden gelen ve yer yer bastırmaya çalışan Batılı ülkelerin politik Mesihçiliği mide bulandırıcı bir ikiyüzlülük barındırır. Tıpkı bu ülkedeki, "Malatya'nın ötesine bir sınır çekin; açlıktan ölsünler" diyen sosyal refah şovenistlerinin yurtseverlik sandıkları faşist hezeyanları gibi...

10 Şubat 2014

Barış ne zaman mümkün ?

picasso-Selaheddîn Biyanî-
                                                                             ‘’Barışmak istiyorsanız teminat vermek ve bir şeylerden   
                                                                              vazgeçmeye hazır olmak zorundasınız.’’ (Fissas)
Bu topraklarda barışı inşa etmenin en büyük zorluğu devletin, kendini sürekli çatışma ve çelişkiler üzerinden yaşatan karakteri ve halkı reaya olarak gören, kendini mutlak sahip olarak kodlayan, burnundan kıl aldırmayan devlet-i azam kültürüdür. Devletin ekonomi-politiği kadar devletin psiko-kültür ve psiko-politik kodlarını açığa çıkarmanın elzemliği kendini en çok burada gösterir.  Osmanlı’daki ‘bizlik’ duygusunu yaratan dar cemaat ilişkilerini, askeri ve sivil bürokratik cemaatlere dönüştüren Cumhuriyet, hiçbir zaman halkın tümünün cumhuriyeti olmamıştır. Ermeni’yi bu topraklardan temizleyen, Rum’un malına el koyup Ege’nin öbür yakasına gönderen ve Kürdü tepeleme hareketleriyle ülkesiz ve kimliksiz bırakmaya çalışan devlet ve egemen siyasal aklı tarihi boyunca demokrasiye ve insan-toplum merkezli bir yaşam kültürüne sürekli burun kıvırmıştır. Çünkü faşizmin en belirgin özelliği megalomidir.
 Hâkim siyasal anlayış, ne zaman demokratik reformlarla ortaya çıkarsa evrensel demokratik değerlere inanıyormuş gibi yaparak bu sahte inancı kendini yaşatmanın bir stratejisine dönüştürür. AKP Hükümetinin iflas eden dış politikası, içeride gelişen demokratik muhalefet ve Rojava’daki gelişmeler barış ve müzakere sürecini zorunlu hale getirmiş, sonrasında ise hükümet, kendini paketlerle taksit taksit hak iade eden bir pozisyona çekmiştir. Sunumu son derece post-modern bir ritüele dönüştürülen paket reformları, zaten fiiliyatta halkın mücadeleyle kazanmış olduğu bir takım kazanımların iktidar tarafından ‘madem baş edemedik hadi yasasını yapalım’ anlayışının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Demokratik hakların Sultan Süleyman ve Noel Baba bileşkesi bir liderin bahşiş kesesi ve armağan kültüründen çıktığı bu durumlar tarihe sadece bir burjuva görgüsüzlüğü ve yeşile bezenmiş sahne dekorları içinde oynanan gülünç ama bir o kadar sıkıcı bir orta oyunu olarak geçecektir!
Ülkemizde son dönemlerde yaşanan tüm bu hengâmeli sunumlar, paketler, vaatler şunu göstermiştir: Halkların mücadelesi sonucu olarak ortaya çıkmış bir yaşam kültürü olan demokrasi, demokrasiye inanmayan resmi ve pek ciddi zat-ı muhteremlerden beklenmeyecek kadar ciddi bir iştir. Devletler değil, halkların ve sınıfların mücadelesi demokrasiyi yaratır ve yaratmıştır. Müzakerenin tam ortasında birden Kürtlerin olmayan iç çelişkilerini medya eliyle ayyuka çıkarıp olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip yapay bir bölünme yaratmaya çalışan hakim anlayışın aslında stratejik hedefi şudur: Kürtler dahil bu ülkedeki bütün demokratik ve devrimci muhalefeti bölüp, itibarsızlaştırıp tamamıyla susturmak! Delil Karakoçan’ın deyimiyle açıklanan paket, sorunu müzakere sürecinden koparmakla kalmamış aynı zamanda Kürt sorununu da demokrasi sorunundan koparmıştır.  Tüm bunlara rağmen Kürt tarafı müzakereyi ve demokratik mücadelesini sürdürecektir. Çünkü barış girişimleri de yaşamın birçok alanını mücadelenin ve kazanımların alanına dönüştürebilme potansiyelini içinde barındırır.
 Dünya barış ve müzakere örnekleri incelendiğinde on yıllar süren süreçleri görebiliyoruz. Fakat bu gün bu ülkede barış ve müzakere süreçleri, ağır aksak bile olsa ilerlemiyorsa burada siyasal iktidarın tutumunu bu işin birinci sorumlusu olarak kabul etmek sanırım haksızlık olmayacaktır. Hükümetin adım atmamasına CHP-MHP kanadının süreç karşıtlığı eklenince hükümet sadece durumu idare etme, erteleme ve milliyetçi muhafazakâr kitlesini elde tutma telaşını birinci stratejik hedef olarak ortaya koyuyor. Nitekim açıklanan paket ne Kürtleri ne Alevileri ne kadınları ne de emekçileri memnun etmeyi bırakın bu paketin içinden bu kesimlerle ilgili ufak tefek vurguların dışında hiç bir şey çıkmamıştır. Paket toplumu daha çok sağlaştırma, AKP’nin yavaş yavaş sarsılmaya başlayan imajını tazeleme ve Erdoğan’ın kendi pozisyonunun sağlamlaştırma girişimi olarak okunabilir. Yinede en azından bu gün cenaze törenlerinin bu topraklarda son bulmuş olması ve göreli bir rahatlamanın oluşması bile ülkedeki devrimci ve demokratik güçlerin birliği için en azından son otuz yılın en uygun sosyal ve psikolojik ortamlarından birini yaratmıştır diyebiliriz.
Dünyadaki barış ve müzakere deneyimlerini ülkemizdeki süreçlerle kıyaslamak, IRA’nın silahsızlanma girişimi karşısında IRA’ya teşekkür eden İngiltere Başbakanına karşı, sınır dışına geri çekilen gerillaya ‘cehennemin dibine gitsinler’ diyen iki farklı siyasal olgunluk tarzını kıyaslamak kadar zordur. Ya da dünyadaki müzakere süreçlerinde hakem rol üstlenen uluslar arası arabulucularla birlikte bütün dünyanın gözü önünde yürütülen şeffaflık ve müzakere sürecine bile ‘müzakere’ demekten itinayla kaçınan bir siyasal egemen aklı kıyaslamak gibi…
Barış, bu topraklara paketlerle, kararnamelerle ve uzun zamanlara yayılan kanun değişiklikleriyle gelmeyecektir. Kürt sorununu ve ülkenin demokrasi sorununu birbirinden ayırmaya çalışan iktidara karşı tabandan gelecek bir demokratik basınç ve mücadele ancak bu topraklara barışı getirebilecektir. Bundan tam yüz yıl önce seçkinlerin cumhuriyeti, madunların, emekçilerin, kadınların ve yaşamın kenarına itilen halkın cumhuriyeti olmadıkça toplumsal bir uzlaşım ve barışla başlayan bütün cümleler hükümsüz kalacaktır. Her pakette sadece kendi konumunu biraz daha güçlendirmeye çalışan, çatışmayı muhatapsız bırakan, toplumun beklentilerini hiçleyen, toplumun total ve birbiriyle bağlantılı problemlerini birbirinden bağımsız bireysel haklar kategorisine indirgeyen bir iktidar anlayışı en nihayetinde kendi iflasını yaşar. Yine Delil Karakoçan’ın deyimiyle, Kürt sorununu, değişim ve demokratikleşme sorunundan ayırarak öteleyen, marjinal talepler arasına iten ve bu ülkede sadece talep edenin Kürtler olduğunu iddia eden bir iktidar, çözüm sürecini siyasal-toplumsal güç ve dinamiklerden yalıtarak muhatapsızlaştırmaya çalışmaktadır.
1980 darbesi, sahte imamların, kontracı generallerin, Türk burjuvazisinin ve Washington Emperyalizminin ortak projesiydi. Darbe sonrası bu topraklarda yerel ve özerk toplumsal dinamikleri çıplak bir şiddetle boğan bu proje, AKP ile birlikte Türkiye toplumunun kör topal ilerleyen modernleşme siyasetinin yarattığı bütün alanları bile kuşatma altına aldı. Muhafazakâr Neo-liberalizm, Kemalizm’in yarattığı seküler toplumsallığın yerine dar cemaat ilişkilerini örerek söz konusu iktidar savaşını ”tarihsel rövanş” retoriğiyle örtmeye çalıştı. Oysa AKP, politik kurucu özne olarak Neo-Kemalist’tir! AKP, muhafazakâr Kuvay-i Milliye’dir diyebiliriz. CHP’nin ulusalcı kanadı, generaller ve Perinçekçi grup ile AKP arasındaki çelişki İttihatçıların yüz yıllık savaşının bir devamıdır. Ergenekon yargılamalarında halka karşı işlenmiş suçların değil, devlete karşı işlenmiş suçların asıl yargılama nedeni olması bile durumun bir iktidar savaşı olduğunun bir göstergesidir.
Mecliste kurulan Toplumsal Barış Yollarını Araştırma Ve İnceleme Komisyonu’nun adı neden Barış ve Müzakere komisyonu değil diye sorulduğunda öne sürülen ‘toplumsal hassasiyetler’ duvarı, inceltilmiş faşizmden başka bir şey değildir. Söz konusu komisyona paralel olarak kurulacak olan onlarca farklı müzakere komisyonu ile ilgili tek bir çalışma bile yoktur. Hakikatleri araştırma komisyonlarının birinde konuşan bir kayıp annesi şunu demiştir: Bana, oğlunun katilini af et diyorsunuz; tamam af edeceğim ama kimi af edeceğim ben? Son yüz yıllık tarihinde tam bir kültürler, dinler ve mezhepler mezbahanesine dönüşen bu ülkede evrensel hukuk literatüründe soykırım suçu sayılabilecek günahları olan bir devletin hala mağduru gösterip faili yargılamadığı hata gizlediği bir müzakere ve yüzleşme sürecinin içinden geçiyoruz bu gün.
Eğer bu ülkenin iki yakası bir araya gelsin isteniyorsa savaşın birbirinden iyice uzaklaştırdığı batı ve doğu yakaları bir araya gelmelidir. Hala kendi dar örgütçü anlayışları, kendini güncellememiş parti programları ve ideolojik kalıplarla var olmaya çalışan sol kümelenmeler daha başından Kürtler ile gelişecek bir demokratik mücadele birliğine burun kıvırmaktadır. CHP içindeki özellikle ulusalcı kanadın ‘bölünen ülke paranoyası’ ve katı Kemalist çizgisi,  Toplumu Abdulhamit dönemine geri çevirmeye çalışan (bunu belli oranda başaran) ve temel anlayışı mezhepçilik, Türklük, Erkeklik ve Osmanlı Nostaljisi olan anlayışlarla ortaklıklar kurmanın zorluğu da gün gibi ortadadır. Tüm bu gerçekliklere bağlı olarak, Kürt siyasal hareketinin Türkiye tarafında taktiksel ve stratejik olarak tek müttefikleri sol, sosyalist, demokrat, işsiz, kadın eksenli toplumsal yapılardır. Kürt coğrafyasında ise Kürtlerin azımsanmayacak bir bölümünü kendi oy deposuna dönüştürmüş olan AKP ve cemaatlere karşı demokratik, çoğulcu, daha güncel ve evrensel bir toplumsal din anlayışını yaratmanın elzemliğini unutmadan;  tabi ki Kürt dinamikleri Diyarbakır’ın Kayseri’ye, Batman’ın Yozgat’a, Mardin’in Maraş’a dönüşmesini istemiyorsa. O yüzden BDP-HDP ittifakını fazlasıyla aşmış ve içinde sivil dinamiklerin, temsili olmayanların, örgütsüz bireylerin bulunduğu kolektifler ve birlikler bu birleşmeyi örebilecek en temel güçler olarak iki yakayı bir araya tekrardan getirebilir. Toplumsal barış ve mücadele zemini, asgari talepler etrafında kümelenmiş örgütler üstü bir karakter kazanıp tabana yayıldığında resmi muktedirlerle barış ve müzakere masasına oturmanın belki gereği bile kalmayacaktır.

8 Şubat 2014

Zagros ve And Silsilesinde Şarkılara Gömülenler






“…Bu bir sonrasızlıktır; insan yaşama isteğini ayakta tutabilmek için gerçekliğin üstünü bir düş ile örter ve bu yaşamı sürdürmek için boyuna çareler arar. Biri, bilginin Sokratik mutluluğuna ve bu yolla varlığın sonsuz yaralarını iyileştirme gibi olmayacak bir şeylerle yaşama bağlanır; öbürü gözünün önünde dolanıp duran sanatın güzelliğinin büyüleyici tülleriyle kendini çevreler…”
[Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu]

Victor Jara: Gitar, Kesik Kollar ve And Dağları (devrimin sesini susturmak)

Erdewan Zaxoyî: Ud, Pasaport ve Çiyayên Metîna (devrimin sesini kaybettirmek)
Hozan Serhad: Bağlama, Bornova Durağı ve Çiyareşk (devrimin sesini çalmak)

“Dijminên me ji lûliyên tifingên me bêhtir ji stranên me ditirsiyan...”[1] 
[Hişyar Hesen]

Victor Jara’nın önce parmakları, sonra elleri ve en son sesi Pinochet’in askerleri tarafından Santiago Stadyumunda ezilerek susturulur. Erdewan Zaxoyî’nin ‘Ez dizanim’ diye inleyen sesini Saddam’ın ajanları Bağdat’ta üçüncü sınıf bir otelde kaybettirirler. Hozan Serhad’ın önce bağlaması, sonra sırt çantası en son sesi Feraşîn Yaylasında bir yüzbaşıdan ‘aferin’ almak için şehvetle kıvranan bir ‘hain kardeş’ tarafından çalınır… Bu üç adam, devrimin şarkısından çalınmış üç değerli melodiden ya da devrimin ateşten tülünden koparılmış bir tutam kızıllıktan çok daha fazlasıdır. Yarayı şarkıya, şarkıyı devrime, devrimi kendine ekleyen bir naifliğin ve kırılganlığın militanlarıdır onlar. Büyük bir ustalıkla tellere dokunan parmakları devrimin ve aşkın kızılıyla dağ-landığından yürekleri acemi titreşimlerle hep çocuk kalacak şarkılar söyletmiştir onlara…


Annesi, “Erdwan’ın bütün evraklarını, parasını, fotoğraflarını, kaset kayıtlarını ben saklardım… Onun yönünü Kürtlüğe ve dağa çeviren yoldaşı da hep ben oldum! O yüzden onun şarkılarında iki anne geçer; biri benim, diğeri gerçek anası olan ve uğruna ölüme gittiği Kürdistanı’dır… Erdewan, Eyaz’ın mezarı başında bir şiir okur; altı gün sonra o şiirle birlikte kaybolur; annesi Gulê, Erdewan’ın ardından bir kayıp şiir daha okur:


Ez Gulo me Guloka dînim / Ezê Kurdistanê bigirim û bihejînim.

Ger pirsa Erdewanê min ji min nekin 
ezê heft dewletên ecnebiyan bi xwe bihesînim.
Ezê herim İranê xopana şewitî dikana pêşiyê /
Kefiyekê ji delalê dilê xwe re bikirim û li dor bejna wî bihejînim/
Ezê pê badim wê birînê û te birevinîm daygorî ji hefs û zindana bi sêfîlî û bi derwêşî…

1984 yılında Victor Jara’nın şakaklarında oynanan Rus ruletinin ve Şili Çocuk Korosundaki çocukların öğretmensiz kalışının üzerinden on bir yıl geçmiştir. Kürtler yüzyıllardır başka bir ülkeye gitmek için başka bir ülkenin başkentinden pasaport alırlar. Erdewan Zaxoyî ne pêşmerge saflarında ne de kendi ülkesinde topladığı ezgilerini bir araya getiremez ve Avrupa’ya gitmek için Bağdat’a gitmek zorunda kalır. Zaxo’ya geldiği gün sanatına ve yoluna hep yoldaşlık etmiş olan Eyaz Zaxoyî’nin zehirlenmiş cesedini gömer. Altı gün sonra Bağdat’ta bir otel odasında Kürtlerin Hîtlerê Bexdayê (Bağdat’taki Hitler) dedikleri Saddam’ın kontraları tarafından kaybettirilir. Aynı yıllarda Türkiye’de politikanın bile a-politize olduğu, sanatın ve sözün küçülüp ufalandığı bir dönemde Unkapanı Müzik Çarşısının yolunu arşınlayan ve bir süre Küçük Emrah ile aynı evi paylaşan bir çocuktur Hozan Serhad. Tam o sıralarda Koma Berxwedan büyük devrimci kalkışma için sanatın ateşten tülünü örmeye başlamıştır. 1993 yılında Tatvan’da bir tel daha koparken devrimin tülünden, o tel ‘’Mizgîna Leheng‘’ olup on yıl sonra Hozan Serhad’ın repertuarına Unkapanı’nda değil Zağros Dağlarında dâhil olur. Evdalê Zeynikê’nin torunu, Victor Jara’nın kesik kollarını ve Allende’nin göğsüne saplanan kurşunu Erdewan Zaxoyî’nin Metîna Dağlarında kalan ‘Dayika Min Xwedana Çar Dergûşa’ ezgisine eklemek için Bornova’dan Botan’a yürür…


Victor Jara’nın kolları kesilmeden önce Şili Stadyumunda söylediği "Beş bin kişiyiz / Kim bilir kaç  kişidir / Bütün şehirlerde ve bütün ülkede / Tohum eken ve fabrika işleten / Yalnız burada on bin el" şarkısı Feraşîn Yaylasında Hozan Serhad’ın tamburunun teline takılıp Mehmet Uzun’un “Em pênc kes / Ew pênc hezar kes / Em pênc hezar dil / Ew pênc dil…” şiirine dönüşür. Ve nicedir sanatın devrimci tedrisatında Erdewan’ın peşine düştüğü pasaport, annesinin ona yazdığı şiire, Hozan Serhad’ın hiçbir zaman bulunamayan sırt çantası, Victor Jara’nın çocuk korosu için bestelediği söylenmemiş şarkıya karışıp durmaktadır…


Çöl ve petrol tanrılarının yirmi altı yıl yaşamasına izin verdikleri Eyaz Zaxoyî ve Erdewan Zaxoyî’ye yıllarca her anlamda yoldaşlık yapmış olan Sebah Zaxoyî bir konuşmasında: “Erdewan û Eyaz deng û gewriya xwe kiribûn lûliya tifingê û her awaz û helbest ji bo singê dagirkeran kiribûn gule”[2] diyordu. Zaxo’da zehirlenerek öldürülen yoldaşının mezarının üstünde okuduğu şiir Erdewan’ın okuduğu son şiiri oldu. Saddam’ın kontraları Bağdat’ta Erdewan’ın yaşamını çalarken tam o dönemlerde Unkapanı stüdyolarında İbrahim Tatlıses, Nuri Sesigüzel ve İzzet Altınmeşe, Erdewan’ın çoğunu pêşmerge saflarında bestelediği şarkılarına Türkçe sözler uydurup çalıyor, ‘meyhane-arabesk-müzik endüstrisi’ sofralarında zevke ve beğeniye sunuyorlardı.


Erdewan’ın Victor Jara ile devrim düetine hazırlandığı yıllarda, Süleyman Alpdoğan Patnos’ta gülen beyaz bir çocuk yüzüdür. Süleyman Alpdoğan, Murat Esen rumuzuyla Unkapanı Müzik Çarşısında ‘Gülo’ adlı kasetteki çocuk sesidir. Yıllar sonra ise Gulo, Erdewan’ın acıdan delirmiş annesidir. Hozan Serhad, iki devrimci ozanın izini sürerken ‘Hewlêr’ şarkısında bir tarafında Erdewan’ın yoldaşlarının bulunduğu “birakujîde” yoldaşlarına ağıtlar yakan o saz ve söz ustasıdır. Erdewan şarkılardan bir ülke kurup tekrar ülkesine armağan etmek için yola düşer, Serhad ülkesini bir klibe sığdırmak için Botan yollarına düşer ve her iki ozan daha yoldayken düşer… Yolları, yoldaşlıkları ve düşüşleri o yüzden Victor Jara’nın kendisine benzer… Deleuze’nin dediği gibi, ‘Devrimin en güzel yanlarından biri de birbirini hiç görmemiş insanları akraba yapabilmesidir.’ O yüzden Hozan Serhat, Victor Jara’nın küçük kardeşi, Mizgîn’in dudaklarının ucunda asılı duran son ezgisi, Ali Temel’in kuşatılmış bir mağarada kalan son kurşununa kan-daştır. Soysal Ekinci’nin kalbi, aynı bodrum katında durana dek rutubete ve kedere yatan Mayakovski’nin kalbine yol-daştır. Dünyanın neresinde olursa olsun sesi çarmıha gerilmişlerin sesi o yüzden Sefkan ve Delîla’nın sesine öz-deştir. Kardeşleri birbirinin göğsüne namlular dayarken köhne bir otel odasında korkudan titreyen seslerin tümü o yüzden Erdewan’ın sesine sır-daştır… 




[1]“Düşmanlarımız bizim namlularımızdan daha çok şarkılarımızdan korkuyordu…”


 [2]Erdewan ve Eyaz seslerini ve gırtlaklarını bir tüfek namlusuna dönüştürmüşlerdi; orada söylenmiş her şarkı ve şiir sömürgecinin göğsüne saplanan bir kurşun gibiydi…