22 Ocak 2024

 


FOTOĞRAFTA OLMAYAN UTANGAÇ KARDEŞ

 


Bir ülkede doğan çocuklara verilen isim ile isim konulan dönemin politik ve kültürel iklimi arasında dolayımsız bir bağ vardır. İsimlendirmek sömürgeci için yeniden düzenleme yoluyla iktidarını pekiştirme pratiğine dönüşürken sömürge birey için ‘özün ve hakikatin’ beyanatına dönüşür. Kürdistan’ın kuzeyinde 1938 ile başlayan ‘uzun suskunluk’ ve ‘sömürgeciliğin yeni tahkim dönemi’ olarak anılan tarih aralığında devletin okuluyla, karakoluyla ve sağlık ocağıyla sızabildiği yerlerde yeni doğan binlerce çocuğa çoğunlukla ya köyün en sevilen öğretmeninin ya da hemşiresinin ismi konuldu. Anti kolonyal bilincin yerine suskunluğun ve dipten dibe beyaza olan hayranlığın kültürel bir tutuma dönüştüğü o yıllarda Gever ile Şemzînan arasında bulunan Spîrêz Dağının eteklerindeki o ıssız köyde doğan Rûken’e köyün öğretmeninin eşinin ismi konulur: Aysel…

1990’ların başıdır; birkaç yıl önce tarihin imdat freni üç beş baldırı çıplak tarafından Gabar, Çirav ve Govend silsilesinde çekilmiştir, tarihe ve kürdün makûs talihine müdahale edilmiştir.   Dağlar ovaya, ovalar dağa ses vermektedir artık. Kürdün kalemi de hançeri de aynı savaş alanına uygun adımlarla ‘Ey Raqîp’ ve ‘Çerxa Şoreşê’ eşliğinde yürümektedir. Dağın ve ovanın vuslatını anlatan bu aşk hikâyesinde her fısıldaşma illegal bir söyleşme ve ölümüne bir sözleşmeye dönüşmektedir. Ovalardan dağlara yürüyen Aysel’ler Rûken’lere, Nazan’lar Nûda’lara tekrar dönüşmektedir. Cegerxwîn’in 70’lerde sorduğu Kî me ez? sorusu karşılık bulmuş, adanmışlığın, kahramanlığın ve onurun hikâyeleri koca bir topoğrafyada yayıldıkça yayılmaktadır…

Takvimler 92’den 93’e geçerken Gever, binlerce sarı mekaplının ateşten dansına şahitlik etmektedir. Aysel, şaşkındır. Köye mütemadiyen gelen savaşçılar kimseye benzememektedir çünkü. Bellerine kadar yükselen karı yara yara yüzlerce kilometre yürüyen bu insanları yürüten kudretin peşine düşer Aysel. İlk soru sorduğu savaşçı Tıp Fakültesini bırakıp gelmiştir. Aysel, ortaokulu bile ilçe merkezi köylerine uzak diye okumadığı için hayıflanırken doktor ona bilmenin, bilenmenin ve büyümenin okulla hiç bir ilgisinin olmadığını anlatmaya çalışır. Cevaplarını toplar Aysel ve bir bahar sabahı biriktirdiği bütün cevaplarını da yanına alarak dağlara yürür. Dayika Helîm ‘Aysoka min biharekê wenda bû’[1] der ve bir daha konuyu bile açmaz… 1994 yılında çocukluğundan tanıdığı yaralı bir yoldaşını sırtında taşırken bir kurşun da Aysel’in sırtına gelir ve cevaplarıyla birlikte anısı dağlara gömülür. Yeğeni Bedirxan, köye gelen Çayan isimli savaşçıya büyük bir hayranlık duyar ve halasının geçtiği patikalardan yürüyüp 49’ların yan yana gömüldüğü Çiyareşk’te konumlanır. 2003 yılında soluklandığı bir sığınakta tavanın çökmesiyle 49’ların yanına gömülür. Sîpanê Efrînî’nin ‘Çiyayê Reşkê lehiya xwînê tê / Kelha Dimdimê çi li ber te tê’ şarkısını koynuna alarak… 

Aysel’in küçük kardeşi Nuran ablasının ve yeğeninin yarım kalmış hikâyesini tamamlamak için Spîrêz silsilesinden ‘Hêlîna Şêran’ denilen yere doğru yürümeye başlar ve varır varmaz ablasının ve yeğeninin isimlerinin bileşkesi olan Rûken Çayan kodunu alır. 2012’nin Mart’ında Dola Kokê’de dokuz yoldaşıyla çığ altında kalır; yoldaşları vasiyetine sadık kalır ve o dağlarda kalır kocaman gözleri… Aynı yıl Bedirxan’ın küçük kardeşi Demhat abisinin ismini devralır ve Çayan Can olarak yarım kalmış bir hasretin peşine düşer. 2016 yılında Sason Dağlarında devletin gri listesinde üstüne çentik atılan Kürtlerden biri olarak resmi kayıtlara düşer. Xeberek hatî ji Diyarê Sason / Dîsa birînên kevin li cerg û dilan de vebûn…’ şarkısı yankılanır Xemê ananın Gever’in ücra bir vadisindeki evinde…

Yıllar sonra 1993 yılında kimin çektiği hala belli olmayan bir fotoğraf ortaya çıkar. Fotoda Bedirxan ve Starxan vardır ama Demhat eksiktir fotodan. Demhat’ın neden fotoğraf karesinde olmadığını annesine soruduğumuzda anne gülerek ‘Demhat fotoğraf çektirmeyecek kadar utangaçtı’ demişti…

Yıllar sonra Bedirxan ve Demhat’ın kardeşi olan Starxan zindana düşer. Geride tek bir erkek evladı kalmıştır Dayika Xemê’nin.  O da evlenir ve doğan ilk çocuğuna Demhat ismini koyar. ‘Bakışları ve gülüşü Demhat’a çok benziyor ve amcası gibi kokuyor’ dediğinde Xemê ananın bakışları donuyor! ‘Çocuklarıma eksik verdiğim bütün sevgiyi bu çocuğa yükledim’ diyerek sözünü şöyle bitiriyor: Hinek xem ew qas giran û pîroz in divê bên xemilandin… ‘ [2]

Xemê ananın bakışlarında sabitlediği o hüzün, direngenlik, öfke ve kaybetmediği gülüşü bu büyük destansı direnişin içinden sadece mağduriyeti ve kaybı ayıklayıp gözümüze sokan ‘mağduriyet tapıcılarının’ anlayabileceği bir şey değildir. Yüzüne neredeyse direnişin bütün hallerini bir duygular atlası gibi yerleştirmiş olan Xemê ananın demlediği çayda bile ‘Çaya li gel hevala çaya herî xweşe’ deyişi diri bir hafızanın ve unutmamanın direniş külliyatını nasıl beslediğini tekrar tekrar bizlere anlatmaya devam ediyor… 

 

 



[1] Aysel’im bir baharda kayboldu…

[2] Bazı acılar o kadar ağır ve kutsaldır ki onları süsleyip güzelleştirmek zorundasın…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder