6 Ağustos 2013

TÜRK-İ FAŞİZMİN PSİKO-SOSYAL TAHRİBATI



















                                '' Ötekinin sesi bastırıldıkça elden kaçmaya mahkum olmuş bir adalet her zaman var olacaktır.'' Derrida


Oryantalizm, Kibir ve Horgörü

19. yüzyılda Batılı Beyazların üstünlük dünyası, bütün dünyanın kültürel ve sosyal haritalarını beyazların algı sınırlarına göre çizerken Beyaz’ın var olma biçimi, vahşi ve barbar olan ötekinin var olma biçimine göre tanımlamıştı. Negri’nin belirttiği gibi dünyayı kaba olarak soyut ikili karşıtlıklar üzerinden kurgulamak (Kürt-Türk / Siyah-Beyaz / Kadın-Erkek) diğer tüm toplumsal çelişkilerin üstünü örten bir sömürgecilik pratiğidir. Avrupa’nın sömürgecilik takviminde ırkçılık Foucault’un deyimiyle milliyetçiliğin bir dışavurumu değil bizzat milliyetçiliğin kurulabilmesi için zorunlu bir iç ektir. Jön Türk Hareketi, kurulacak olan ulus devletin kültürel ve ideolojik harcı için Avrupa Faşizminden farklı olarak Türklüğü uzun bir dönem Türk olmayanların düşük ve alt özellikleri üzerinden tanımlamamış fakat tıpkı Batı Faşizmi gibi Türklüğe üst insani değerler eklemleyerek ‘Türklüğün ayrıcalıklı konumuna’ bolca kültürel, tarihsel ve antropolojik gerekçe üretmişti. Batı Dünyasının ‘Barbar Türkleri’ muasır medeniyet kimliğinin Doğu-Batı sınırındaki kimlik taşıyıcısı olacaktı.  Bu gün, barış ve müzakere sürecinde barışmaya ve helalleşmeye karşı direnç gösteren kitlelerin megalomanlıktan beslenen refleksi, göreli de olsa Beyaz Türklerin ‘ayrıcalıklı konumlarını yitirme’ korkusudur. 1952 yılında Vatan Gazetesi’nin şehirleri tanıtan eklerinin birinde Hakkâri için ‘Cehennemi Andıran Vadilerden Sonra Mahrumiyet Bölgesine Girdik’ manşeti İspanyol sömürgecilerinin keşif kollarında yer alan Fernando Cortez’in Orta Amerika keşfinde oryantalist ve gizemi keşfeden şaşkınlığı ama aynı zamanda aşağılayıcı kibri ile paralellik gösterir. Aynı derginin İskenderun’u tanıtan ekinde ‘dünyanın ilk ışıklandırılmış caddesi’ gururla sunulmuştu.

Klasik eski ırkçılık ırksal üstünlüğe dayalı bir biyolojik seçkincilik ile kendini kodlarken bu günün ırkçılığı kültürel-seçkinciliği refere edip ırk yerine kültürlerin birbirine karşı hiyerarşik konumlarını merkeze alır. ‘Bu ülkede kendini Türk olarak görmeyenlerin mahkûm olacakları tek şey vardır: Türklere hizmetçilik yapmak’ söylemi 1940’ların devlet söylemi iken Nişantaşı Beyazlarının bu gün, ‘Kürt’ten sosyete olmaz’ söylemi aynı ırkçı sayıklamanın bir ürünüdür. Alt ve tali kültürlerin aşağıda olmasının sebebi çalışma ahlakı, kendine güven, oto-disiplin, oto-kontrol gibi değerlerden yoksunluktur. ‘Kürt’ten olsa evliya sakın sokma avluya’ ya da Güvensiz Arap, Hain Kürt, Tefeci Yahudi, Düşman Ermeni, Meşrep Rum, Hırsız Çingene, Kokan Zenci...


Irkçılığın bu günü ve gündelik dile sirayeti

Günümüzün kültürel ırkçılığı, biyolojik farklılığı merkeze alan klasik ırkçılıktan farklı olarak kültürlerin eritilip modern dünyaya eklemlenmesini değil, farklı kültürlerin bir arada yaşamak için en büyük engel olduğu kabulünden hareket eder. Irk kavramı yerine etnisite yada kültür, eşitsizlik yerine farkçılık, heterofobi (farklı olandan korkma) yerine heterefili (farklı olma hakkı) kavramlarını ikame etmiştir. Uyuşmazlık üzerinden kendini tanımlayan yeni Türk ırkçılığı özellikle son yıllarda ‘’ver kurtul, hem versek bile açlıktan ölürler’’ şeklinde ortaya çıkan bir orta sınıf refah şovenizmi ile ‘bir çakıl taşı bile vermeyiz’ şeklinde zuhur eden kaba bir lümpenlik ve tahammülsüzlük arasında gelip gitmektedir.  Melezleşme, karışma ve istiladan korkma, hor görme, aşağılama, ‘ben ırkçı değilim ama kültürlerin biyolojik ve biyo-psişik kategorileri vardır’ söylemi şeklinde ortaya çıkan cinsiyetçi ve milliyetçi yeni refleks, farklara sürekli gönderme yaparak önyargının kendini sürekli ürettiği bir ırkçılığa dönüşür. (Geleneksel değerleri savunmak, kültürel farkları abartmak ve bu farkları mahkûm etmek).

Özellikle 2000’li yıllardan sonra kendi ayrıcalıklı konumlarını yitirme korkusu ve refah çeperlerini barbar istilasından koruma güdüsüyle hareket eden kıyı faşistleri ve benzeri çevreler aslında ırkçı olmayan farklı muhalif yapıları ırkçı olarak damgalayıp resmi ideolojinin ve kitlenin nazarında kendi ulusalcılıklarını gizleme ve yasallaştırma olanağı yaratmaya çalışırlar. Miles’in dediği gibi, ırkçılık karşıtı bir politikanın bir dizi sosyal gücü bir araya getirme potansiyeli olmasına rağmen sıklıkla yaptıklarının ırkçılık olmadığını iddia eden ırkçı grupların etrafında kümelenmiş gruplar anti-faşist bir cephenin varlığını çoğunlukla imkânsız hale getirirler. Türk milliyetçiliğinin emperyalist sistemi hedef almayan anti-emperyalizmi, bütün öfkesini Batılı efendilere değil örneğin onların Arap uşaklarına ya da emperyalizme teslim olmuş(?) Kürtlere yöneltir. Milli tarih yazımı Kahpe Yunan ötekiliğiyle başladıktan kısa bir süre sonra Kalleş Arap figürü ikinci öteki olarak üretilmiştir. Oysa bambaşka etnik kimliklere sahip olan fakat cumhuriyet değerlerine ölesiye bağlı ve ehlileşmiş vatanperverler Kürt, Laz, Çerkez ya da Boşnak bile olsa resmiyetin lügatında millettaştır. Çözüm ve müzakere süreciyle birlikte bütün yasal düzenlemelerin yapılmasını hatta ırkçı söylemin yasaklanmasını bile varsayarsak yüz yıldır durmadan topluma enjekte edilen ırkçılık, kendini uzun bir dönem gündelik pratiğin ve dilin içinde yeniden üretmeye devam edecektir


Türk Milliyetçiliğinin Çeper Esnekliği ve Tutarsızlığı

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, bir dönem hükmettiği ülkelerde gelişmekte olan ulusal uyanışa ve milliyetçilik kalkışmasına karşı panzehir olarak bir nevi proto-milliyetçilik üretmiş ve bu ön milliyetçiliğin harcını İslam ile karmaya başlamıştı. Bir taraftan dağılan devleti restore etmeye çalışırken öbür taraftan milliyetçilik durağını medenileşmenin biçimsel bir şartı ve ilk adımı olarak ortaya koyan Fransız İhtilalının geç kalınmış bir versiyonunu hayata geçirmeye çalışıyordu. İslam reformizmi ile milli devletin kuruluşu birbirine paralel süreçlerdir. Türk Irkçılığının militanlaştığı dönemde inatla ret edilen ‘Osmanlının devamı değil, küllerinden doğmuş bir Cumhuriyetiz’ kuralı bu gerçeği örtmeye yetmedi. Birkaç yıl sonra Osmanlı’nın altın döneminin ‘’Esaslı bir Türki özden müteşekkil olduğu’’ mitosu üretilmeye başlandı. Türk milli kültünün ya da kültürünün kurgulandığı günden itibaren var olan melez, eklektik, kafası karışık, çetrefil, arıtmacı ve düzleştirici karakteri Türk kimlik kurgusunun abartılı düzeyde yapay bir karakter kazanmasını sağladı. Jakoben bir radikalizm ile bütün farklılıkları silip süpürmeye muktedir bir evrensellik tutturmaya çalışan Kemalizm, bütün farklı tasarımları ayıklayıp kendini nihai Evrensel Türklük merhalesi olarak sunuyordu. Pozitivist aydınların öncülük ettiği millet kurgusu Türk ırkı temeline dayanırken milletleşme kurgusu ile radikal bir modernleşme ve kapitalistleşme paradigmasına dayalı bir burjuva milliyetçiliğine dayanıyordu. 1930’lu yıllardan sonra Turancı hareket bir üst ütopya aşamasına geçip Kemalizm’in ve Türk Modernleşme Serüveninin Şark milletlerinin uyanışına esin kaynağı olabilecek bir anti-emperyalist milli uyanış ve kurtuluş nosyonu geliştirdi. Ömer Muhtar’ın başucu kitabı olduğu iddia edilen Atatürk’ün Nutuk kitabı, 2000’lerden sonra Che’nin çantasında aranmaya başlandı!

Cumhuriyet ile birlikte ordu hem kurtarıcı ve kurucu hem de modernleştirici ve devrimci bir role sahiptir. Resmi tarih yazımının birer çıktısı olan ders kitaplarında ordu-millet mitinin askerliği ve savaşkanlığı Türklük temelinde etnikleştirerek sonu olmayan tarihsel bir uzama yayması ve şehitlik başta olmak üzere dini motifleri ulusallaştırılması zamanla bu durumu kitlesel bir algıya dönüştürmüştür. Ordu için yapılan tüm fedakârlıklar ve duyulan sevgi bizzat devlete ve millete yapılmış sayılır.

Yukarıda saydığımız tüm bu hengâmenin içinde ötekinin sesinin inkâr edilmesi ve bastırılması için ötekiyi tarihten yoksun bırakma, ötekiyi siyasal ve tarihsel bir boşluğa hapsetme, öznellikten mahrum bırakma, tarihte hiçbir sesi ve varlığı olmayan varlıklara çevirme ve susturma edimleri Tarih disiplini sayesinde yapılır. İktidar siyasal birliği tehdit eden farklılıkları yekpare bir toplumsal birlik alanı içinde görünmez kılmak için tarihsel bilgiyi yedeğine alıp bir hakikat rejimi inşa eder. Kürt, Ermeni, Süryani ya da Rum kimliği egemenin kimliğini tanımlayan farklılıklar düzleminde ancak mevcudiyetini sürdürebilir. Bu ülkenin ötekileri Abbas Vali’nin deyimiyle yokluklarıyla mevcut olmuşlardır. Kendini temsil gücü olmayanların ve temsili olmayan bir gücün yine de kendini bir şekilde görünür kılmasının ve var olmasının paradoksudur bu. Kürtlerin statüsünü belirleyen bu paradoks tam yüz yıldır Türk iktidar yapısının Avrupalı olma yolunda ayağına takılacak ve iktidarın merkezindeki ‘yekpare birlik’ retoriğinin tam ortasında bir türlü kapanmayan bir boşluğa denk gelir. Bir tarafta inkâr edilmiş bir yaşam gerçekliği ve kimlik öbür tarafta çalınmış ve üstü kapatılmış bir tarih! Türk modern egemenlik sistemi Kürtleri ve diğer tüm kavimleri bastıran, inkârın ve yaratılan hınç kültürünün iki taraflı ağır travmasıyla yüzleşmedikçe bu travmada içkin olan karşılıklı şiddet eksilmeden devam edecektir. Türklük vurgusunun kendisi var olduğu süre içerisinde yekpare bir etnik kimliğe sahip olan egemen iktidar tarafından belirlenen siyasi ve hukuksal düzlem içinde Kürtler kültürel bir artık olmaktan öteye geçemeyeceklerdir. 

Nev-i şahsına münhasır Türk medeniyetçiliği ve Türk milliyetçiliği medeni insanlık ailesinin bir üyesi olmayı amaçlayan evrenselci bir yaklaşım retoriğine dayanır. Hegel’in dünya tarihsellik kavramından aşırılmış haliyle Türklük ‘bir dünya tarihi milletidir’. İnsanlık ve medeniyet tarihinde derin izler bırakmış bu seçkin millet, en eski kültür ve medeniyetlerin asli sahipleridir. Schiller’in Almanları eski Yunanlılarla paralellik kurup ‘insanlığın esası ve aynası’ sayması gibi Eski Yunan medeniyetinin eski Eti Türklerine dayandığı ve eski Yunan toplumunun Türk-Grek sosyetesinden teşkil olduğu iddia edilir. Yunan Mitolojisinin eski Türk mitolojisinden esinlendiği, Pisagor ve Homeros’un Türk asıllı olduğu söylenir. Ankara’nın eski sembolü Hitit Güneşidir; Hitit Uygarlığı Türki bir uygarlıktır! İktidarların savaş alanlarına dönüşen kentlerde semboller üzerinden süren çekişmeye en iyi örnek Ankara’dır. İslamcı belediye yönetimi devraldıktan kısa bir süre sonra Ankara’nın sembolü olan Hitit Güneşi yerini dört minareli camiye bırakmıştır. Mahmut Esat Bozkurt 1950’lerde Türk Irkçılığının Batı ve Doğu dünyası karşısındaki hayranlık-öfke karışımı travmatik durumunu şöyle özetler: ‘Bütün diğer milletlerden daha soylu bir geçmişi olan Türk, fakir düşmüş, fakat asil, görgülü ve terbiyeli bir adamdır. Sonradan görme zenginler gibi gülünç olmaz, eski tertemiz elbisesini kendine yakıştırmayı bilen görgülü bir soyludur o.’ Buyurgan ve kafası karışık her muhafazakâr milliyetçi gibi Cemil Meriç yıllar sonra şunu söylemiştir: Biz Türkler doğuya doğru ilerleyen bir trende yüzünü batıya dönmüş şaşkın yolcular gibiyiz.’

Türk milliyetçiliğinin modernlik iddiası biçimsel olarak kendini evrensel ve güncel değerlere açık bir karaktere sahipmiş gibi gösterir. Fakat dogmatik bir tarzda kabul edilen Batılı değerler skalası ile Türk geleneksel yaşamı arasındaki gerginlik ve bu gerginliğin yarattığı travmatik ruh hali Türk milli kültürünün gittikçe kendi içine kapanmış bir algı sınırına sıkışmasına neden olmuştur. Tanıl Bora’nın deyimiyle Evrenselci bir içe kapanış olarak tasvir edilen Türk aydınlanması bildiğiyle yetinen, meraksız bir aydın sınıf (?) yetiştirmiştir. Milli hayat lirizmi zaman zaman şeytanileştirme dışında, yabancı kavramına kapalıdır. Yabancı olan tekinsiz sayılır. Yabancı kavramının Osmanlıca karşılığı ‘ecnebi’dir. Ecnebi hem yabancı hem garip ve tekinsiz olandır. Yabancılardan uzak tertemiz vatan mitosu İttihat Terakki’den beri var olan düzleştirme ve yekpare Türk vatanı mitosunun olmazsa olmaz koşulu olagelmiştir.

Alman Faşizminde olduğu gibi Türklük vurgusunda da, hakları kısıtlanmış bireyler aynı zamanda milli varlıktan dışlanmış ve milli çeperin dışına düşmüş sayılırlar. Hakları kısıtlanmış olan Alman işçi sınıfı resmi söylemde ‘vatansız’ olarak geçerken Osmanlıda hakları kısıtlanmış olan gayri müslim tebaaya  ‘gavur’ denilirdi. Vatandaşlık hakları iade edildikçe bu kesimler milli çeperin içine dâhil edildiler. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte vatandaş tanımının içine girenler aynı zamanda vatanı olan ayrıcalıklılar olarak kodlandı. Kültürel vatandaşlık milli bir kimliğe sahip olmaya koşullandı. Yine Tanıl Bora’nın deyimişle içinde vatanperverlik, milli değerleri sürekli güncelleyen bir teyakkuz durumu olan bu militan vatandaşlık aynı zamanda çeperin içindekilere kuruculuk ve ilkesellik statüsü bahşetmiştir. ‘Kürtlerin cumhurbaşkanı bile olduğu bir ülkede hala mızmızlanmalarını anlayamıyorum’ söylemi Türkiye’de vatandaş olmanın herkesin nail olamayacağı bir şeref olduğuna gönderme yapar. Vatandaşlık haklarının vatandaşlık ödevleri karşısında çok cılız kaldığı bir siyasal iklimde kuşkusuz bu bir şeref olarak sayılacaktır! ‘Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır’ söylemi, aynı zamanda vatanı insandan çok daha üst bir niteliğe ve önceliğe yerleştirme başarısının ve bu aralar meydanlarda gürleyen ‘vur de vuralım, öl de ölelim’ sloganının tarihsel arka planını oluşturmuştur.  Bu bağlamda devlet millettin kolektif kişiliğini oluşturduğu için cumhuriyet dönemi boyunca birey ya da fert dönemin söyleminde insanın eksikliğine ve acizliğine sürekli gönderme yapmıştır. ’Ankara’da dayın yoktur; Mahmudo kurban niye doğdun?’1970’li yılların ünlü deyişlerinden biridir. Tebaa olmaktan çıkıp vatandaşlığı hak eden bu ayrıcalıklı insan topluluğu vatandaşlığı hak etmekle ve devlete koşulsuz bağlanmakla, milli bir rüşte ermiş ve kendini vatana karşı minnettar ve borçlu gibi hisseden yurttaşlara dönüştürülmüştür. Osmanlı devlet geleneğinde devlet-i kadim, din-ü devlet, devlet-i ebedi gibi resmi sıfatlar yeni tarih yazımıyla birlikte eski Türk devletlerindeki destan malzemelerinin içeriğine serpiştirilmiştir. Bir dönem toptan ret edilen Osmanlıcı değerlerden yükseliş dönemi ayıklanıp mitleştirilmiş, bu gün bile devam eden ‘devlete uzuv olanlar’ ile ‘devletin alakasızları’ arasındaki uçurumu büyütmüştür.

Kısaca özetleyecek olursak, militarizm bu ülkede salt ordu-siyaset ilişkisinin ötesine geçip toplumsal ve kültürel bağlamını yaratmış ve sivil alanın gündelik diline sirayet etmiştir. Doğallaştırılan militarizm egemen cinsiyet kurgusunu sürekli besleyerek popüler milliyetçi alanı sürekli genişletmiştir. Şehitlik ve gazilik kavramı militarizmin kendini sürekli yeniden üretmesini sağlamış, futbol stadyumlarından akademik alanlara kadar kendine yaşam alanları yaratmıştır.

Militarizm ve Beden
Bu ülkede erkek bedeni milliyetçi söylemde ideal ulus kurgusunun somut halini ifade etmeye dönüştürülürken savaşçı erkek ve savaşın sadece erkekler özgü bir yiğitlik gösterisi olduğu miti zorunlu askerlik uygulamasına gerekçe ve meşruluk zemini olarak sunulmuştur. Erkek bedeninin mitleştirilmesi sayesinde savaşçılık bir erkeklik paradigması haline gelmiş, ’ savaşa davet’ aynı zamanda ‘erkekliğe bir davet’ algısıyla birleştirilmiştir.  Türkiye’de militarist ideoloji bir taraftan makbul erkekliğin sınırlarını çizmiş, devlet ve kentler dikey bir düzlemde kurgulanıp yücelik payeleriyle onurlandırılmıştır.

Selim Sırrı Tarcan’ın da büyük katkılar sunduğu ve projelendirdiği İzcilik Okulları ve Jimnastik Okulları Alman jimnastik okullarından ve İngiliz izci birliklerinden esinlenilmişti; çünkü yaratılacak arı, disiplinli, itaatkâr ve karakter sahibi erkek yurttaşların oluşturacağı güçlü ordu-millet mitinin sürekli üretilmesi gerekiyordu. Kontrol edilemez bir bedensel enerjinin heba olmaması ve devlete muhalif bir potada kendini var etmemesi için fazladan bedensel enerji vatan-devlet ve milletin hizmetine sunulmalıydı. Avrupa’da Protestan ahlakın cinsel enerjiyi ve arzuyu ehlileştirip kapitalist üretimin fayda ilkesine hizmet edecek hale getirmesi ile ile yağız yiğitlerin potansiyel enerjilerinin vatana hizmete koşullandırılması biyo-iktidarcı bir sosyal mühendislik projesi olarak okumak sanırım abartılı olmayacaktır.

Türkiye’de milli eğitimin toplumu militarize edecek şekilde kurgulanması ve zorunlu askerlik eğitiminin tedrisatın bir devamı olarak kabul edilmiş olması, kışlaların neden bu denli ideolojik olduklarının da izahıdır. Askerlik, yurttaşları millileştirip erkekleştirirken katı disiplin sayesinde hem milliyetçi ideolojinin benimsenmesi sağlanmış hem de bu uygulama, kapitalist ekonominin gereksinimi olan üretken ve faydalı yurttaşların yetiştirilmesine hizmet etmiştir. Erkek çocuklarının ilk cinsel pratiklerinin ‘milli oldu’ şeklinde tanımlanması erkeklik ve milliyetçilik arasındaki diyalektik bağın gündelik dile sirayet etmiş şeklidir. Askerliğin yalnızca erkekler için zorunlu olması, kadınların tamamıyla dışarıda bırakıldığı anlamına gelmez; çünkü belli kimlikler aracılığıyla (şehit annesi, şehit ablası, gazi annesi) militarist ideolojiye bir şekilde eklemlenirler. Zorunlu askerlik uygulamasında annenin rızasının ve destekleyici tutumunun ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu bağlamda sakat asker bedeninin militarist ideoloji için en sorunlu durumların başında gelmesi de büyük bir problem değildir. Bir taraftan asker sakatlığı medyada özellikle çeşitli stratejilerle görünmez kılınırken, gözden kaçmayanlar ise vatan için uzuvlarını yitiren ve kendini kurban edecek kadar vatan sevgisiyle dolu kahramanlar olarak sunulur. Sosyal yaşamda yer edinme, kendini kanıtlama ve itibar-güç kazanma hâkim söylemde savaşkanlık, kahramanlık, intikam ve itaat temalarını içeren bir şeref ve milli menfaatler ile çatışmayan bir bağlılık ve üretkenlik algısı çerçevesinde düşünülmüştür.

Bu çerçevede çocuğa verilen en büyük armağan cumhuriyetin ve vatanın geleceğini oluşturan en değerli bileşen olduğunun şeref payesidir! Askeri başarılar, şehitlik ve gazilik, askerlik anıları bireysel ve kolektif hafızada sürekli canlı tutulmuş, savaşçılık ve fedakârlık mutlak iyiliğin, savaşamayanlar ve hainler ise mutlak kötülüğün cephesine saf tutmuşlardır. Milliyetçi ideolojide ulus kurgusunda vatan ve kadın bedeni özdeştir, vatan kadınsı (doğurgan, vefakâr ve bereketli) özelliklere sahiptir; bu kutsal kadını koruma ve sahiplenme rolü erkeğindir.  Kadını doğa ve doğal olan ile erkeği ise akıl ve rasyonel olan ile ilişkilendiren aydınlanmacı gelenek, kamusal-özel alan sınırlarını cinsiyet rollerine göre sınıflandırmıştı.  Eril bir ideoloji olan milliyetçiliğin ulus kurgusunda geleneksel ataerkillik modernize edilerek aydınlanmacıların özel alana hapsettiği kadın, kamusal alana kısmen de olsa eklemlenir ve böylelikle milliyetçiliğin eril karakterine meşruluk kazandırılır. Kadınların kamusal alana dâhil edilmesi ve üretken özne olarak kodlanması sayesinde kadın ulusal kalkınmanın dişi emekçisi olarak projeye eklenir. Fabrika ve tarlada çalışan kadın figürünün Cumhuriyet dönemindeki yaygınlığı bunun bariz bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Ulusun biyolojik devamını sağlayacak olan vefakâr kadın, milliyetçi söylemin ulus ve vatan tanımında çoğunlukla anne ve sevgili metaforuna dönüşür. Sert erkekler rüştlerini ispat etmek için kadını-vatanı koruyarak o büyük şerefe nail olurken vatanı için savaşmayanlar korkak, aciz ve kadınsı olmakla suçlanır. Savaşamayanlara atfedilen bu dişil özellikler Türk milli kültüründeki cinsiyet politikasının turnosal kağıdıdır.

Tüm bunların yanında Egemen Millet Sendromu ve üst ulus kompleksi Ermeni, Kürt, Rum ya da komünistleri zimmi (himaye edilenler) kategorisinde ele alınırken, 1990 sonrası Kürtler bu zimmi vatandaşlar olarak kategorize edilmiş seçim barajlarıyla sadık olanlar buraya, olmayanlar dışarıya söylemi pratik düzlemde ve siyasal algıda egemen kılınmıştır. Devletin ve resmi söylemin yüz yıldır azınlıklara ve bütün toplumsal farklılıklara karşı işlediği bu ağır suçlar ve hak ihlalleri ile ‘yüzleşmesi’ ve ‘hesaplaşması’ bir kenara, toplumun önemli bir kesiminde yarattığı devlet aklına paralel gelişmiş toplumsal akıl, bu gün kapımıza dayanmış olan barış sürecinin önünde en büyük engel olarak durmaktadır. Osmanlı’nın zimmi unsur dediği gruplara İstanbul Valisinin marjinal demesi toplumsal barışın önünde bir engel olarak okunmadıkça, resmi tarihin yarattığı bu algıyı ve zehirli dilini terk etmedikçe bu topraklarda kardeşliği ve dayanışmayı yeniden örmek imkansız gibi görünmektedir. Bu yazının yazıldığı saatlerde Bülent Arınç, Kürt tarafının büyük bir iyi niyet göstergesi olan geri çekilme süreci ile ilgili ‘cehennemin dibine gitsinler’ söyleminin sadece bir edep ve terbiye sorunu olmadığının altını çizmek bir zorunluluktur. Ermeniyi kovan, Rumu tepeleyen, Kürdü ehlileştiren bu anlayış ve yarattığı toplumsal karşılık, ancak yeni bir dil ve dilin üreteceği yeni bir düşünce sayesinde bertaraf edilebilir. Barış ve toplumsal mutabakat çok önemsiz görünen yerlerden örülür bazen. Örneğin bütün yemin metinlerini ortadan kaldırıp ‘Varlığım hiç bir ulusun, bayrağın ve ırkın varlığına armağan olmasın’ şeklinde tersyüz edilmiş bir toplumsal algı yaratmaya niyetlenmek gibi. İflas etmiş ve cilası tamamıyla dökülmüş bir tekçiliğin ve donukluğun karşısına hayatın şenlikli ve devrimci karakterini yeniden hayatın tüm alanlarında örmek gibi. Neşeyle ve içtenlikle…