7 Mart 2012

KENAN EVREN, DEDEM VE AKİDE ŞEKERLERİ



Çocuktum...

Bir dağ insanı âşık eder mi kendine? Dağ mı insana vurulur? İnsan mı dağa? Dağa vurulan herkes dağda mı vurulur? Dağlanmış her yürek soluğu dağda mı alır yoksa?  

 

Dedem, Kato uçurumlarını aratmayan dimdik yüzüyle her gülümsediğinde seni düşlerime almamı sıkıca tembihlerdi o zamanlar. Sümbül Dağı vardı! Sonra yeşil parkalı devrimciler vardı. Evren Paşa'nın cemselerine istiflenip Zap Vadisine doğru götürüldükleri gün, korkudan titreyen çocukların kardeşlerine sonradan Evren ismini koyan korkak babalar da vardı. Radyolardan ölüm haberleri yayılırken bütün şehre, sonradan o dağlarda kar gibi eriyip büyük nehirlere akacak olan çocuklar, ‘ez berfa çiyakê reş im’ şarkısını çoktan ezberine almıştı. Korkak babalara, abilerini alıp götüren cemselere ve Kenan Paşa'ya inat. İnat, devrimciydi çünkü!

 

O kapkara iklimin içinde örgütsel dokümanları rafa dizip Tomiks ve Teksas'ları yakan bir annenin ayıbını kimse üstüne almıyordu nedense. Gerçeklik bazen o kadar ağır gelirdi ki insanlara, düş dualarına çıktıkları olurdu. Parkasının cebinde Mao'nun kızıl kitapçığı, boynunda muskalarla gezen bir deliye benziyordu o şehir… Sonra dedem vardı! Mihemed Arif'in Amîna'sı her çaldığında jilet gibi keskin nasırlı parmaklarıyla gözyaşlarını silerdi, gözyaşı kesesini yırtmak istercesine. Kaset her takıldığında kendini ve kaseti geriye sarardı inatla; kendini durmadan geriye saran kırık bir ezgiydi dedem. İmamın sözlerini duymaktan ve Kenan Evren'in yüzüne bakmaktan nefret ederdi. ‘Mele û Kenan Paşa bi hevra fermana me dinivîsin’ dediği günden sonra kutsî olanı tersinden okuyan bir münafığın erdemini yaşadı durdu; Kenan Paşa’nın darbe bildirgesini okuduğu binanın hemen yanındaki hastanede kalbi duruncaya dek…

 

Büyüyordum…

Ezberim bozuktu; kekemeydim. Âşık olduğum o siyah gözlü kızın babası, öğretmenime ve öğretmenimin yoldaşlarına işkence yapıyormuş o meşhur siyasi şubede. O kızın elleri, Kenan Paşa'nın elleri ve dedemin yaralı bir kaplumbağanın sırtını andıran kabuklanmış elleri! Ellerin kıvrımları insanın kişisel tarihidir diyordu bil cümle bilgeler. Ne Mutlu Türküm Diyene yazısının olduğu o heybetli uçuruma bakarken bütün cümlenin içinden (Ne diye?) kısmına takılıp kalan bir çocuk mezarlığı büyümeye başladı o şehrin hemen yanında. O kadar çok ölüyorduk ki! 'Çok küçük, hatta görünmez çizikler bile büyük yarılmaların habercisidir' türünden cümleler kuramayacak kadar beyaz kızın diline yabancıydım. Dedem inatla seni ve uçurumlarda açan o rengârenk çiçekleri iliştiriyordu anlattığı öykülerin bir yerlerine. Anlattığı öyküler eskidikçe ben eksiliyordum sanki. Onun yüzündeki kırışıklıklar fazlalaştıkça ben yaşlanıyordum. Ve yaşlandığımı öylece anladım durdum yıllarca.

 

Kurduğum tüm bu hengameli cümleler haritanın batısından gelmiş beyaz yüzlü okul arkadaşlarımın bende bıraktığı azgın bir kompleksti aslında. Bu ülkede herkes başkasının diliyle mükemmel konuşur. Kendi anadili hep kekeme kalır o yüzden. Ve dedem vardı! Köyün imamına ‘insan bazen hakikatinden o kadar uzaklaşır ki kendi yarattığı yalanına bile iman eder’ dediğinde köyde adı orospuya çıkmış bir kadının dışında kimse anlayamamıştı onu. Sekiz kız çocuğuna rağmen tek bir erkek çocuk yakalamak onu hiçbir zaman kendinden utanan bir avcı yapmamıştı. Cebindeki akide şekerleri, yatılı okullarda büyümüş köyün Dersimli hemşiresi, insan mutlak yalnız yaşayabilir ve Zagros soğuğunda bile üzüm yetişir inadı onun çocuklarıydı. İnat devrimciydi çünkü ve kocaman elleri vardı dedemin!

 

Sonra Kenan Paşa vardı! Kapısında tulumba tatlısı satılan Diyarbakır Zindanı vardı ve kapısında coplanan beyaz tülbentleriyle anneler vardı! Andımızı her okuduğumuzda ant içmiş gibi hizaya bir türlü gelemeyen çocuklar vardı! Gözleri mütemadiyen Sümbül'ün ardına bakan ve bazen içimizi paramparça eden bir öfke vardı! Zehirli bir suskunluk vardı! İzmir ve Ankara’dan her gelişlerinde iyi öğretmenlerin, temiz ve geniş caddelerin, mağazaların, Coca Cola’nın ve beyaz kızların reklamını yapan bir sürü Yılmaz Erdoğan’lar vardı! Herkes işini gücünü bırakmış, içine gücüne bakıyordu o günlerde! Hepimizin içi kırık dökük ve bize bile yetmeyecek kadar zayıftı! Somut koşulların her somut tahlilinde gücümüzün bildiğimizden çok daha az olduğu çıkıyordu. Sonra durmadan azan ‘bir gün mutlaka’ romantizmi vardı! Yakışıklı ve bıçkın abilerimizin beş parça mı, dört parça mı? Kır mı, şehir mi? diye sürüp giden tartışmaları bitmişti. Herkes sessizce kendi içinde bölge bölge ayrılmış kayıpların haritalarını çıkarıyordu. Abaküs ve fişler dönemi bitmiş, kayıp insanların camilerde tespih taneleriyle sayılma mevsimi gelmişti. Fişlenmiş ve fişten gelen akımla acı çektirilmiş binlerce yaşamın yasını tutuyordu anneler… Ama dedem vardı! ‘Ahmet Emmi ne düşünüyorsun?’ diye soran yüzbaşıya, ince sırıtmasıyla ‘Mustafa Kemali düşünüyorum’ diyordu darbe koşullarında. Kocaman ve nasırlı ellerini soran herkese ‘emeğin ellerinde zarafet olmaz’ deyişini unutamadı daha sonra yüzünü dağlara dönen ve bir daha geri dönmeyen çocuklar…

 

Büyüdüm…

Dedem, köye her gelişinde cebinde akide şekerleri dağıtırdı yol başlarında sadece onun gelişini bekleyen çocuklara. Bir gün cebi boş geldi köye. Çünkü dedem çocuklaşmış, çocuklar ise büyümüştü artık. Ve dedem öldü! Ve imam öldü! Çocuklar gözlerini alan o dağ başlarında vuruldu! Ve Kenan Evren ressam oldu! Öyküm tam ortasından dörde bölündü…


2 yorum:

  1. Merhaba,

    Mihemed Arif'in Amina'sını youtube'de bulamadım, başka bir ismi var mıdır?

    YanıtlaSil
  2. Sanırım internet ortamında yayınlanmamış Amina şarkısı... Ben de hiç rastlamadım...
    Sevgiyle...

    YanıtlaSil