FOTOĞRAFTA OLMAYAN UTANGAÇ KARDEŞ
Bir ülkede doğan
çocuklara verilen isim ile isim konulan dönemin politik ve kültürel iklimi
arasında dolayımsız bir bağ vardır. İsimlendirmek sömürgeci için yeniden
düzenleme yoluyla iktidarını pekiştirme pratiğine dönüşürken sömürge birey için
‘özün ve hakikatin’ beyanatına dönüşür. Kürdistan’ın kuzeyinde 1938 ile
başlayan ‘uzun suskunluk’ ve ‘sömürgeciliğin yeni tahkim dönemi’ olarak anılan tarih
aralığında devletin okuluyla, karakoluyla ve sağlık ocağıyla sızabildiği
yerlerde yeni doğan binlerce çocuğa çoğunlukla ya köyün en sevilen öğretmeninin
ya da hemşiresinin ismi konuldu. Anti kolonyal bilincin yerine suskunluğun ve
dipten dibe beyaza olan hayranlığın kültürel bir tutuma dönüştüğü o yıllarda
Gever ile Şemzînan arasında bulunan Spîrêz Dağının eteklerindeki o ıssız köyde
doğan Rûken’e köyün öğretmeninin eşinin ismi konulur: Aysel…
1990’ların
başıdır; birkaç yıl önce tarihin imdat freni üç beş baldırı çıplak tarafından
Gabar, Çirav ve Govend silsilesinde çekilmiştir, tarihe ve kürdün makûs
talihine müdahale edilmiştir. Dağlar ovaya, ovalar dağa ses vermektedir
artık. Kürdün kalemi de hançeri de aynı savaş alanına uygun adımlarla ‘Ey
Raqîp’ ve ‘Çerxa Şoreşê’ eşliğinde yürümektedir. Dağın ve ovanın vuslatını
anlatan bu aşk hikâyesinde her fısıldaşma illegal bir söyleşme ve ölümüne bir sözleşmeye
dönüşmektedir. Ovalardan dağlara yürüyen Aysel’ler Rûken’lere, Nazan’lar
Nûda’lara tekrar dönüşmektedir. Cegerxwîn’in 70’lerde sorduğu Kî me ez? sorusu
karşılık bulmuş, adanmışlığın, kahramanlığın ve onurun hikâyeleri koca bir topoğrafyada
yayıldıkça yayılmaktadır…
Takvimler 92’den
93’e geçerken Gever, binlerce sarı mekaplının ateşten dansına şahitlik
etmektedir. Aysel, şaşkındır. Köye mütemadiyen gelen savaşçılar kimseye benzememektedir
çünkü. Bellerine kadar yükselen karı yara yara yüzlerce kilometre yürüyen bu
insanları yürüten kudretin peşine düşer Aysel. İlk soru sorduğu savaşçı Tıp Fakültesini
bırakıp gelmiştir. Aysel, ortaokulu bile ilçe merkezi köylerine uzak diye
okumadığı için hayıflanırken doktor ona bilmenin, bilenmenin ve büyümenin
okulla hiç bir ilgisinin olmadığını anlatmaya çalışır. Cevaplarını toplar Aysel
ve bir bahar sabahı biriktirdiği bütün cevaplarını da yanına alarak dağlara
yürür. Dayika Helîm ‘Aysoka min biharekê wenda bû’[1]
der ve bir daha konuyu bile açmaz… 1994 yılında çocukluğundan tanıdığı yaralı
bir yoldaşını sırtında taşırken bir kurşun da Aysel’in sırtına gelir ve cevaplarıyla
birlikte anısı dağlara gömülür. Yeğeni Bedirxan, köye gelen Çayan isimli savaşçıya
büyük bir hayranlık duyar ve halasının geçtiği patikalardan yürüyüp 49’ların yan
yana gömüldüğü Çiyareşk’te konumlanır. 2003 yılında soluklandığı bir sığınakta
tavanın çökmesiyle 49’ların yanına gömülür. Sîpanê Efrînî’nin ‘Çiyayê Reşkê
lehiya xwînê tê / Kelha Dimdimê çi li ber te tê’ şarkısını koynuna alarak…
Aysel’in küçük kardeşi Nuran ablasının ve yeğeninin yarım kalmış hikâyesini tamamlamak için Spîrêz silsilesinden ‘Hêlîna Şêran’ denilen yere doğru yürümeye başlar ve varır varmaz ablasının ve yeğeninin isimlerinin bileşkesi olan Rûken Çayan kodunu alır. 2012’nin Mart’ında Dola Kokê’de dokuz yoldaşıyla çığ altında kalır; yoldaşları vasiyetine sadık kalır ve o dağlarda kalır kocaman gözleri… Aynı yıl Bedirxan’ın küçük kardeşi Demhat abisinin ismini devralır ve Çayan Can olarak yarım kalmış bir hasretin peşine düşer. 2016 yılında Sason Dağlarında devletin gri listesinde üstüne çentik atılan Kürtlerden biri olarak resmi kayıtlara düşer. Xeberek hatî ji Diyarê Sason / Dîsa birînên kevin li cerg û dilan de vebûn…’ şarkısı yankılanır Xemê ananın Gever’in ücra bir vadisindeki evinde…
Yıllar sonra 1993
yılında kimin çektiği hala belli olmayan bir fotoğraf ortaya çıkar. Fotoda
Bedirxan ve Starxan vardır ama Demhat eksiktir fotodan. Demhat’ın neden
fotoğraf karesinde olmadığını annesine soruduğumuzda anne gülerek ‘Demhat
fotoğraf çektirmeyecek kadar utangaçtı’ demişti…
Yıllar sonra Bedirxan
ve Demhat’ın kardeşi olan Starxan zindana düşer. Geride tek bir erkek evladı
kalmıştır Dayika Xemê’nin. O da evlenir
ve doğan ilk çocuğuna Demhat ismini koyar. ‘Bakışları ve gülüşü Demhat’a çok
benziyor ve amcası gibi kokuyor’ dediğinde Xemê ananın bakışları donuyor! ‘Çocuklarıma
eksik verdiğim bütün sevgiyi bu çocuğa yükledim’ diyerek sözünü şöyle
bitiriyor: Hinek xem ew qas giran û pîroz in divê bên xemilandin… ‘ [2]
Xemê ananın
bakışlarında sabitlediği o hüzün, direngenlik, öfke ve kaybetmediği gülüşü bu
büyük destansı direnişin içinden sadece mağduriyeti ve kaybı ayıklayıp gözümüze
sokan ‘mağduriyet tapıcılarının’ anlayabileceği bir şey değildir. Yüzüne
neredeyse direnişin bütün hallerini bir duygular atlası gibi yerleştirmiş olan
Xemê ananın demlediği çayda bile ‘Çaya li gel hevala çaya herî xweşe’ deyişi
diri bir hafızanın ve unutmamanın direniş külliyatını nasıl beslediğini tekrar
tekrar bizlere anlatmaya devam ediyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder