10 Şubat 2014

Barış ne zaman mümkün ?

picasso-Selaheddîn Biyanî-
                                                                             ‘’Barışmak istiyorsanız teminat vermek ve bir şeylerden   
                                                                              vazgeçmeye hazır olmak zorundasınız.’’ (Fissas)
Bu topraklarda barışı inşa etmenin en büyük zorluğu devletin, kendini sürekli çatışma ve çelişkiler üzerinden yaşatan karakteri ve halkı reaya olarak gören, kendini mutlak sahip olarak kodlayan, burnundan kıl aldırmayan devlet-i azam kültürüdür. Devletin ekonomi-politiği kadar devletin psiko-kültür ve psiko-politik kodlarını açığa çıkarmanın elzemliği kendini en çok burada gösterir.  Osmanlı’daki ‘bizlik’ duygusunu yaratan dar cemaat ilişkilerini, askeri ve sivil bürokratik cemaatlere dönüştüren Cumhuriyet, hiçbir zaman halkın tümünün cumhuriyeti olmamıştır. Ermeni’yi bu topraklardan temizleyen, Rum’un malına el koyup Ege’nin öbür yakasına gönderen ve Kürdü tepeleme hareketleriyle ülkesiz ve kimliksiz bırakmaya çalışan devlet ve egemen siyasal aklı tarihi boyunca demokrasiye ve insan-toplum merkezli bir yaşam kültürüne sürekli burun kıvırmıştır. Çünkü faşizmin en belirgin özelliği megalomidir.
 Hâkim siyasal anlayış, ne zaman demokratik reformlarla ortaya çıkarsa evrensel demokratik değerlere inanıyormuş gibi yaparak bu sahte inancı kendini yaşatmanın bir stratejisine dönüştürür. AKP Hükümetinin iflas eden dış politikası, içeride gelişen demokratik muhalefet ve Rojava’daki gelişmeler barış ve müzakere sürecini zorunlu hale getirmiş, sonrasında ise hükümet, kendini paketlerle taksit taksit hak iade eden bir pozisyona çekmiştir. Sunumu son derece post-modern bir ritüele dönüştürülen paket reformları, zaten fiiliyatta halkın mücadeleyle kazanmış olduğu bir takım kazanımların iktidar tarafından ‘madem baş edemedik hadi yasasını yapalım’ anlayışının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Demokratik hakların Sultan Süleyman ve Noel Baba bileşkesi bir liderin bahşiş kesesi ve armağan kültüründen çıktığı bu durumlar tarihe sadece bir burjuva görgüsüzlüğü ve yeşile bezenmiş sahne dekorları içinde oynanan gülünç ama bir o kadar sıkıcı bir orta oyunu olarak geçecektir!
Ülkemizde son dönemlerde yaşanan tüm bu hengâmeli sunumlar, paketler, vaatler şunu göstermiştir: Halkların mücadelesi sonucu olarak ortaya çıkmış bir yaşam kültürü olan demokrasi, demokrasiye inanmayan resmi ve pek ciddi zat-ı muhteremlerden beklenmeyecek kadar ciddi bir iştir. Devletler değil, halkların ve sınıfların mücadelesi demokrasiyi yaratır ve yaratmıştır. Müzakerenin tam ortasında birden Kürtlerin olmayan iç çelişkilerini medya eliyle ayyuka çıkarıp olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip yapay bir bölünme yaratmaya çalışan hakim anlayışın aslında stratejik hedefi şudur: Kürtler dahil bu ülkedeki bütün demokratik ve devrimci muhalefeti bölüp, itibarsızlaştırıp tamamıyla susturmak! Delil Karakoçan’ın deyimiyle açıklanan paket, sorunu müzakere sürecinden koparmakla kalmamış aynı zamanda Kürt sorununu da demokrasi sorunundan koparmıştır.  Tüm bunlara rağmen Kürt tarafı müzakereyi ve demokratik mücadelesini sürdürecektir. Çünkü barış girişimleri de yaşamın birçok alanını mücadelenin ve kazanımların alanına dönüştürebilme potansiyelini içinde barındırır.
 Dünya barış ve müzakere örnekleri incelendiğinde on yıllar süren süreçleri görebiliyoruz. Fakat bu gün bu ülkede barış ve müzakere süreçleri, ağır aksak bile olsa ilerlemiyorsa burada siyasal iktidarın tutumunu bu işin birinci sorumlusu olarak kabul etmek sanırım haksızlık olmayacaktır. Hükümetin adım atmamasına CHP-MHP kanadının süreç karşıtlığı eklenince hükümet sadece durumu idare etme, erteleme ve milliyetçi muhafazakâr kitlesini elde tutma telaşını birinci stratejik hedef olarak ortaya koyuyor. Nitekim açıklanan paket ne Kürtleri ne Alevileri ne kadınları ne de emekçileri memnun etmeyi bırakın bu paketin içinden bu kesimlerle ilgili ufak tefek vurguların dışında hiç bir şey çıkmamıştır. Paket toplumu daha çok sağlaştırma, AKP’nin yavaş yavaş sarsılmaya başlayan imajını tazeleme ve Erdoğan’ın kendi pozisyonunun sağlamlaştırma girişimi olarak okunabilir. Yinede en azından bu gün cenaze törenlerinin bu topraklarda son bulmuş olması ve göreli bir rahatlamanın oluşması bile ülkedeki devrimci ve demokratik güçlerin birliği için en azından son otuz yılın en uygun sosyal ve psikolojik ortamlarından birini yaratmıştır diyebiliriz.
Dünyadaki barış ve müzakere deneyimlerini ülkemizdeki süreçlerle kıyaslamak, IRA’nın silahsızlanma girişimi karşısında IRA’ya teşekkür eden İngiltere Başbakanına karşı, sınır dışına geri çekilen gerillaya ‘cehennemin dibine gitsinler’ diyen iki farklı siyasal olgunluk tarzını kıyaslamak kadar zordur. Ya da dünyadaki müzakere süreçlerinde hakem rol üstlenen uluslar arası arabulucularla birlikte bütün dünyanın gözü önünde yürütülen şeffaflık ve müzakere sürecine bile ‘müzakere’ demekten itinayla kaçınan bir siyasal egemen aklı kıyaslamak gibi…
Barış, bu topraklara paketlerle, kararnamelerle ve uzun zamanlara yayılan kanun değişiklikleriyle gelmeyecektir. Kürt sorununu ve ülkenin demokrasi sorununu birbirinden ayırmaya çalışan iktidara karşı tabandan gelecek bir demokratik basınç ve mücadele ancak bu topraklara barışı getirebilecektir. Bundan tam yüz yıl önce seçkinlerin cumhuriyeti, madunların, emekçilerin, kadınların ve yaşamın kenarına itilen halkın cumhuriyeti olmadıkça toplumsal bir uzlaşım ve barışla başlayan bütün cümleler hükümsüz kalacaktır. Her pakette sadece kendi konumunu biraz daha güçlendirmeye çalışan, çatışmayı muhatapsız bırakan, toplumun beklentilerini hiçleyen, toplumun total ve birbiriyle bağlantılı problemlerini birbirinden bağımsız bireysel haklar kategorisine indirgeyen bir iktidar anlayışı en nihayetinde kendi iflasını yaşar. Yine Delil Karakoçan’ın deyimiyle, Kürt sorununu, değişim ve demokratikleşme sorunundan ayırarak öteleyen, marjinal talepler arasına iten ve bu ülkede sadece talep edenin Kürtler olduğunu iddia eden bir iktidar, çözüm sürecini siyasal-toplumsal güç ve dinamiklerden yalıtarak muhatapsızlaştırmaya çalışmaktadır.
1980 darbesi, sahte imamların, kontracı generallerin, Türk burjuvazisinin ve Washington Emperyalizminin ortak projesiydi. Darbe sonrası bu topraklarda yerel ve özerk toplumsal dinamikleri çıplak bir şiddetle boğan bu proje, AKP ile birlikte Türkiye toplumunun kör topal ilerleyen modernleşme siyasetinin yarattığı bütün alanları bile kuşatma altına aldı. Muhafazakâr Neo-liberalizm, Kemalizm’in yarattığı seküler toplumsallığın yerine dar cemaat ilişkilerini örerek söz konusu iktidar savaşını ”tarihsel rövanş” retoriğiyle örtmeye çalıştı. Oysa AKP, politik kurucu özne olarak Neo-Kemalist’tir! AKP, muhafazakâr Kuvay-i Milliye’dir diyebiliriz. CHP’nin ulusalcı kanadı, generaller ve Perinçekçi grup ile AKP arasındaki çelişki İttihatçıların yüz yıllık savaşının bir devamıdır. Ergenekon yargılamalarında halka karşı işlenmiş suçların değil, devlete karşı işlenmiş suçların asıl yargılama nedeni olması bile durumun bir iktidar savaşı olduğunun bir göstergesidir.
Mecliste kurulan Toplumsal Barış Yollarını Araştırma Ve İnceleme Komisyonu’nun adı neden Barış ve Müzakere komisyonu değil diye sorulduğunda öne sürülen ‘toplumsal hassasiyetler’ duvarı, inceltilmiş faşizmden başka bir şey değildir. Söz konusu komisyona paralel olarak kurulacak olan onlarca farklı müzakere komisyonu ile ilgili tek bir çalışma bile yoktur. Hakikatleri araştırma komisyonlarının birinde konuşan bir kayıp annesi şunu demiştir: Bana, oğlunun katilini af et diyorsunuz; tamam af edeceğim ama kimi af edeceğim ben? Son yüz yıllık tarihinde tam bir kültürler, dinler ve mezhepler mezbahanesine dönüşen bu ülkede evrensel hukuk literatüründe soykırım suçu sayılabilecek günahları olan bir devletin hala mağduru gösterip faili yargılamadığı hata gizlediği bir müzakere ve yüzleşme sürecinin içinden geçiyoruz bu gün.
Eğer bu ülkenin iki yakası bir araya gelsin isteniyorsa savaşın birbirinden iyice uzaklaştırdığı batı ve doğu yakaları bir araya gelmelidir. Hala kendi dar örgütçü anlayışları, kendini güncellememiş parti programları ve ideolojik kalıplarla var olmaya çalışan sol kümelenmeler daha başından Kürtler ile gelişecek bir demokratik mücadele birliğine burun kıvırmaktadır. CHP içindeki özellikle ulusalcı kanadın ‘bölünen ülke paranoyası’ ve katı Kemalist çizgisi,  Toplumu Abdulhamit dönemine geri çevirmeye çalışan (bunu belli oranda başaran) ve temel anlayışı mezhepçilik, Türklük, Erkeklik ve Osmanlı Nostaljisi olan anlayışlarla ortaklıklar kurmanın zorluğu da gün gibi ortadadır. Tüm bu gerçekliklere bağlı olarak, Kürt siyasal hareketinin Türkiye tarafında taktiksel ve stratejik olarak tek müttefikleri sol, sosyalist, demokrat, işsiz, kadın eksenli toplumsal yapılardır. Kürt coğrafyasında ise Kürtlerin azımsanmayacak bir bölümünü kendi oy deposuna dönüştürmüş olan AKP ve cemaatlere karşı demokratik, çoğulcu, daha güncel ve evrensel bir toplumsal din anlayışını yaratmanın elzemliğini unutmadan;  tabi ki Kürt dinamikleri Diyarbakır’ın Kayseri’ye, Batman’ın Yozgat’a, Mardin’in Maraş’a dönüşmesini istemiyorsa. O yüzden BDP-HDP ittifakını fazlasıyla aşmış ve içinde sivil dinamiklerin, temsili olmayanların, örgütsüz bireylerin bulunduğu kolektifler ve birlikler bu birleşmeyi örebilecek en temel güçler olarak iki yakayı bir araya tekrardan getirebilir. Toplumsal barış ve mücadele zemini, asgari talepler etrafında kümelenmiş örgütler üstü bir karakter kazanıp tabana yayıldığında resmi muktedirlerle barış ve müzakere masasına oturmanın belki gereği bile kalmayacaktır.

8 Şubat 2014

Zagros ve And Silsilesinde Şarkılara Gömülenler






“…Bu bir sonrasızlıktır; insan yaşama isteğini ayakta tutabilmek için gerçekliğin üstünü bir düş ile örter ve bu yaşamı sürdürmek için boyuna çareler arar. Biri, bilginin Sokratik mutluluğuna ve bu yolla varlığın sonsuz yaralarını iyileştirme gibi olmayacak bir şeylerle yaşama bağlanır; öbürü gözünün önünde dolanıp duran sanatın güzelliğinin büyüleyici tülleriyle kendini çevreler…”
[Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu]

Victor Jara: Gitar, Kesik Kollar ve And Dağları (devrimin sesini susturmak)

Erdewan Zaxoyî: Ud, Pasaport ve Çiyayên Metîna (devrimin sesini kaybettirmek)
Hozan Serhad: Bağlama, Bornova Durağı ve Çiyareşk (devrimin sesini çalmak)

“Dijminên me ji lûliyên tifingên me bêhtir ji stranên me ditirsiyan...”[1] 
[Hişyar Hesen]

Victor Jara’nın önce parmakları, sonra elleri ve en son sesi Pinochet’in askerleri tarafından Santiago Stadyumunda ezilerek susturulur. Erdewan Zaxoyî’nin ‘Ez dizanim’ diye inleyen sesini Saddam’ın ajanları Bağdat’ta üçüncü sınıf bir otelde kaybettirirler. Hozan Serhad’ın önce bağlaması, sonra sırt çantası en son sesi Feraşîn Yaylasında bir yüzbaşıdan ‘aferin’ almak için şehvetle kıvranan bir ‘hain kardeş’ tarafından çalınır… Bu üç adam, devrimin şarkısından çalınmış üç değerli melodiden ya da devrimin ateşten tülünden koparılmış bir tutam kızıllıktan çok daha fazlasıdır. Yarayı şarkıya, şarkıyı devrime, devrimi kendine ekleyen bir naifliğin ve kırılganlığın militanlarıdır onlar. Büyük bir ustalıkla tellere dokunan parmakları devrimin ve aşkın kızılıyla dağ-landığından yürekleri acemi titreşimlerle hep çocuk kalacak şarkılar söyletmiştir onlara…


Annesi, “Erdwan’ın bütün evraklarını, parasını, fotoğraflarını, kaset kayıtlarını ben saklardım… Onun yönünü Kürtlüğe ve dağa çeviren yoldaşı da hep ben oldum! O yüzden onun şarkılarında iki anne geçer; biri benim, diğeri gerçek anası olan ve uğruna ölüme gittiği Kürdistanı’dır… Erdewan, Eyaz’ın mezarı başında bir şiir okur; altı gün sonra o şiirle birlikte kaybolur; annesi Gulê, Erdewan’ın ardından bir kayıp şiir daha okur:


Ez Gulo me Guloka dînim / Ezê Kurdistanê bigirim û bihejînim.

Ger pirsa Erdewanê min ji min nekin 
ezê heft dewletên ecnebiyan bi xwe bihesînim.
Ezê herim İranê xopana şewitî dikana pêşiyê /
Kefiyekê ji delalê dilê xwe re bikirim û li dor bejna wî bihejînim/
Ezê pê badim wê birînê û te birevinîm daygorî ji hefs û zindana bi sêfîlî û bi derwêşî…

1984 yılında Victor Jara’nın şakaklarında oynanan Rus ruletinin ve Şili Çocuk Korosundaki çocukların öğretmensiz kalışının üzerinden on bir yıl geçmiştir. Kürtler yüzyıllardır başka bir ülkeye gitmek için başka bir ülkenin başkentinden pasaport alırlar. Erdewan Zaxoyî ne pêşmerge saflarında ne de kendi ülkesinde topladığı ezgilerini bir araya getiremez ve Avrupa’ya gitmek için Bağdat’a gitmek zorunda kalır. Zaxo’ya geldiği gün sanatına ve yoluna hep yoldaşlık etmiş olan Eyaz Zaxoyî’nin zehirlenmiş cesedini gömer. Altı gün sonra Bağdat’ta bir otel odasında Kürtlerin Hîtlerê Bexdayê (Bağdat’taki Hitler) dedikleri Saddam’ın kontraları tarafından kaybettirilir. Aynı yıllarda Türkiye’de politikanın bile a-politize olduğu, sanatın ve sözün küçülüp ufalandığı bir dönemde Unkapanı Müzik Çarşısının yolunu arşınlayan ve bir süre Küçük Emrah ile aynı evi paylaşan bir çocuktur Hozan Serhad. Tam o sıralarda Koma Berxwedan büyük devrimci kalkışma için sanatın ateşten tülünü örmeye başlamıştır. 1993 yılında Tatvan’da bir tel daha koparken devrimin tülünden, o tel ‘’Mizgîna Leheng‘’ olup on yıl sonra Hozan Serhad’ın repertuarına Unkapanı’nda değil Zağros Dağlarında dâhil olur. Evdalê Zeynikê’nin torunu, Victor Jara’nın kesik kollarını ve Allende’nin göğsüne saplanan kurşunu Erdewan Zaxoyî’nin Metîna Dağlarında kalan ‘Dayika Min Xwedana Çar Dergûşa’ ezgisine eklemek için Bornova’dan Botan’a yürür…


Victor Jara’nın kolları kesilmeden önce Şili Stadyumunda söylediği "Beş bin kişiyiz / Kim bilir kaç  kişidir / Bütün şehirlerde ve bütün ülkede / Tohum eken ve fabrika işleten / Yalnız burada on bin el" şarkısı Feraşîn Yaylasında Hozan Serhad’ın tamburunun teline takılıp Mehmet Uzun’un “Em pênc kes / Ew pênc hezar kes / Em pênc hezar dil / Ew pênc dil…” şiirine dönüşür. Ve nicedir sanatın devrimci tedrisatında Erdewan’ın peşine düştüğü pasaport, annesinin ona yazdığı şiire, Hozan Serhad’ın hiçbir zaman bulunamayan sırt çantası, Victor Jara’nın çocuk korosu için bestelediği söylenmemiş şarkıya karışıp durmaktadır…


Çöl ve petrol tanrılarının yirmi altı yıl yaşamasına izin verdikleri Eyaz Zaxoyî ve Erdewan Zaxoyî’ye yıllarca her anlamda yoldaşlık yapmış olan Sebah Zaxoyî bir konuşmasında: “Erdewan û Eyaz deng û gewriya xwe kiribûn lûliya tifingê û her awaz û helbest ji bo singê dagirkeran kiribûn gule”[2] diyordu. Zaxo’da zehirlenerek öldürülen yoldaşının mezarının üstünde okuduğu şiir Erdewan’ın okuduğu son şiiri oldu. Saddam’ın kontraları Bağdat’ta Erdewan’ın yaşamını çalarken tam o dönemlerde Unkapanı stüdyolarında İbrahim Tatlıses, Nuri Sesigüzel ve İzzet Altınmeşe, Erdewan’ın çoğunu pêşmerge saflarında bestelediği şarkılarına Türkçe sözler uydurup çalıyor, ‘meyhane-arabesk-müzik endüstrisi’ sofralarında zevke ve beğeniye sunuyorlardı.


Erdewan’ın Victor Jara ile devrim düetine hazırlandığı yıllarda, Süleyman Alpdoğan Patnos’ta gülen beyaz bir çocuk yüzüdür. Süleyman Alpdoğan, Murat Esen rumuzuyla Unkapanı Müzik Çarşısında ‘Gülo’ adlı kasetteki çocuk sesidir. Yıllar sonra ise Gulo, Erdewan’ın acıdan delirmiş annesidir. Hozan Serhad, iki devrimci ozanın izini sürerken ‘Hewlêr’ şarkısında bir tarafında Erdewan’ın yoldaşlarının bulunduğu “birakujîde” yoldaşlarına ağıtlar yakan o saz ve söz ustasıdır. Erdewan şarkılardan bir ülke kurup tekrar ülkesine armağan etmek için yola düşer, Serhad ülkesini bir klibe sığdırmak için Botan yollarına düşer ve her iki ozan daha yoldayken düşer… Yolları, yoldaşlıkları ve düşüşleri o yüzden Victor Jara’nın kendisine benzer… Deleuze’nin dediği gibi, ‘Devrimin en güzel yanlarından biri de birbirini hiç görmemiş insanları akraba yapabilmesidir.’ O yüzden Hozan Serhat, Victor Jara’nın küçük kardeşi, Mizgîn’in dudaklarının ucunda asılı duran son ezgisi, Ali Temel’in kuşatılmış bir mağarada kalan son kurşununa kan-daştır. Soysal Ekinci’nin kalbi, aynı bodrum katında durana dek rutubete ve kedere yatan Mayakovski’nin kalbine yol-daştır. Dünyanın neresinde olursa olsun sesi çarmıha gerilmişlerin sesi o yüzden Sefkan ve Delîla’nın sesine öz-deştir. Kardeşleri birbirinin göğsüne namlular dayarken köhne bir otel odasında korkudan titreyen seslerin tümü o yüzden Erdewan’ın sesine sır-daştır… 




[1]“Düşmanlarımız bizim namlularımızdan daha çok şarkılarımızdan korkuyordu…”


 [2]Erdewan ve Eyaz seslerini ve gırtlaklarını bir tüfek namlusuna dönüştürmüşlerdi; orada söylenmiş her şarkı ve şiir sömürgecinin göğsüne saplanan bir kurşun gibiydi…