Çocuktum...
Bir dağ insanı âşık eder mi kendine?
Dağ mı insana vurulur? İnsan mı dağa? Dağa vurulan herkes dağda mı vurulur? Dağlanmış
her yürek soluğu dağda mı alır yoksa?
Dedem, Kato uçurumlarını aratmayan
dimdik yüzüyle her gülümsediğinde seni düşlerime almamı sıkıca tembihlerdi o
zamanlar. Sümbül Dağı vardı! Sonra yeşil parkalı devrimciler vardı. Evren
Paşa'nın cemselerine istiflenip Zap Vadisine doğru götürüldükleri gün, korkudan
titreyen çocukların kardeşlerine sonradan Evren ismini koyan korkak babalar da
vardı. Radyolardan ölüm haberleri yayılırken bütün şehre, sonradan o dağlarda
kar gibi eriyip büyük nehirlere akacak olan çocuklar, ‘ez berfa çiyakê reş im’
şarkısını çoktan ezberine almıştı. Korkak babalara, abilerini alıp götüren
cemselere ve Kenan Paşa'ya inat. İnat, devrimciydi çünkü!
O kapkara iklimin içinde örgütsel
dokümanları rafa dizip Tomiks ve Teksas'ları yakan bir annenin ayıbını kimse
üstüne almıyordu nedense. Gerçeklik bazen o kadar ağır gelirdi ki insanlara,
düş dualarına çıktıkları olurdu. Parkasının cebinde Mao'nun kızıl kitapçığı,
boynunda muskalarla gezen bir deliye benziyordu o şehir… Sonra dedem vardı!
Mihemed Arif'in Amîna'sı her çaldığında jilet gibi keskin nasırlı parmaklarıyla
gözyaşlarını silerdi, gözyaşı kesesini yırtmak istercesine. Kaset her
takıldığında kendini ve kaseti geriye sarardı inatla; kendini durmadan geriye
saran kırık bir ezgiydi dedem. İmamın sözlerini duymaktan ve Kenan Evren'in
yüzüne bakmaktan nefret ederdi. ‘Mele û Kenan Paşa bi hevra fermana me dinivîsin’
dediği günden sonra kutsî olanı tersinden okuyan bir münafığın erdemini yaşadı
durdu; Kenan Paşa’nın darbe bildirgesini okuduğu binanın hemen yanındaki
hastanede kalbi duruncaya dek…
Büyüyordum…
Ezberim bozuktu; kekemeydim. Âşık
olduğum o siyah gözlü kızın babası, öğretmenime ve öğretmenimin yoldaşlarına
işkence yapıyormuş o meşhur siyasi şubede. O kızın elleri, Kenan Paşa'nın
elleri ve dedemin yaralı bir kaplumbağanın sırtını andıran kabuklanmış elleri!
Ellerin kıvrımları insanın kişisel tarihidir diyordu bil cümle bilgeler. Ne
Mutlu Türküm Diyene yazısının olduğu o heybetli uçuruma bakarken bütün cümlenin
içinden (Ne diye?) kısmına takılıp kalan bir çocuk mezarlığı büyümeye başladı o
şehrin hemen yanında. O kadar çok ölüyorduk ki! 'Çok küçük, hatta görünmez
çizikler bile büyük yarılmaların habercisidir' türünden cümleler kuramayacak
kadar beyaz kızın diline yabancıydım. Dedem inatla seni ve uçurumlarda açan o rengârenk
çiçekleri iliştiriyordu anlattığı öykülerin bir yerlerine. Anlattığı öyküler
eskidikçe ben eksiliyordum sanki. Onun yüzündeki kırışıklıklar fazlalaştıkça
ben yaşlanıyordum. Ve yaşlandığımı öylece anladım durdum yıllarca.
Kurduğum tüm bu hengameli cümleler
haritanın batısından gelmiş beyaz yüzlü okul arkadaşlarımın bende bıraktığı
azgın bir kompleksti aslında. Bu ülkede herkes başkasının diliyle mükemmel
konuşur. Kendi anadili hep kekeme kalır o yüzden. Ve dedem vardı! Köyün imamına
‘insan bazen hakikatinden o kadar uzaklaşır ki kendi yarattığı yalanına bile
iman eder’ dediğinde köyde adı orospuya çıkmış bir kadının dışında kimse
anlayamamıştı onu. Sekiz kız çocuğuna rağmen tek bir erkek çocuk yakalamak onu
hiçbir zaman kendinden utanan bir avcı yapmamıştı. Cebindeki akide şekerleri, yatılı
okullarda büyümüş köyün Dersimli hemşiresi, insan mutlak yalnız yaşayabilir ve
Zagros soğuğunda bile üzüm yetişir inadı onun çocuklarıydı. İnat devrimciydi
çünkü ve kocaman elleri vardı dedemin!
Sonra Kenan Paşa vardı! Kapısında
tulumba tatlısı satılan Diyarbakır Zindanı vardı ve kapısında coplanan beyaz tülbentleriyle
anneler vardı! Andımızı her okuduğumuzda ant içmiş gibi hizaya bir türlü
gelemeyen çocuklar vardı! Gözleri mütemadiyen Sümbül'ün ardına bakan ve bazen
içimizi paramparça eden bir öfke vardı! Zehirli bir suskunluk vardı! İzmir ve Ankara’dan
her gelişlerinde iyi öğretmenlerin, temiz ve geniş caddelerin, mağazaların,
Coca Cola’nın ve beyaz kızların reklamını yapan bir sürü Yılmaz Erdoğan’lar
vardı! Herkes işini gücünü bırakmış, içine gücüne bakıyordu o günlerde!
Hepimizin içi kırık dökük ve bize bile yetmeyecek kadar zayıftı! Somut
koşulların her somut tahlilinde gücümüzün bildiğimizden çok daha az olduğu
çıkıyordu. Sonra durmadan azan ‘bir gün mutlaka’ romantizmi vardı! Yakışıklı ve
bıçkın abilerimizin beş parça mı, dört parça mı? Kır mı, şehir mi? diye sürüp
giden tartışmaları bitmişti. Herkes sessizce kendi içinde bölge bölge ayrılmış
kayıpların haritalarını çıkarıyordu. Abaküs ve fişler dönemi bitmiş, kayıp
insanların camilerde tespih taneleriyle sayılma mevsimi gelmişti. Fişlenmiş ve
fişten gelen akımla acı çektirilmiş binlerce yaşamın yasını tutuyordu anneler…
Ama dedem vardı! ‘Ahmet Emmi ne düşünüyorsun?’ diye soran yüzbaşıya, ince
sırıtmasıyla ‘Mustafa Kemali düşünüyorum’ diyordu darbe koşullarında. Kocaman ve
nasırlı ellerini soran herkese ‘emeğin ellerinde zarafet olmaz’ deyişini
unutamadı daha sonra yüzünü dağlara dönen ve bir daha geri dönmeyen çocuklar…
Büyüdüm…
Dedem, köye her gelişinde cebinde
akide şekerleri dağıtırdı yol başlarında sadece onun gelişini bekleyen
çocuklara. Bir gün cebi boş geldi köye. Çünkü dedem çocuklaşmış, çocuklar ise
büyümüştü artık. Ve dedem öldü! Ve imam öldü! Çocuklar gözlerini alan o dağ
başlarında vuruldu! Ve Kenan Evren ressam oldu! Öyküm tam ortasından dörde
bölündü…
Merhaba,
YanıtlaSilMihemed Arif'in Amina'sını youtube'de bulamadım, başka bir ismi var mıdır?
Sanırım internet ortamında yayınlanmamış Amina şarkısı... Ben de hiç rastlamadım...
YanıtlaSilSevgiyle...
https://www.youtube.com/watch?v=Ha_1TkA_238
Sil