7 Mart 2012

KENAN EVREN, DEDEM VE AKİDE ŞEKERLERİ



Çocuktum...

Bir dağ insanı âşık eder mi kendine? Dağ mı insana vurulur? İnsan mı dağa? Dağa vurulan herkes dağda mı vurulur? Dağlanmış her yürek soluğu dağda mı alır yoksa?  

 

Dedem, Kato uçurumlarını aratmayan dimdik yüzüyle her gülümsediğinde seni düşlerime almamı sıkıca tembihlerdi o zamanlar. Sümbül Dağı vardı! Sonra yeşil parkalı devrimciler vardı. Evren Paşa'nın cemselerine istiflenip Zap Vadisine doğru götürüldükleri gün, korkudan titreyen çocukların kardeşlerine sonradan Evren ismini koyan korkak babalar da vardı. Radyolardan ölüm haberleri yayılırken bütün şehre, sonradan o dağlarda kar gibi eriyip büyük nehirlere akacak olan çocuklar, ‘ez berfa çiyakê reş im’ şarkısını çoktan ezberine almıştı. Korkak babalara, abilerini alıp götüren cemselere ve Kenan Paşa'ya inat. İnat, devrimciydi çünkü!

 

O kapkara iklimin içinde örgütsel dokümanları rafa dizip Tomiks ve Teksas'ları yakan bir annenin ayıbını kimse üstüne almıyordu nedense. Gerçeklik bazen o kadar ağır gelirdi ki insanlara, düş dualarına çıktıkları olurdu. Parkasının cebinde Mao'nun kızıl kitapçığı, boynunda muskalarla gezen bir deliye benziyordu o şehir… Sonra dedem vardı! Mihemed Arif'in Amîna'sı her çaldığında jilet gibi keskin nasırlı parmaklarıyla gözyaşlarını silerdi, gözyaşı kesesini yırtmak istercesine. Kaset her takıldığında kendini ve kaseti geriye sarardı inatla; kendini durmadan geriye saran kırık bir ezgiydi dedem. İmamın sözlerini duymaktan ve Kenan Evren'in yüzüne bakmaktan nefret ederdi. ‘Mele û Kenan Paşa bi hevra fermana me dinivîsin’ dediği günden sonra kutsî olanı tersinden okuyan bir münafığın erdemini yaşadı durdu; Kenan Paşa’nın darbe bildirgesini okuduğu binanın hemen yanındaki hastanede kalbi duruncaya dek…

 

Büyüyordum…

Ezberim bozuktu; kekemeydim. Âşık olduğum o siyah gözlü kızın babası, öğretmenime ve öğretmenimin yoldaşlarına işkence yapıyormuş o meşhur siyasi şubede. O kızın elleri, Kenan Paşa'nın elleri ve dedemin yaralı bir kaplumbağanın sırtını andıran kabuklanmış elleri! Ellerin kıvrımları insanın kişisel tarihidir diyordu bil cümle bilgeler. Ne Mutlu Türküm Diyene yazısının olduğu o heybetli uçuruma bakarken bütün cümlenin içinden (Ne diye?) kısmına takılıp kalan bir çocuk mezarlığı büyümeye başladı o şehrin hemen yanında. O kadar çok ölüyorduk ki! 'Çok küçük, hatta görünmez çizikler bile büyük yarılmaların habercisidir' türünden cümleler kuramayacak kadar beyaz kızın diline yabancıydım. Dedem inatla seni ve uçurumlarda açan o rengârenk çiçekleri iliştiriyordu anlattığı öykülerin bir yerlerine. Anlattığı öyküler eskidikçe ben eksiliyordum sanki. Onun yüzündeki kırışıklıklar fazlalaştıkça ben yaşlanıyordum. Ve yaşlandığımı öylece anladım durdum yıllarca.

 

Kurduğum tüm bu hengameli cümleler haritanın batısından gelmiş beyaz yüzlü okul arkadaşlarımın bende bıraktığı azgın bir kompleksti aslında. Bu ülkede herkes başkasının diliyle mükemmel konuşur. Kendi anadili hep kekeme kalır o yüzden. Ve dedem vardı! Köyün imamına ‘insan bazen hakikatinden o kadar uzaklaşır ki kendi yarattığı yalanına bile iman eder’ dediğinde köyde adı orospuya çıkmış bir kadının dışında kimse anlayamamıştı onu. Sekiz kız çocuğuna rağmen tek bir erkek çocuk yakalamak onu hiçbir zaman kendinden utanan bir avcı yapmamıştı. Cebindeki akide şekerleri, yatılı okullarda büyümüş köyün Dersimli hemşiresi, insan mutlak yalnız yaşayabilir ve Zagros soğuğunda bile üzüm yetişir inadı onun çocuklarıydı. İnat devrimciydi çünkü ve kocaman elleri vardı dedemin!

 

Sonra Kenan Paşa vardı! Kapısında tulumba tatlısı satılan Diyarbakır Zindanı vardı ve kapısında coplanan beyaz tülbentleriyle anneler vardı! Andımızı her okuduğumuzda ant içmiş gibi hizaya bir türlü gelemeyen çocuklar vardı! Gözleri mütemadiyen Sümbül'ün ardına bakan ve bazen içimizi paramparça eden bir öfke vardı! Zehirli bir suskunluk vardı! İzmir ve Ankara’dan her gelişlerinde iyi öğretmenlerin, temiz ve geniş caddelerin, mağazaların, Coca Cola’nın ve beyaz kızların reklamını yapan bir sürü Yılmaz Erdoğan’lar vardı! Herkes işini gücünü bırakmış, içine gücüne bakıyordu o günlerde! Hepimizin içi kırık dökük ve bize bile yetmeyecek kadar zayıftı! Somut koşulların her somut tahlilinde gücümüzün bildiğimizden çok daha az olduğu çıkıyordu. Sonra durmadan azan ‘bir gün mutlaka’ romantizmi vardı! Yakışıklı ve bıçkın abilerimizin beş parça mı, dört parça mı? Kır mı, şehir mi? diye sürüp giden tartışmaları bitmişti. Herkes sessizce kendi içinde bölge bölge ayrılmış kayıpların haritalarını çıkarıyordu. Abaküs ve fişler dönemi bitmiş, kayıp insanların camilerde tespih taneleriyle sayılma mevsimi gelmişti. Fişlenmiş ve fişten gelen akımla acı çektirilmiş binlerce yaşamın yasını tutuyordu anneler… Ama dedem vardı! ‘Ahmet Emmi ne düşünüyorsun?’ diye soran yüzbaşıya, ince sırıtmasıyla ‘Mustafa Kemali düşünüyorum’ diyordu darbe koşullarında. Kocaman ve nasırlı ellerini soran herkese ‘emeğin ellerinde zarafet olmaz’ deyişini unutamadı daha sonra yüzünü dağlara dönen ve bir daha geri dönmeyen çocuklar…

 

Büyüdüm…

Dedem, köye her gelişinde cebinde akide şekerleri dağıtırdı yol başlarında sadece onun gelişini bekleyen çocuklara. Bir gün cebi boş geldi köye. Çünkü dedem çocuklaşmış, çocuklar ise büyümüştü artık. Ve dedem öldü! Ve imam öldü! Çocuklar gözlerini alan o dağ başlarında vuruldu! Ve Kenan Evren ressam oldu! Öyküm tam ortasından dörde bölündü…


SAHTE MÜRİTLER VE MEZAR KAZICILAR

Selaheddîn Bîyanî
Bugün Türkiye'deki Siyasal İslam mutlak iktidar istemi sayesinde kendinden olmayan ve hizaya getiremediği bütün kimlik ve yaşam biçimlerinin reddi üzerinden ilerleyen bir İslami Faşizme dönüşmüştür. Erzurumlu Ağlayan İmam ve racon kesen Kasımpaşalı bir İmam Hatipli, iktidarın tepesinde iyi ve kötü polisi oynamaktadırlar adeta. 


“Büyük bir öğreti  çoğu kez sahte ve soysuz müritlerin elinde   hiçbir şey anlatmayan sıradan bir gevezeliğe dönüşebilir! O müritler, büyük bir fikrin taşıyıcılığını yapayım derken zamanla o fikrin mezar kazıcısı olurlar.”



1970’li yılların sonunda ülkenin sağcı ve solcu çocukları birbirini mahalle girişlerinde kurşunlarken ve faşist katliamlar ülkeyi boydan boya bir taziye evine çevirmişken, ülkenin bir yerinde sürekli insanları din kardeşliğine ve birliğe davet eden, ölen tüm günahsız kişilerin ruhlarını göklerdeki cennetin sahibi olan iyilik tanrısı Ülgen'e götüreceğini iddia eden Yayuci kadar münzevi ve mütevazi,  halimize sürekli ağlayan ve adeta bize yaşamın trajedisini tiyatral bir ustalıkla sergileyen, soylu bir kardinal kadar ağır, bir mesih kadar kendinden ve söylediklerinden emin bir adam çıkageldi. Daha işin başındayken sola karşı Postal İmparatorluğunun mutlak hakimleri olan bol apoletli, Doğu’ya ve özellikle İslam’a mesafeli generallerle flörtleşen bu naif ve kırılgan adam, aradan yirmi yıl geçtikten sonra sayısı milyonları bulan müritler ordusu, yaklaşık 280′in üzerinde şirket ve holding, yıllık 600 trilyon liralık iş hacmine sahip devasa bir ekonomik güç ile  birlikte adım adım özerk iktidara yürüdü ve hala sabırlı adımlarla yürümektedir.  Protestan olmadığı halde Seküler İslam’ın Martin Luther’liğine soyunan bu zat-ı muhterem, sıradan ve mütevazi bir vaizken birden soğuk savaş döneminde Sovyet bloğuna karşı yürütülen psikolojik savaşın en önemli iletişim aygıtlarından biri olan Hür Avrupa Radyosu’nun baş konuğu yapılıyor, Amerika'nın Sesi Radyosu'nun değişik lehçelerdeki Türkçe yayınlarında, bu zatın misyonu ve yaptıkları öve öve bitirilemiyordu.




Neredeyse bin yıllık tarihinin dokuz yüz yılı savaşlarla geçmiş, egemenler tarafından sürekli bir istila ve talan korkusuyla hipnotize edilmiş insanların ülkesinde  ‘ne zaman düşmanınla baş edemiyorsan başka bir düşmanını yardımına çağır; ona da pastadan bir pay ver’ anlayışı, tarihin en ilkesiz ve en soysuz ittifaklarını bu ülkenin şanlı tarihine armağan etmiştir.  Bütün bunlar Devlet-i Ali’nin bekası için yapılmıştır. Pragmatizmin bile tanımlamakta zorlanabileceği ve taslakları büyük ihtimal Washington’ da çizilmiş bu iktidarlar bloğu tarihin en renkli ve en kirli bloklarından biridir. Söz konusu bloğun içinde pentagon şefleri, her biri bir çizgi film kahramanını andıran devlet sosyologları, savaş stratejistleri, petrol şeyhleri, aile bankaları, modernizm tarihinin en komik zenginleri olan Anadolu burjuvaları, darbeci generaller, asit kuyusu ustaları, domuz bağını iki dakikada bağlayabilen pratik cellatlar, parlamentodaki işbirlikçiler, hiçbir mide asitinin eritemeyeceği kadar kaşarlaşmış  köşe yazarları, Amerika’da mütevazi evinde oturmakta olan Fethullah Gülen hazretleri, kafasında takkesi olduğu halde Fransız smokini giydirilmiş Ilımlı İslam’ın temsili olan AKP ve AKP’nin esmer prensleri olan  bol miktarda Kürt devşirme mevcuttur.

 Direktifleri ve eylem planı büyük ihtimal Pentagon’dan çıkmış olan -ki Kenan Paşa ve kurmaylarının bu planı uygulayacak kadar incelikli bir zekaya ve öngörüye sahip olmadıklarından hareket edebiliriz- bu plan, 1970’lerde ülkeyi boydan boya saran devrimci muhalefeti boğmanın en kestirme yolunun cemaatler, tarikatlar, İmam Hatip’li yapay ve sentetik imamlar ve  finans kapitali çok iyi ezber etmiş ince sakallı sahte dervişler ile devlet arasında pragmatik bir ittifak kurmanın planıydı. Aynı cenah, bugün Kürtlerin en sıradan demokratik haklarına anında karşı saldırı geliştiren ayet ve surelerden kılıçlarıyla faşist bir güruha dönüşmüş ve maskelerini düşürmüşlerdir. Medreselerin yerine Fransız pozitivist akademilerini kuran, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesi, fesin yerine şapkayı, saltanatın yerine cumhuriyeti, çarşafın yerine Fransız dekoltesini getiren ve Osmanlı’nın sekiz yüz yıllık kültürel ve siyasal geleneğinin reddi üzerine yükselen Kemalist devlet projesi, generallerle imamların ittifakı ile birlikte dağılıp zamanla Ergenekoncu Seçkinler Cumhuriyeti ve yaşamımızın en küçük gözeneklerine kadar sızabilmiş Tarikatlar Birliği Cumhuriyeti şeklinde vücut bulan bir devlet faşizmine dönüşmüştür. Söz konusu bu pragmatik ittifakın bir ucuna Kenan Evren’i ve kurmaylarını, öbür yanına Fethullah Gülen ve Enver Ören’i bıraktığımızda o tablonun içinde İslam’ın ve Kemalizm’in kimlik taşıyıcılığını yapan taşeron ve kurnaz tüccar takımını yani her iki öğretinin mezar kazıcılarını rahatlıkla görebiliyoruz.

1980 model cuntacı generallerin göz kırptığı bazen de doğrudan palazladığı Pantürkizm ve Panislamizm akımları, cemaat ve tarikatların denetiminde Kuran kursları ve İmam Hatip Liseleri üzerinden örgütlenirken, Gülen cemaati doğrudan dini kurumlar yerine liseler ve dershaneler üzerinde yoğunlaşıyordu. Sovyet sosyalizminin çöküşünden sonra  Gülen’in eğitim orduları uluslararası okullar atağına geçtiğinde öncelik verdikleri bölgelerin özellikle Amerika’nın iştahını kabartan  Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslar bölgesi olması başka bir nüanstır. Hewlêr, Dûhok ve Süleymaniye’den topladığı Kürt çocuklarını Güzel Türkçe Konuşma Yarışmalarında yarıştırabilecek düzeye getirmiş olmanın milliyetçi gururuyla, yedi ceddi Kürt ulusalcısı olan Barzani kirvelerinin yanında büyük bir itibar ve destek görebiliyorlar. ABD’nin semizlik askerleri, petrol kuyuları, Işık Okulları ve Barzani dörtlüsü tarihin en ironik tablolarından birinin içinde her gün yüzümüze sırıtmaktadırlar. "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Türk dünyasının hizmetinde"  demagojisiyle süslenen bu atılım, binlerce vakıf dernek okul ve şirket eliyle yürütülmektedir.  İlk bakışta saf Turancı ve İslami bir yayılma olarak görünen bu okullarda bol miktarda diplomatik pasaportlu Amerikalı official passeport" sahibi "İngilizce öğretmeni"  bulunmaktadır. Fethullah Gülen Amerikan şeflerinin görevlendirdiği postmodern bir bahai peygamberi gibi üç büyük dini kendi öğretisinin bünyesinde eritmeye çalışan dinler ve ülkeler üstü bir paravan örgütlenmenin başı gibidir adeta!

Kızılderili çocukların kafa derilerine on dolar ödemiş, Amerikalı yerli kavimlerin neredeyse tamamını yok etmiş, Avrupalı katillerin, tecavüzcülerin ve çapulcuların kan ve kemikten kurdukları Amerikan imparatorluğu, 1950'lerden itibaren dünyanın mutlak efendiliğine soyunduğunda, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için, her kıta dininin içinde kendisine bağlı bir tarikat örgütledi. Bu tarikatların hepsinin ortak söylemi neredeyse aynıdır: Dinler arası diyalog ve evrensel kardeşlik argümanı! Envai çeşit oyunun ve hilenin döndüğü bu uluslararası küresel saldırı ve talan teşkilatları kendi işbirlikçilerini neredeyse dünyanın her yerinde yaratabildiler. Kürenin büyük kapitalist efendileri, Marks'ın en büyük düşü olan ve dünya sosyalist güçlerinin yaratamadığı enternasyonalist birlikleri kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için papazların, hahamların ve 
imamların eliyle yaratabildiler. Amerika'nın Kore işgali sırasında Hıristiyan rahiplere ve misyonerlere kurdurduğu Moon Tarikatı Güney Kore nüfusunun yüzde 40'ını Budizm'den Hıristiyanlığa devşirmişlerdi. ABD'de, Türkiye'deki Sızıntı Dergisi'nin karşılığı olan The Fountain isimli bir derginin varlığı bu küresel ittifağın başka bir belirtisidir.
"Said-i Nursi'nin Kürt olduğunu öğrendiğimde içim acıdı" diyen zat-ı muhteremin milliyetçi refleksleri çoğu kez onun İslami kimliğinin çok önüne geçebilir. Tüm bu milliyetçi tavırlarına rağmen eğitim gönüllüleri şeklinde Kürt bölgelerine çullanan bu ince bıyıklı misyonerler ordusu zaten çoğu Müslüman olan Kürtleri sisteme daha fazla eklemlemenin kavgasını vermektedirler.  Afrika'nın Müslüman bölgelerine giden Batılı misyonerlerin kilise duvarlarına İsa'yı bir zenci olarak gösteren resimler çizdirmeleri ile Gülen cemaatinin Kürdü adam etme teknikleri birbirine fazlasıyla benzemektedir. 80 yıllık cumhuriyet tarihinin en haylaz çocuklarının bugün çoğunlukla Kürtler olması ve "Kürtler acilen ıslah edilmelidir" diyen devlet babalarının gür ve ürkütücü sesini dinlemek zorundadırlar. Çünkü bu ülkede din dahil olmak üzere tüm toplumsal renkler, devletin sıkı denetimi altında şekillendirilir. Devletin şekillendirdiği bir din ve onun müritleri devlete benzer ve devletleşir.   Said-i Nursi'nin Hizanlı Müslüman bir Kürt olması; hatta Fethullah Gülen'in bütün öğretisine kaynaklık etmesine rağmen Gülen'in nazarında bir tereddüt noktası olması, Gülen'in megaloman üst kimliğine fena halde dokunmaya yetebiliyordur belki de.
Cioran, "en büyük zalimler bir zamanlar kafası kesilmemiş mazlumlardan çıkar" demişti. Oysa ne Fethullah Gülen ne de onun cemaati hiçbir zaman bu ülkenin mazlumları olmadılar. 28 Şubat'ta İslami medyanın dramatize ettiği sahte mazlumiyetlerini saymazsak tabii. Cemaatler ve tarikatlar, sadece Türkiye'nin Kemalizm eksenli modernleşme siyasetini militan bir tarzda uyguladığı tek partili dönemin dışında adeta özerk bir iktidar gibi ekonomiden siyasete, gündelik yaşamdan kamusal yaşama kadar aslında bu ülkenin her yerindeydiler. Fetullah Gülen, var olan bütün cemaat önderlerinden daha seküler, uluslararası bağlantılar daha güçlü, daha esnek, daha milliyetçi, mütevazi giyimi ve yoksul Anadolu nostaljisine uygun döşenmiş 'ben de sizdenim' diye bağıran eviyle, adeta naif bir dervişi oynamaktadır. Hem solu zayıflatan, hem Kürdü asimile eden hem de devletin eğitim yükünü hafifleten bir eğitim gönüllüsü olan bu zat, tekkeden yeni çıkmış, gül suyuyla yıkanmış tiril tiril bir entegrasyon ustasıydı her zaman. Yani; fazlasıyla totaliter, kendini sürekli kılmak için çıkar ilişkileri ve çıkarların yarattığı ilkesiz ittifaklar üzerinden kendini yaşata yaşata omurgası kırılmış bir devlet için biçilmiş bir kaftan. ABD'nin göz diktiği herhangi bir coğrafyaya hiç de rastlantısal olmayan bir tarzda anında okul açabilen, Pentagon onaylı Turan fantezisini adım adım gerçekleştirirken öbür yandan ABD'nin ve Türkiye'deki yönetici elitlerin yerel ya da global hamlelerinde ileri süvari birliğini anında hareket ettiren bir akıncıdır.
PKK-Ergenekon ilişkilenmesini sürekli ayyuka çıkarmaya çalışan Gülen cemaatinin, önceleri mazlumlar için ağlayıp duran, sonradan dişleri ve pençeleri çıkmış korkak bir baykuşa benzeyen gazetesi Zaman, tıpkı kendi sahipleri gibi Ergenekon'un Kürtlerin başına getirdiğinin aynısını bu defa daha yumuşak bir eritme ve çarpıtma politikasıyla yapmaya çalışıyor. Kürdün yanında İslami bir kardeşlik kimliğiyle durup aslında devletin yüzyıllık bakış açısını olumlamaya ve kabullendirmeye çalışan bu cemaat ve onların paşababaları, 1990'ların başından itibaren Kürt illerinden Batıya, Gülen'in asimilasyon medreselerine götürdükleri yoksul Kürt çocuklarını Osmanlı'nın ocakta devşirdiği bir Polak çocuktan daha çok diline, kültürüne ve toplumsal gerçeğine yabancılaşmış bireyler olarak ailelerine geri göndermişlerdir. Gülen pragmatizmi ve AKP oportünizmi ve onların kutsal ittifakları öyle bir noktaya gelmiştir ki,  'bizden olmayan herkes Ergenekon'un içindedir' türünden tarihin en büyük pervasızlıklarından birine dönüşmüştür. Bugün Türkiye'deki Siyasal İslam mutlak iktidar istemi sayesinde kendinden olmayan ve hizaya getiremediği bütün kimlik ve yaşam biçimlerinin reddi üzerinden ilerleyen bir İslami Faşizme dönüşmüştür. Erzurumlu Ağlayan İmam ve racon kesen Kasımpaşalı bir İmam Hatipli, iktidarın tepesinde iyi ve kötü polisi oynamaktadırlar adeta. 'Bu ülke tarikatların ve şeyhlerin ülkesi olamaz' diye başlayan büyük söylemin tam karşısında duranların iktidara gelişini sadece cumhuriyet mitingleriyle protesto eden Kemalist seçkinlere, felek en sinsi kahkahasıyla gülmektedir bugün. Bu ülkede 'Ergenekon operasyonu bir kadro değişimidir' diyen insanların sesi boğulurken hayatımızın hemen hemen her yerine sızmayı başaran bir İslami blok, medyatik pompalamayla bütün muhalif kesimlerin üzerinden silindir gibi geçmeye çalışmaktadır. Son yirmi yıldır ince bıyıklı ne çok vali, kaymakam, savcı ve hakimin mahkeme salonlarında belirmeye başladıklarını hepimiz çok iyi biliyoruz. Taş atan çocuklara yirmişer yıl veren adamlar, seçim öncesi yoksul mahalleri makarna ve kömür torbalarıyla ayartmaya çalışan adamlar, seçimden hemen sonra BDP'nin yönetici kadrolarını adeta büyük bir intikam duygusuyla evlerinden aldıran adamlar, 80 darbesinin sabahı Beyaz Saray'da 'Türkiye yine karışmış' diyen Amerikan başkanına 'Sorun yok, bizim çocuklar darbe yapmış' diyen adamlar, Nazi toplama kamplarını aratmayan Ebu Geyrup hapishanesinde, Iraklı direnişçilere yazdıkları mektuplarda 'Ne olur bu hapishaneyi bizimle birlikte ateşe verin; çünkü karnımızda Amerikan askerlerinin piçleri var' diyen kadınlara tecavüz eden adamlar ve "anamızı ağlattınız" diyen çiftçiye "ananı da al git" diyen adamlar aynı koronun içindedirler. Tarihin en ironik ve en heterojen korosu! Çok gürültülü ve alabildiğince çirkin seslerle dolmuş bir koro!
İngiliz obez  çocuklar kadar bakımlı ve derli toplu, Amerikalı beyaz kolejli çocuklar kadar ironik ve kendinden emin bir dil kullanan, Avrupa'da okuduğu okula kefere mektebi diyecek kadar Doğulu ve şakacı bu müritler ordusu ve güneş değmemiş bembeyaz suratlı ağabeyleri yoksul mahallelerde gövdesi dal kadar incelmiş yoksul halk çocuklarını ayartamadıklarında herhangi bir sohbet esnasında yargıdaki ağabeylerine, panzer taşlayan o haylaz ve yola gelmez çocuklara yirmişer yıl vermelerini de rica edebilirler. Solu sadece Mao ve Stalin'den ibaret bir din düşmanlığı gibi gösterip reel sosyalizmin kanlı tarihini yıllarca bu topluma asıl sosyalizm dedikleri böyle bir şey diye anlatmaya çalışan ve bunu büyük ölçüde başaran, bugün televizyonlarından ve gazetelerinden o büyük küresel, kirli ve derin ilişkilerine rağmen utanmadan muhalif ve farklı olan her yapıyı bir çete ile ilişkilendirmeye çalışmaktadırlar. 1969'da 6. Filo'yu Karaköy İskelesine döken devrimcilere çivili sopalarla saldıran Milli Türk Talebe Birliği bu gün çivili sopalarını tarihin dehlizine gömüp yerine yargıyı, medyayı, biber gazını ve polisi ikame etmişlerdir. Kendi cenahlarına dahil edemedikleri her insanı ve her türlü toplumsal hareketi, türlü türlü ayak oyunlarıyla kitlelerin gözünde itibar kaybına uğratacak erkleri, erkeklikleri, kadroları, ilişki dünyaları ve paraları fazlasıyla mevcut olmasına rağmen bu ülkede bunların maskelerini yırtıp bunlara çelme takacak asi çocukların hala var olduğunu bilmek bile insanı az da olsa rahatlatabiliyor.