‘Lice’de patlayan
bir G-3 mermisi Şemdinli’de bir tütün yaprağını parçalayabilir ki kötülüğün menzili o denli uzaktır...’'
Temmuz
1989’da Avrupa’nın en iyi korunan başkentlerinden biri olan Viyana’da, içinde daha
sonra Ahmedinejad’ın da yer aldığı ortaya çıkan İran devletine bağlı bir infaz
timi, İKDP Genel Sekreteri Dr. Qasimlo ve üç yıl sonra da İKDP Başkanı Dr.
Şerfkendi, MK Üyeleri Fettah Abdullah ve Mummayoun Ardalan’ı bir restoranda
katlettiler. 24 yıl sonra yine Cezayir ve Kuzey Afrika’da katlettikleri halkların
kanlarını ellerinden halen temizlememiş olan Fransa’nın Paris’inde, Sakine
Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan katledilirken Kürtlerin aklına şu sorular
gelmekteydi: Batılı devletlerin yüz yıl önce kurup halkların başına bela
ettikleri işbirlikçi ulus-devletlerin tetikçilerine belli anlaşmalar üzerinden ev
sahipliği yapma gibi bir misyonları olabilir mi? Birkaç gün önce Rojava’da
Fransız menşeili ambulansların içinden sivil Kürtlere ateş eden çeteler ile
Fransız hükümeti arasındaki ilişkiyi bir tarafa not düşerek…
Ekim
2007 tarihinde Tayyip Erdoğan ile W. Bush arasında geçen görüşmede Amerikan
devletinin Türkiye’nin önüne sunduğu ev ödevlerinden birisi de Türkiye’nin
İran, Suriye ve Libya konusunda Amerika’nın çıkarlarına paralel hareket
etmesiydi. Amerika, bunun karşılığında Türkiye’nin özellikle sınır boylarındaki
hareketlilikleri gözlemleyecek ve Amerikan devletine günde 1 milyon dolara mal
olacak bir bilgi ve istihbaratı Türkiye devletiyle anında paylaşacaktı. Roboskî
gibi kazaların olması da olağan bir savaş uygulamasından sayılacaktı haliyle;
ya da istihbarat hatası!
7
Aralık 2007’de Amerikan Büyükelçisi tarafından gizli ibareyle yazılan ve daha
sonra Wikileaks tarafından deşifre edilen gizli notunda Sakine Cansız, PKK’nin
finansörü, silah ve taktik stratejisti olarak tanımlanmaktaydı. Aynı belgede
Sakine Cansız'ın ismi büyük harflerle yazılarak, bu insan hakkında son derece
dikkatli olunması konusuna da gönderme yapılıyordu. Sakine Cansız ve Rıza
Altun’un ne kadar tehlikeli olduklarına ısrarla vurgu yapan belgenin sonunda
Avrupa devletlerinin bu insanların serbest dolaşımı konusunda gevşek
davrandığına dair sitem dolu cümleler yer alıyordu. Dêrsim’de Mazlum Doğan’la
başlayıp Ankara’da süren ve Fis Köyü'nden Diyarbakır Cezaevi'ne, oradan
Kürdistan dağları ve Avrupa metropollerine uzanan bu uzun soluklu yaşam Paris’te
sonlandığında ''Kim yaptı'' sorusunun cevabı aslında tarihte, bu günde ve
egemenlerin gelecek kurgularında gizlidir.
17
Ekim 2012 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone, Türkiye’ye Usame
Bin Ladin’i yakalamak için kullandıkları yöntemi öneriyordu. Bu öneriden hemen
sonra Erdoğan PKK’nin El Kaide olmadığını ve bu yöntemin uygulanabilirliğinin
mümkün olmadığını söyleyerek tersinden bir algı yaratıyordu. Kürtleri tedirgin
etmek için olmadık yöntemler deneyen Erdoğan, bir taraftan bu öneriyi ret
ederken, diğer taraftan bu öneriye tam olarak da kapalı olmadıklarını meşhur
şifreli konuşmalarıyla ortaya koyuyordu. Kullandığı beden dilinden bunu okumak
hiç de zor değildi aslında.
Egemenler,
bazı zamanlar kitleler üzerinde kafa karışıklığı, tedirginlik ve kaynağı
belirsiz bir korku yaratma yoluyla kendilerini ve iktidarlarını
süreklileştirirler. Suriye politikası ve dolayısıyla komşularla sıfır problem
stratejisi iflas eden, Kürt muhalefeti karşısında çaresizliğini bazen
gizleyemeyen, 'bir taraftan görüşüyorum,
bir taraftan vurmaya devam ediyorum' imajını vermeye çalışarak içerideki
basıncı azaltmayı hedefleyen, diğer yandan durmadan Kürt siyasal temsillerine
buyurgan bir tavırla akıl vermeye çalışan Erdoğan’ın hem Türk hem Kürt
tarafında yarattığı kafa karışıklığı ve hedef şaşırtma taktikleri gerçekten
takdire şayandır. Erdoğan ve hükümetine Ortadoğu’da biçilen bu büyük tarihsel
misyona karşı Avrupa devletlerinin Türkiye’yi içeride ve dışarıda rahatlatmak
için bu cinayete destek verdiği ya da göz yumduğu hatta bunu Türkiye devletine
karşı bir jest olarak ortaya koyduğu düşüncesi bile defalarca yazılıp
çizildi.
Dipten
gelen ve büyüyen bir ekonomik krizin sinyallerinin yarattığı panik, BDP’nin
neredeyse bütün kadrolarının operasyonlarla siyaset dışına itilmesi ve askeri
sahada büyük operasyonlara rağmen durdurulamayan Kürt muhalefeti hükümeti
oldukça zorlamaktadır. Bununla birlikte çeteci faaliyetlere verilen büyük
desteklere rağmen otonomiye gün be gün yaklaşan Rojava'daki Kürtlerin yarattığı
korku, Erdoğan ve hükümetinin uzun vadeli bütün stratejik planlarına engel
teşkil etmektedir. AKP’nin kaderi Rojava ve Güney Kürtlerinin evrileceği
noktaya ve Kuzey Kürtlerinin elde edecekleri statü ya da sürdürecekleri savaşa
bağlıdır. Bu noktada Sayın Öcalan ile yürütülen müzakerelerin seyrinin süreçte
ne kadar etkili olacağını hükümet kanadı dahil artık herkes kabul etmektedir.
Şimdiye kadar Abramowitz’in deyimiyle durumu iyi idare eden Erdoğan’ın kaderi,
çok kısa sürelerde olağanüstü tarihsel değişimlere şahit olan Ortadoğu
topraklarındaki gelişmelere bağlıdır.
Batı
için Libya, Mısır ve Suriye’nin kontrolünü Şiilikten alıp Yeşil Sünni İslam’a
devretmek -ki Arap Baharı’nın birinci stratejik hedefi bu idi- böylelikle
İran’ı yalnızlaştırmak ve içeriden çökertmek için Erdoğan ve Gülen hareketine
en azından konjonktürel olarak bugün ihtiyaç vardır. Paris suikastını bu
denklem üzerinden okuduğumuzda, Avrupa’nın bu cinayete sessiz kalması,
cinayetin bağlantılarını bir türlü çözmeye gönüllü olmayışı hatta olayı
münferit bir olay olarak lanse etme girişimlerinin bu katliamın Türkiye
devletine sunulmuş bir hediye olduğunu da akıllara getirmektedir. Bu katliamı
yapanlar kuşkusuz bu katliamın uluslararası arenada ve Kürt tarafında oluşacak
tepkilerini de hesaplamışlardır. Sadece bir psikopat kişiliğin işleyeceği
türden bir cinayet olmadığı gün gibi ortadadır. Aslında katliamla verilmek
istenen mesaj şudur: emperyalistler ve onlara göbekten bağlı olan işbirlikçi
ulus devletlerin ortak çıkarı ve kazanımlarını korumak adına her türlü
operasyon, katliam ve suikast yapılabilir. Dünyanın ve Kürtlerin bu katliam
karşısındaki tepkileri bile inceden inceye hesaplanmıştır! Siyasi bir suikast
ülke menfaatleri için olsa bile içeride ve dışarıda belli bir bütçe, planlama
ve üst bir makamın onayı olmadan asla işlenmez.
Barış
dönemlerinde savaşın çok farklı yöntemlerle hatta daha sert, derin ve kanlı
süreçlerle ilerlediğini tarih birçok kez not düşmüştür. Kürt halkı yüzyıllardır
birçok devrimci evladını ‘welatê xerîbiyê’
dedikleri uzak ülkelerde yitirmiştir. Fakat tarih, sürgünde ölmeyi ölmenin
biçimine göre kategorize ederek bu duruma bir şerh koymuştur: Bir devrimcinin
ülkesinden çok uzakta ölmesi sürgünde öldüğü anlamına gelmez, çünkü siz
hayatınız boyunca bir halkın ve bir ülkenin kalbine yürümüşseniz dünyanın
neresinde ölürseniz ölün, öldüğünüz yerin uğruna yaşamınızı verdiğiniz o halka
ve o ülkeye uzaklığı aynı mesafededir. Üç devrimci Kürt kadınının cenazesini Amed‘de
karşılamaya gelen yüz binler, bu halkın her üç evladının aslında Paris’te değil
Amed’de toprağa düştüklerini bir kez daha dosta düşmana açıkça beyan
etmişlerdir…