1 Nisan 2013

PARİS'TE VURULUP AMED'DE TOPRAĞA DÜŞMEK




‘Lice’de patlayan bir G-3 mermisi Şemdinli’de bir tütün yaprağını parçalayabilir ki kötülüğün menzili o denli uzaktır...’'

 

 

Temmuz 1989’da Avrupa’nın en iyi korunan başkentlerinden biri olan Viyana’da, içinde daha sonra Ahmedinejad’ın da yer aldığı ortaya çıkan İran devletine bağlı bir infaz timi, İKDP Genel Sekreteri Dr. Qasimlo ve üç yıl sonra da İKDP Başkanı Dr. Şerfkendi, MK Üyeleri Fettah Abdullah ve Mummayoun Ardalan’ı bir restoranda katlettiler. 24 yıl sonra yine Cezayir ve Kuzey Afrika’da katlettikleri halkların kanlarını ellerinden halen temizlememiş olan Fransa’nın Paris’inde, Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan katledilirken Kürtlerin aklına şu sorular gelmekteydi: Batılı devletlerin yüz yıl önce kurup halkların başına bela ettikleri işbirlikçi ulus-devletlerin tetikçilerine belli anlaşmalar üzerinden ev sahipliği yapma gibi bir misyonları olabilir mi? Birkaç gün önce Rojava’da Fransız menşeili ambulansların içinden sivil Kürtlere ateş eden çeteler ile Fransız hükümeti arasındaki ilişkiyi bir tarafa not düşerek…

 

Ekim 2007 tarihinde Tayyip Erdoğan ile W. Bush arasında geçen görüşmede Amerikan devletinin Türkiye’nin önüne sunduğu ev ödevlerinden birisi de Türkiye’nin İran, Suriye ve Libya konusunda Amerika’nın çıkarlarına paralel hareket etmesiydi. Amerika, bunun karşılığında Türkiye’nin özellikle sınır boylarındaki hareketlilikleri gözlemleyecek ve Amerikan devletine günde 1 milyon dolara mal olacak bir bilgi ve istihbaratı Türkiye devletiyle anında paylaşacaktı. Roboskî gibi kazaların olması da olağan bir savaş uygulamasından sayılacaktı haliyle; ya da istihbarat hatası!

 

7 Aralık 2007’de Amerikan Büyükelçisi tarafından gizli ibareyle yazılan ve daha sonra Wikileaks tarafından deşifre edilen gizli notunda Sakine Cansız, PKK’nin finansörü, silah ve taktik stratejisti olarak tanımlanmaktaydı. Aynı belgede Sakine Cansız'ın ismi büyük harflerle yazılarak, bu insan hakkında son derece dikkatli olunması konusuna da gönderme yapılıyordu. Sakine Cansız ve Rıza Altun’un ne kadar tehlikeli olduklarına ısrarla vurgu yapan belgenin sonunda Avrupa devletlerinin bu insanların serbest dolaşımı konusunda gevşek davrandığına dair sitem dolu cümleler yer alıyordu. Dêrsim’de Mazlum Doğan’la başlayıp Ankara’da süren ve Fis Köyü'nden Diyarbakır Cezaevi'ne, oradan Kürdistan dağları ve Avrupa metropollerine uzanan bu uzun soluklu yaşam Paris’te sonlandığında ''Kim yaptı'' sorusunun cevabı aslında tarihte, bu günde ve egemenlerin gelecek kurgularında gizlidir.

 

17 Ekim 2012 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone, Türkiye’ye Usame Bin Ladin’i yakalamak için kullandıkları yöntemi öneriyordu. Bu öneriden hemen sonra Erdoğan PKK’nin El Kaide olmadığını ve bu yöntemin uygulanabilirliğinin mümkün olmadığını söyleyerek tersinden bir algı yaratıyordu. Kürtleri tedirgin etmek için olmadık yöntemler deneyen Erdoğan, bir taraftan bu öneriyi ret ederken, diğer taraftan bu öneriye tam olarak da kapalı olmadıklarını meşhur şifreli konuşmalarıyla ortaya koyuyordu. Kullandığı beden dilinden bunu okumak hiç de zor değildi aslında.

Egemenler, bazı zamanlar kitleler üzerinde kafa karışıklığı, tedirginlik ve kaynağı belirsiz bir korku yaratma yoluyla kendilerini ve iktidarlarını süreklileştirirler. Suriye politikası ve dolayısıyla komşularla sıfır problem stratejisi iflas eden, Kürt muhalefeti karşısında çaresizliğini bazen gizleyemeyen,  'bir taraftan görüşüyorum, bir taraftan vurmaya devam ediyorum' imajını vermeye çalışarak içerideki basıncı azaltmayı hedefleyen, diğer yandan durmadan Kürt siyasal temsillerine buyurgan bir tavırla akıl vermeye çalışan Erdoğan’ın hem Türk hem Kürt tarafında yarattığı kafa karışıklığı ve hedef şaşırtma taktikleri gerçekten takdire şayandır. Erdoğan ve hükümetine Ortadoğu’da biçilen bu büyük tarihsel misyona karşı Avrupa devletlerinin Türkiye’yi içeride ve dışarıda rahatlatmak için bu cinayete destek verdiği ya da göz yumduğu hatta bunu Türkiye devletine karşı bir jest olarak ortaya koyduğu düşüncesi bile defalarca yazılıp çizildi. 

 

Dipten gelen ve büyüyen bir ekonomik krizin sinyallerinin yarattığı panik, BDP’nin neredeyse bütün kadrolarının operasyonlarla siyaset dışına itilmesi ve askeri sahada büyük operasyonlara rağmen durdurulamayan Kürt muhalefeti hükümeti oldukça zorlamaktadır. Bununla birlikte çeteci faaliyetlere verilen büyük desteklere rağmen otonomiye gün be gün yaklaşan Rojava'daki Kürtlerin yarattığı korku, Erdoğan ve hükümetinin uzun vadeli bütün stratejik planlarına engel teşkil etmektedir. AKP’nin kaderi Rojava ve Güney Kürtlerinin evrileceği noktaya ve Kuzey Kürtlerinin elde edecekleri statü ya da sürdürecekleri savaşa bağlıdır. Bu noktada Sayın Öcalan ile yürütülen müzakerelerin seyrinin süreçte ne kadar etkili olacağını hükümet kanadı dahil artık herkes kabul etmektedir. Şimdiye kadar Abramowitz’in deyimiyle durumu iyi idare eden Erdoğan’ın kaderi, çok kısa sürelerde olağanüstü tarihsel değişimlere şahit olan Ortadoğu topraklarındaki gelişmelere bağlıdır.

 

Batı için Libya, Mısır ve Suriye’nin kontrolünü Şiilikten alıp Yeşil Sünni İslam’a devretmek -ki Arap Baharı’nın birinci stratejik hedefi bu idi- böylelikle İran’ı yalnızlaştırmak ve içeriden çökertmek için Erdoğan ve Gülen hareketine en azından konjonktürel olarak bugün ihtiyaç vardır. Paris suikastını bu denklem üzerinden okuduğumuzda, Avrupa’nın bu cinayete sessiz kalması, cinayetin bağlantılarını bir türlü çözmeye gönüllü olmayışı hatta olayı münferit bir olay olarak lanse etme girişimlerinin bu katliamın Türkiye devletine sunulmuş bir hediye olduğunu da akıllara getirmektedir. Bu katliamı yapanlar kuşkusuz bu katliamın uluslararası arenada ve Kürt tarafında oluşacak tepkilerini de hesaplamışlardır. Sadece bir psikopat kişiliğin işleyeceği türden bir cinayet olmadığı gün gibi ortadadır. Aslında katliamla verilmek istenen mesaj şudur: emperyalistler ve onlara göbekten bağlı olan işbirlikçi ulus devletlerin ortak çıkarı ve kazanımlarını korumak adına her türlü operasyon, katliam ve suikast yapılabilir. Dünyanın ve Kürtlerin bu katliam karşısındaki tepkileri bile inceden inceye hesaplanmıştır! Siyasi bir suikast ülke menfaatleri için olsa bile içeride ve dışarıda belli bir bütçe, planlama ve üst bir makamın onayı olmadan asla işlenmez.

 

Barış dönemlerinde savaşın çok farklı yöntemlerle hatta daha sert, derin ve kanlı süreçlerle ilerlediğini tarih birçok kez not düşmüştür. Kürt halkı yüzyıllardır birçok devrimci evladını ‘welatê xerîbiyê’ dedikleri uzak ülkelerde yitirmiştir. Fakat tarih, sürgünde ölmeyi ölmenin biçimine göre kategorize ederek bu duruma bir şerh koymuştur: Bir devrimcinin ülkesinden çok uzakta ölmesi sürgünde öldüğü anlamına gelmez, çünkü siz hayatınız boyunca bir halkın ve bir ülkenin kalbine yürümüşseniz dünyanın neresinde ölürseniz ölün, öldüğünüz yerin uğruna yaşamınızı verdiğiniz o halka ve o ülkeye uzaklığı aynı mesafededir. Üç devrimci Kürt kadınının cenazesini Amed‘de karşılamaya gelen yüz binler, bu halkın her üç evladının aslında Paris’te değil Amed’de toprağa düştüklerini bir kez daha dosta düşmana açıkça beyan etmişlerdir…