6 Kasım 2015
29 Ekim 2015
TEKMELENEN KARANFİLLER VE FAŞİZMİN AK (SURE)TLERİ
‘Devletin şiddeti, iktidar teknikleriyle toplumsal
rızaya nakşedilmiştir.
Kurumsal şiddetin aynısı toplumsal bünyede de içkindir.’
Deleuze
Resmi ve Gayri Resmi Faşizmin AK/(Sure)tleri
Bu
ülkede, geçmişten beri ‘halkın gerçek dostları devrimcilerdir’ ön kabulü
yüzünden sol söylem, faşizmin kitleler ile olan bağını yumuşak ve temkinli bir
dil tonlaması ile bazen de bu bağı geçiştirerek faşizmin sivil alanını
‘kandırılmış kitleler’ şeklinde tasavvur etmiştir. Faşizmin devlete laf
ettirmeme refleksindeki yanılgının bir benzeri devrimcilerin halkı ‘incitmeme’
refleksinde ortaya çıkar. Halkı yanlış kodlama ve halkla kurulan problemli
ilişki yüzünden toplumsal akışı sürekli kodlayan ve soyut bir kapma makinesi
gibi çalışan devletin ve onun faşizminin sokaktaki, evdeki, gündelik dildeki
karşılıkları silik hale getirilmiştir. Faşizm çözümlemelerinde kitlelerin
insanı kahreden konformizmi ve sessizliğine çokça vurgu yapılırken kitlelerin faşizmi
olumlayan, onaylayan ve arzulayan konumları genellikle dışarıda bırakılmıştır. Sivil
faşizm, işini ve pazarını kaybetmekten korkanlar ile pazarda işi olmayan
lümpenlerin ittifakıdır. Despotun tehdidi olan ölüm ve acı uygulamalarına eşlik
eden bu müttefikler, en katmerli zulmün bile yanından sessizce geçen yığınların
ölmüş refleksleriyle birleştiğinde faşizm gündelik varoluşun bütün kılcallarına
kadar yayılır. Barış Mitingi Katliamından hemen sonra bir köprünün ayağına
yazılan şu yazı vahşetin artık devletten çıkıp insanların günlük varoluşlarında
nasıl içselleştiğine dair derin bir özettir: ‘Bizi bombaların sesi değil, sizin
sessizliğiniz öldürdü!’
Bir
toplanış, bir kapma, yutma ve dönüştürme aygıtı olan devletin uyguladığı faşizm
ve vahşet karşısında kitlelerin almış olduğu pozisyon, ‘insanın iyi olan
doğasını devletler bozmuştur’ sayıklamasını yerle bir eder. Çünkü söz konusu
yurttaşın hayali öznelerle bezenmiş milliyetçi hezeyanı devletin her türlü
vahşetini olumlayan ve meşrulaştıran ideolojik bir reflekse çoktan dönüşmüştür.
Sosyal medyada ‘Bu gün Ankara’da yasımız var’ tagına karşı ‘Bu gün Gar
Meydanında şenlik var’ söylemi hiçbir reel politiğin açıklayamayacağı türden
bir kusma, hınç, aşağılama ve acınası bir alçalma gösterisine dönüşmüştür.
Kendini
karizmatik lider ile özdeşleştirip güce tapan hınç dolu kitlelere dönüşen,
Fromcu anlamda özgürlükten kaçan ve mutlak otoriteye biat eden bu güruhların
ilk fırsatta üzerlerine yürüyecekleri toplulukların özgürlük isteyen
topluluklar olması olağandır. Kürtlerin ve devrimcilerin üzerine her fırsatta
sürülen bu kitlelerin maddi arzuları sürekli üretilirken Neo-Osmanlı mitini
bütün siyasal argümanlarına yediren AKP bu kitlelerin Batı karşısındaki nefret-hayranlık
karışımı kompleksini sürekli kaşıyarak toplumsal bir içe kapanmacılığı yaratıp Halep’te
Cuma namazı kılma fantezisini ‘Büyük Türklük’ yanılsamasına iliştirerek
faşizmin harcını karmaya devam etmektedir.
Türk
Faşizmin Tasavvurunda Kürt Beden Politikası
Devlet’in, Kürtlerin
ve devrimcilerin bedenleriyle kurmuş olduğu ilişki, hem Focuault’un söz ettiği
Ortaçağa özgü öldürme ve cesedi teşhir etme, hem de cesede işkence ederek ‘ölüm’
karşısındaki temel insani duygulanımlar olan utanma, hürmet ve saygıyı
tamamıyla ortadan kaldırma ilişkisidir. Devlet, mezarlık bombalarken ya da tahrip
ederken, yerde yatan yaralı insanlara gaz sıkarak öldürmeye çalışırken ve
bombalarla insan bedenlerini tanınmaz hale getirirken de bizlere net bir mesaj
verir: ‘Ölülerinizi asla iyi
hatırlamayacaksınız! Böylelikle
acının uygulayıcıları, ölenlerin dostlarına ve yoldaşlarına ölenlerin
acısını defalarca yaşatarak bizleri, acının sürekli üretildiği ve
sonsuzlaştırıldığı bir vahşet uzamının içine hapsederler…
Kürt
bedeni, devletin ve Türk faşizminin tasavvur dünyasında Kürt inşaat ve tarım
işçisi, Kürt temizlikçi, Kürt çöp toplayıcısı, Kürt hamal, Kürt seyyar satıcı
şeklinde uzayan bir ‘alt beden’ formu üzerinden kodlanmıştır. Bu kod, bu gün
ülke bütünlüğüne kasteden bütün düşmanlar için bir ayete dönüşen ‘Bir gün,
İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak
için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini
düşünmeyeceksin!’ talimatıyla birleştiğinde devletin yarım bıraktığı
işi tamamlama misyonunu kendiliğinden faşist kitlelere yükler. Bu ayet, bu gün toplu
linç girişimlerinde ve yürüyüşlerde ‘operasyon değil soykırım istiyoruz’ diye
bağıran güruhların çağrılarına dönüşmüştür. Pozantı’da yaşamını yitiren
gerillaları devletin elinden alıp yakmak için devlet binalarına yürüyen
kitleler, faşizm ve vahşet konusunda ‘muteber halkın’ devlete bile rahmet
okutacak düzeye gelebileceklerinin bir göstergesidir.
1990’larda
kitleleri tarayıp öldüren devlet son dönemlerde bedenin fiziksel varlığına bile
tahammül edemeyip bombalarla parçalamakta ya da tanınmaz hale getirerek onu
form dışı bir biçimsizliğe dönüştürmektedir ya da bunu
amaçlamaktadır. Amed'ten Suruç'a oradan Ankara Gar'ına uzanan katliamlar
silsilesinde yüzlerce insanın caddelere saçılmış cesetleri ve yerde yaralı yatan
insanlara gaz sıkarak boğma girişimi tam da bedenin nasıl bir pornografik
vahşet gösterisinin alanına dönüştürüldüğünün utanç vesikalarıdır.
Kitlelerin
faşizmini yumuşatmak için liberal ağızlardan dökülen ‘öfkeli kalabalıklar’,
‘toplumsal hassasiyetler’ ve ‘gergin kitleler’ kavramları damıtılmış ya da
inceltilmiş bir faşizm meşrulaştırmasından başka bir şey değildir. Kandırılmış
kitleler efekti, Deleuze’nin dediği gibi aslında kandırılan değil faşizmi
arzulayan kitlelerin’ durumuna gönderme yapar. Gar Katliamında yaşamını yitiren
yüzlerce insan için yapılan saygı duruşu esnasında Konya stadyumunda tekbir
getirerek saygı duruşunu yuhalayan kitlelerin ruhu, hiçbir izahatın aklayıp
meşrulaştıramayacağı bir kusmanın kudurganlığıdır.
Bu
gün hepimiz için bir toplama kampına dönüştürülen bu ülkede olağanüstü hallerin
olağanlaştığı ve istisnai hallerin kurala dönüştüğü kamp ile hapishane arası ve
Agamben’in deyimiyle bir ‘belirsiz mıntıkada’ yaşamaktayız. Bu belirsiz
mıntıkada ölümün ve katliamın nereden geleceği belirsizdir. Bu toplama kampında
uğuldayan kitlelerin önemli bir kısmı kampın gardiyanı, tetikçisi ve ajanı
olmaya çoktan rıza getirmiştir. Devletin ölüm ile yaşam arasındaki o belirsiz
mıntıkada tuttuğu ve teslim aldığı faşist kitleler tıpkı tapındıkları
iktidarlar gibi her an bedenlerimizi hedefleyebilirler. Çünkü teslim alınamamış
bir insanın bedeni o insanın en son direniş kalesidir. O yüzden o bedenler
bazen günlerce derin dondurucularda bekletilebilir, öldüresiye dövülerek
Atatürk büstü öptürülebilir, kafasına postallarla basılıp ‘Türkün Gücü’ pozları
verilebilir, panzerlerin ardından bütün et kemiklerden sıyrılıncaya kadar
sürüklenebilir; üstüne üstlük aynı cesede ana avrat küfür de edilip bu gösteri
bir erkeklik ve güç gösterisine de dönüştürebilir. Faşizm bazen de
güçlendirilmiş TNT ve bilyelerle yüzlerce bedeni aynı anda paramparça edebilir;
aynı faşizm TNT’nin paramparça ettiği insanların anısına bırakılan karanfilleri
bir garsona tekmeletebilir, açlıktan yüzü çökmüş bir yoksula ‘orada tek
bir Türk bayrağı yoktu; kesinlikle hiçbirine acımadım’ dedirtebilir.
Kibrin ve pişkinliğin o itici aralığında duran bir belediye başkanına ‘yas tutmak
zorunda mıyım’ dedirtebilir.
Tarihin bu cinnet ve felaketler aralığında, öfkeden lallaşan dilimize ve ölümden yorulan kalplerimize rağmen ölülerimizin kalbi bizim göğüs kafesimizde atmaya devam edecektir; ta ki yeni birimiz düşünceye kadar ve ta ki faşizm pılısını pırtısını toplayıp bu topraklardan defolup gidinceye kadar…
4 Eylül 2015
2 Mayıs 2015
Etiği önceleyen politikanın yüzü: Yüz(leşmek)…
Yüzleşme, insanın ''başka'' olanın yüzüyle karşılaştığında aslında kendisiyle de yüzleştiği aralıkta yaşanan etik bir deneyimdir. Hakikatin keşfi olan bu aralıkta fazlasıyla güvendiğimiz etiğimiz yüzümüze haykırır ve bizi suçüstü yakalar! Gazeteyi karıştırırken birden gözümüzün iliştiği, ''Anıları Mücadelemizde Yaşıyor'' diye başlayan bir ilanda çocukluk arkadaşımızın muhtemelen geride kalan ve lisede çektirdiği son kravatlı fotoğrafındaki yüzüyle yüzleştiğimiz an gibi…
Levinas’ın etik deneyimi ''Dul, öksüz ya da yabancı dediğim ve sokakta sorduğu soruya cömertçe cevaplar verdiğim ama içimden de keşke görünmez olsalardı diye geçirdiğim ve o hissizliğin beni ürküttüğü zamanlar'' diye tasvir ettiği anlarda başlar. Bu yönüyle de etik aynı zamanda şok ve yüzleşmenin travmatik bir anlatısıdır.
İnsanın kendine işkenceler çektirdiği ve dramatik bir suçluluk duygusuyla kıvrandığı anlarda devrimci siyasetin imdadına Kantçı kurucu öznenin inşa ettiği sorumluluk etiğinin yerine Levinas’ın etiği yetişir: ''Bir özne olarak kendimi silikleştirmeden ve egomun sonsuz taleplerini tersyüz ederek o talebi insanlığa karşı bir sorumluluk etiğine dönüştürmeden onarabilmek'' diye tasvir ettiği etik… Levinas’a göre gerçek anlamda etik olan, ''başka''nın içinde eriyerek onun sorumluluğunu üzerine almakla olanaklı olabilir ancak. ''Halka inmek'' teriminin bile devrimcilikten sayıldığı bir ruhsal iklimde ''halkçı tevazu'' politik kibir ve ukalalığı ustaca gizleyen bir maskeye dönüşür; bu maske aynı zamanda soyluca bir ikiyüzlülüğün maskesidir!
Örneğin reel politiğin sürekli cilalayıp fetişleştirdiği demokrasiyi ''hakiki bir demokrasiye'' dönüştürmek, her türlü ayrıcalık ve ''ben özerkim'' talebini bozan siyasal bir etikle mümkündür. Demokrasiye inanmayan bir zalimi bile iktidara getirebilen bu korkunç düzenek, devrimci benliğin kalbinde gerçek bir yarılma yaratır; bu yarılmayı engelleyebilecek tek şey ise mülksüzlüğün beslediği bir vicdandır. Butler’ın da bağıra çağıra dediği gibi ''Her türlü gerçekle yüzleşemiyorsak birbirimizi çözemeyiz ve yüzleşemiyorsak kendi içimizde çözülmüşüz demektir.'' Ayrıca çıplak bir yüzleşme, asla bir kedere dönüşmeyeceği gibi tam tersine bizi birbirimize daha fazla bağlayacaktır. Başkalarının taleplerine karşı açık yürekliliğimizin ve cömertliğimizin kendi içinde nasıl bir devrimci kültürü beslediğini ''egolarımız izin verdiği sürece'' hepimiz de çok iyi biliyoruz.
Stalin’in somurtkan yüzüne karşı Che’nin ironik gülüşü
Solun Stalin’den devraldığı aşırı ciddiyetin yanında yüceltme, kahramanlaştırma, politikanın sonsuz talepkarlığı ve nefretimizin omuzlarımıza yüklediği o ağır yükün tam karşısında devrimci mizah ve ironi bir olanak olarak devrimin heybesinde öylece beklemektedir. Egonun kendi kendini gülünç duruma düşürdüğü yer olan mizah, narsizm ile melankoli arasında yalpalayan sol ciddiyetimize karşı sürekli bir ''gereksiz savaş'' halindedir. ''Heval çok fazla gülüyorsun'' eleştirisi 90’lardan bu yana bir tortu olarak bize tevarüs etmişken Holloway’ın ironisi bize hala o günlerin ve bugünün özetini sunmaktadır aslında: ''Bütün bu olanlar değişmek zorunda! Nasıl mı? İnanın bende bilmiyorum yoldaşlar…''
''Gülmek, bir ceviz kabuğundaki festivaldir'' der Bataille. Bize sorulmadan bizim için kurgulanmış bir dünyanın sınırlarının ihlal edilmesi, dünyaya ait olmayan sarsılma anları aynı zamanda bu dünyadan bir çıkış yoludur. Her sınır tecrübe, yaşamla kurulan yeni bir ilişkidir. Yağmurda yürümek, aşık olmak, ağız dolusu gülmek ya da Paramaz Kızılbaş’ın bedenini delip geçtikten sonra kendi bedenine saplanan merminin bedeninden çıkarılmasını ret eden Kobanêli bir direnişçinin bir direniş tarihini kendi bedeninde saklama tecrübesi gibi…
Birliğin faşizmi yerine çokluğun devrimciliği
1977 1 Mayısında Atatürk Kültür Merkezinin ön cephesini kapatan ve zamanla devrimci bir figür haline gelen zincirlerini koparmış bıyıklı ve iri yarı proleterden çok daha fazla sayıda işsiz, eşcinsel, göçmen, yoksul ve kimsesiz insan bugün bu ülkenin sokaklarında gezmektedir. Tepeden tırnağa problemli bir alan olan hoşgörünün dibinde tortu gibi saklanan ''horgörü'' ile yüzleşmeden çokluk devrimcileşemez. Hoşgörü gösterdiğimiz bir insanı, bizi rahatsız eden öz gerçekliğinden soyutlayarak kabulleniriz çoğunlukla! O anlarda bilinçaltımız bize iyi bir insan ama eşcinsel, iyi bir insan ama aylak, iyi bir insan ama soytarı diye fısıldar. Oysa etik siyaset, bir yerde başkasının yüzüyle karşılaştığımız an kurucu güçsüzlüğümüzün bize sırıtmasıdır.
Dünyanın balkonundakiler, çelikten daha sert parti programları ve tüzükleri yerine durmadan değişen, dönüşen, başkalaşan bu dünyaya karşı entelektüel sezginin önemini kavramak zorundadır. (Solun sağdan kaptığı en berbat hastalıklardan olan anti-entelektüelizm durumunu burada paranteze alarak!) Sürekli poz veren özne durumumuz, bütünlüğe ve birliğe çağrı yaparken faşizmin tuzağına düşüşümüz ve devlet yukarıdan sürekli bir şeyler kurarken ben daha yukarısından kurarım acemiliğimiz ortada dururken omuz omuza bir çarpışmanın bile bizi devrime asla götüremeyeceğini zaman durmaksızın kulağımıza fısıldar durur…
Bir babalar silsilesi olan siyaset ve felsefe tarihini erkeğin hükmünden kurtarmak, asli yorgunluğumuzu, sembollerin ve dilin uzayan gölgelerini ve durmadan artan cehaletimizi tersine çevirecek bir dalganın koşullarını yine devrimciler yaratacaktır. Bu işe, devrimi, devrimin asli sahibi olan halka anlatmakla başlanabilir örneğin!
Devrimci külliyata, sürekli yüzleşen, hesaplaşmaktan korkmayan ve etiği önceleyen siyasal bir tavır eklenmedikçe, baştan başa etik olmasına rağmen sürekli etiğe burun kıvıran sol siyasetin ''devrimci ahlakı'' insana işkence etmeye devam edecek ve evrensel bir vicdanla asla buluşamayacaktır.
Bütün devrimler etik bir infialdir; her etik infial bir isyan halidir! Yüzleşmenin, şokların, durmadan yeniyi doğuran bir yaşamın hiç hesapta olmayan infialidir devrim. Dünyanın bütün ezilenlerinin etik infiali bugün Kobanê sokaklarındadır; Gezi direnişindedir; Meskan ve Lice Dağlarındadır. Arjantin sokaklarındaki sivil itaatsizlerin ''hepiniz defolun'' sloganındaki sadeliktedir. Bu infial, Seattle’deki göstericilerin attığı ''Gerçek demokrasi işte böyle bir şeydir!'' sloganında saklıdır…
14 Şubat 2015
11 Şubat 2015
TAKSİM’DEN MİŞTENUR’A HDP’NİN TOPOGRAFYASI
“Devrimin en güzel tarafı birbirini hiç tanımayanları akraba yapabilmesidir...
Deleuze
Bir
yanımızda evrensel değerler mitosu çökmesine rağmen politik Mesihçiliğinden de
kibrinden de taviz vermeyen modern Batı düşüncesi, yanı başımızda ise tüm bu değerlere
karşı toptan reddiye ile modern öncesi değerlere geri dönüşü salık veren İslami
bir fundamentalizm. Yalanı ve çarpıtmayı istisna olmaktan çıkarıp
olağanlaştırarak her kriz ve çatışmayı belli bir denge aralığında tutup bunu
bir kar marjına indirgeyen bir hükümet aklı; öbür tarafta tarihsel ve
sosyolojik olarak Arap Baasçılığının bu topraklardaki doğal muadili olan Kemalist
reflekslerle ülkenin statik muhalefeti olmayı çoktan kabullenmiş bir CHP’nin
tam ortasındayız! Bu denklemin içinde devrimci bir siyaset yürütmenin zorluğu
kadar bu siyaseti büyütmenin olanakları da fazlasıyla mevcuttur. Bazen reel politik olanın tanımına poetik bir
müdahale yetişir: ‘Yaprak döker bir
yanımız; bir yanımız bahar bahçe…’
Tarihin
bütün devrimci isyanlarında kurucu politik öznenin yarılma süreci ‘halkın
karşılanmamış taleplerinden’ ve ‘halkın direniş motivasyonunun gerisinde kalmasından’
kaynaklanmıştır. Devrimciler tarihin bazı aralıklarında devrimi
örgütleyemezler! Bazen devrim ve devrimci yer değiştirir. Devrim, devrimciyi
örgütlemeye ve örgütlenmeye zorlar! Tersten işleyen bu diyalektikte ‘peki ya ne
olacak’ sorusu hükümsüz, akılcı hesaplar tamamıyla devre dışı kalır. Bu
aralıkların en bariz olanlarından biri Gezi Direnişi bir diğeri ise Bakûr’da
bütün hayatı durduran Ekim 2014 Kobanê Serhildanı olmuştur. Gezi Direnişi son
otuz yıldır Türkiye sol hareketinin anlatmaya çalıştığı ‘lirik kahramanlık
öykülerinden’ çok daha fazlasını ve çok daha estetiğini açığa çıkarmıştır.
Kobanê Direnişi ve Serhildanı ise Kürt Özgürlük Hareketinin otuz yıldır Batı
ülkelerinde yürüttüğü diplomatik mücadelede otuz yılın en büyük sıçramasını
yaratmıştır! Bu, devrimciyi
yeniden devrime angaje eden bir çağrıdır! Kobanê, Benjaminci anlamda tarihsel
kırılmanın bir parıltısıdır… Bu parıltıyı bir
olanağa dönüştürebilecek, yani Taksim ile Kobanê’nin çakıştığı yerde
yoğunlaşacak düşüncenin HDP olduğu düşünülebilir.
HDP hareketi, ne
Kürdistan’ı Türkiyelileştirir; ne de Türkiye’yi Kürdistanlaştırabilir. Böyle
bir aynılaştırma kategorik olarak yanlış olmakla birlikte HDP projesi aslında
Türkün suskunluğunu Kürtleştirme, Kürdün isyan ettiği durumları
Türkiyelileştirme düşüncesidir. 1970’lerde devrimci direnişi üniversite
kantinlerinde Türkiyeli devrimcilerden öğrenen Kürdistan devrimcilerinin, kırk
yıl sonra direnişi tekrar Batı yakasına taşırma çabasıdır. HDP, Soma’nın
Cizre’ye, Cizre’nin Soma’ya kulak kabartmalarından çok daha fazlasıdır! Bütün
tarafların HDP’ye karşı geliştirdikleri milliyetçi reflekslerdeki benzeşme bile
bu düşüncenin mantıksal olarak doğruluğuna güçlü bir kanıttır.
HDP, kendini sürekli ikili
bir çatışma ve bir düşman diyalektiği üzerinden kuran, bunu yaparken ‘düşmanın
gövdesini güçlendiren bir aşı olmaktan da geri duramayan’ indirgemeci, temsili
sol siyasetin iflasına karşı çoğul olanın çare arayışıdır.
HDP, her ne kadar
parlamenter mücadeleyi bir direniş mevziisi olarak belirlemiş olsa da oy
sandıklarına, oy miktarına ve aday tartışmalarına odaklanmış devrimci bir
siyasetin çıkmazları ile ilgili son yirmi yıllık tarih bile bize fazlasıyla
öğretici dersler bırakmıştır. Devrimin kalbi, devletin resmi binalarına
alabildiğince uzak olan yerlerde yani oluşun, mizahın, dönüşümün, şenliğin ve
yaratıcılığın olduğu sokaklarda atar! Tarih boyunca hiçbir parlamento sokaktakine
öncülük yapamamış olup en fazla sokağın her tarafa görünebilen sözcüsü
olmuştur. Üstüne üstlük temsilin paradoksal ve kaçınılmaz olarak devrimci
öfkeyi bazen boğan ve devrimci muhalefeti sisteme entegre ederken iktidar
üreten karakteri apayrı bir tartışma konusu olarak ortada dururken! Kravatsızların
devrimi Deleuze’un itirazına koşuttur: ‘Aslolan temsiller değil, kolektif
yaratımlardır.’
Kendini sürekli iktidar
merkezli bir politik kavrayıştan ziyade hiyerarşinin alabildiğince parçalandığı
bir kolektif emek ve üretim üzerinden kurduğu ölçüde HDP, demokratik olacaktır.
Bu topraklarda devrimin kalbinin bu kadar cılız atmasının bir sebebi de
devrimcilerin 1970’lerde kan ve terle kurdukları ve bu gün Siyasal İslam’ın
kaleleri haline gelmiş kent varoşlarını terk etmiş olmalarıdır. 1980’den
itibaren parçalanan ve ufaltılan devrimci dinamikler Siyasal İslam’ın kendilerinden
çaldığı temel söylemleri ile birlikte (hak-hukuk-adalet-eşitlik-dayanışma vb.) sağa
kaptırdıkları hayal güçlerini ve kendi kurdukları mahallelerini geri almadan
HDP’nin açılımındaki ‘Halkların’ kısmı ideolojik bir efekt olmaktan öteye
gidemeyecektir…
HDP, Gezi Direnişinden
sonra, tamamıyla kasaba lümpenliğinin bir infilak hali olan ‘Siz susarken biz
Kürtlerin bunca yıldır neler çektiğini anladınız mı?’ serzenişine karşı sahici insanların
ortak politik mevziler inşa ettiği nutuksuz bir devrim şenliğine dönüşmek
zorundadır. İşkencede testisleri patlatılmış bir erkek ya da polis tekmesi ile
yumurtalıkları parçalanmış hiçbir kadının birbiriyle ya da başkalarıyla acı
yarıştırdığına rastlayamazsınız! Ayrıca ‘’Sizin neler çektiğinizi şimdi
öğrendik’’ retoriği halkları kardeşleştirmeye yetmez! Bruckner’ın dediği gibi:
‘Batı entelektüelleri kendi devletlerinin Doğulu kavimlere yaptıklarını
anlatırken adeta kendilerini kırbaçlatmaya bayılırlar’’. Kürtler kendileri
kırbaçlanırken aynı zamanda kendini kırbaçlatan dostlardan ziyade sadece
samimiyet ve dayanışan dostlarını bekliyorlar…
Kürdistan’da son otuz yılda yakılan
milyonlarca hektar orman ile Gezi Parkındaki ağaçlar kıyaslamasının absürtlüğü inkara
gelmez; çünkü Gezi’deki birkaç ağacı da Kürdistan ormanlarını da talan eden
aynı kral ve adamlarıdır! AKP'nin neo-liberal kuşatması ve yatak odalarımıza
kadar giren biyo-politikası bu topraklarda yaşayan hiç kimseyi dışarıda
bırakmıyor. Neredeyse günde kaç kez nefes alıp vermemizi salık veren bu dili bu
topraklarda en iyi Kürtler ve devrimciler bilir. HDP, bu dilin bu ülkenin bütün
ezilenleri tarafından susturulma çabasıdır!
Kentler dönüştürülürken
düzleştirilen ve çölleştirilen yaşam alanları Tarlabaşı'ndaki Mardinli ve
Konyalı'yı aynı anda vuruyor. Çünkü kral ve adamları çöle ve düzlüğe bayılırlar!
Kürtler mekânın politik olduğunu yakılan köylerinden, gettolaşan varoşlarından ve
armut göbek müteahhitlerin insafına bırakılmış Xançepek, Elî Paşa ve Kırklar
Dağ’ından çok iyi bilirler! Kürtler uzun bir zamandır Kürtlüğün tek başına
Kürdü kurtarmaya yetmeyeceğini iyi biliyorlar… Çünkü Kürdistan’ın da
milyonlarca işsizi, cadde ortasında vurulan kadınları, darmadağın edilmiş
kentleri ve o kentlerin içinde görünmeyen milyonlarca trajedisi her gün
gözlerimizin içine bakmaktadır. Gezi Direnişindeki insanlara çapulcu diyen
kibirli muktedir tam tamına yüz elli yıldır yedi sülalemize 'hain çapulcular'
diyor; öfkemiz ortaktır; farkındayız!
Neredeyse bütün evrensel sol
figürlere methiyeler sıralarken Paris, Barselona ve Stalingrad Romanının içine
çoktan dâhil olmuş Kobanê’yi göremeyen bir solu gerçek bir sola, bütün
Mezopotamya’yı salt Kürtlükten ibaret gören bir politik kavrayışı Gezi ve
Soma’nın sol tarafına kırma girişimidir HDP. Negri’nin deyimiyle hem borçlu,
hem medyatik, hem güvenlikçi hem de temsili olan bir yurttaşlar topluluğunun
isyanı tarihin en zor isyanıdır; öbür yandan en meşru ve en olması gereken
çokluğun isyanıdır! HDP, bu isyanın Taksim’den Miştenur Tepesi’ne oradan
Şengalê uzanan topografyasında ‘dünyanın balkonunda’ bekletilen ve görünmez
kılınanların kolektif emeğinden çıkmış kırk yıllık bir düşün halklara göz
kırpmasıdır.
1 Ocak 2015
Rojava Direnirken...
Rojava Direnirken…
Son üç yıllık
görünürlüğünü ve bilinirliğini çıkarırsak eğer Rojava’nın yüzlerce yıllık
durumunu en iyi Dostoyevski’nin ‘Tarihin büyük kahramanları bilinmeyenlerdir’ sözü
tanımlar. Nüfusunun önemli bir kısmı Kuzey ve Güney Kürdistan’daki isyanlar
sonrası göç ettirilen Kürt aşiretlerinden oluşan ve yüz yıllık bir direniş
geleneğine sahip olmasına rağmen Suriye rejimi tarafından büyük bir kapatılma,
nüfus mühendisliği ve baskı politikaları sonucu görünür olmaktan çıkarılan Rojava,
özellikle son yetmiş yıldır bütün enerjisini Kürdistan’nın diğer üç
parçasındaki direnişlere akıtmıştır. Diğer üç parçanın hem kaçış noktası, hem
örgütlenme ve toparlanma sahası hem de militan kaynağı işlevini gören Rojava,
yıllarca Rojava dışındaki bütün Kürdistan parçalarında savaşmış en direngen
kardeş misyonunu üstlenmiştir. Bedirxanî’lerden Barzanî’lere oradan PKK
hareketine kadar tüm Kürdistani isyanların arka bahçesi olmakla birlikte diğer
parçalardan sürgün edilen ya da kaçan şairlerin, entelektüellerin ve devrimci
aydınların sığınağı işlevini görmüştür.
Rojava devrimini
Suriye İç Savaşından doğan boşluk ve Esat’in iç politik manevraları sonucu
oluşmuş bir özgürlükler sahası olarak tanımlamak Rojava’nın yüz yıllık direniş
tarihine büyük bir haksızlık olur. Son birkaç yılda bu denli hızlı toparlanıp
bu kısa sürede kantonlar ilan etmek ve dünyaya yeni bir yaşam modelinin mümkün
olabileceğini göstermek ancak büyük bir tarihsel geleneğe yaslanmakla
mümkündür. Rojava’nın bu kadar direngen ve devrimci bir damara sahip olmasının
bir nedeni de özellikle 1963 yılından itibaren milliyetçi Baas rejiminin
Kürtleri mülksüzleştirme ve vatandaşlık haklarının çoğunu askıya alarak
Kürtleri sınıfsal olarak ayrışmamış emekçi yığınlar haline getirmiş olmasından
kaynaklanır. Bu yönüyle Rojava devrimi aynı zamanda kadınların, yoksulların,
toprak ve sanayi emekçilerinin devrimidir!
Rojava
devriminin bu gün uluslar arası bir kuşatma ve ambargoyla ve kara bayraklı
radikal çeteler eliyle düşürülmeye çalışılmasının nedeni kuşkusuz sadece
Kürdistani bir karaktere sahip olmasından kaynaklı değildir. Bu yoğun saldırı ve kuşatma girişimlerinin en
büyük sebebi son yıllarda her tarafından cilası dökülen klasik Ortadoğu
rejimlerine alternatif olabilecek bir yaşam politikası öngörüyor olmasıdır.
Ortadoğu topraklarına yayılma riski yüksek olan bu devrimci formasyona karşı
gelişen topyekün kuşatma ve saldırı aslında Rojava devriminin eşitlikçi,
seküler, komünal ve sol tonlamasına karşı gelişen bir karşı devrim hareketidir.
Demokratik ve
konfederal bir örgütlenmeyi toplumun bütün kılcallarına yaymaya çalışan Rojava
devrimi aynı zamanda Ortadoğu ve Türkiye’ye özgü klasik ulus-devlet
paradigmasını parçalama riskini de özünde barındırmaktadır. Türkiye’de
milliyetçi hezeyanlarla dünyayı kavramaya çalışan katmanların Kürt karşıtlığını
paranteze alacak olursak küresel ve bölgesel egemenlerin en büyük korkusu bu
tarz eşitlikçi ve doğrudan demokrasiyi temel perspektif olarak kabul eden bir
kalkışmanın onların ayağına nasıl dolanacağını biliyor olmalarıdır. Bunun için
ellerinden geldiğince bu devrimi ehlileştirmeye, benzeştirmeye ve belli
oranlarda bölgesel ve küresel egemenlerle uzlaşıma müsait bir pozisyona çekmeye
çalışmaktadırlar. Aylardır dişiyle, tırnağıyla direnen Rojava’ya birden havadan
yardım ve insani koridor açma girişimleri –ki son derece olumlanacak bir durum
olmasına rağmen- ne yazık ki hafızası güçlü olan insanlarda derin bir kuşku
olarak kalmaya devam edecektir.
Rojava Devrimi,
eşit ve adil bir ekonomi politiği hayata geçirirken öbür taraftan herkesin
kendinden başka temsil kabul etmediği bir demokratik işleyiş sayesinde burjuva
demokrasilerinin en büyük krizi olan temsil krizini de aşmaya çalışmaktadır. Bu
tarz bir demokratik ve eşitlikçi yaşam modeli ‘bu günün dünyasındaki egemenlerin’
gülümseyerek karşılayabileceği bir model değildir kuşkusuz. Diğer etnik ve dini
yapıların ve inanç gruplarının göstermelik bir temsili düzeyden öte birer
politik ve kültürel özne olarak devrimin içinde konumlanmaları ve devrimin
öncülerinin buyurgan abiden çok yoldaşlık düzleminde ortak bir hayat kurmaya
çalıştıkları bir yerdir Rojava.
Yıllardır bölgedeki Türkmenleri Kürt hareketine karşı kışkırtan milliyetçi
devletten Türkmen Katliamlarına karşı bir ses bile çıkmazken Dêrika Hemko’dan
kalkıp Musul’daki Türkmenleri savunmaya giden bir devrimci damar ve dayanışma
ağı gelişmiştir o topraklarda. Rojavadaki devrim sadece Kürtlerin değil,
Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin ve Kürtlerin birlikte ördükleri bir yaşam
bütünlüğüdür.
Bu gün Rojava
Devriminin yaratmaya çalıştığı kadının toplumsal özne olma süreci, güzide
uygarlığımızın merkezleri olan Batı Avrupa Demokrasilerinin ‘sadece seçen ve
sadece seçilen’ eksenine sıkıştırıp bıraktıkları bir kadın demokrasisi yaklaşımının
çok ötesindedir. Tarihin en güçlü kadın dayanışmasının hayata geçtiği Rojava bu
yönüyle aynı zamanda da bir kadın devrimidir. Kadın cinayetlerini, taciz,
tecavüz, erken evlilik, çok eşlilik olmak üzere Ortadoğu topraklarında kadını
ikincil konuma iten bütün uygulamalar bizzat kadın devrimciler tarafından
engellenmektedir. Geleneksel Ortadoğu rejimlerinin, yirmi birinci yüzyılda hala
Emeviler döneminin sürekli sağa yatan iktidarcı İslam’ını refere eden ve ‘kadın
gerillaların vurduğu mücahit cennete gitmez’ diyen bir inanç skalasının ve
onların dostlarının böylesi kadın özgürlükçü bir yaşam bütünlüğünü hazmetmesi imkânsızdır.
Eğitimi,
yargıyı, ekonomiyi, cinsiyet ilişkilerini, hatta silahlı gücün devletten
topluma geçtiği Rojava Devrimi ‘daha az devlet, daha çok toplum’dan öte ‘olmayan
devlet, olan halklar’ diyalektiğini
dünya devrim tarihine çoktan hediye etmiştir. Kendi asayişini kendisi sağlayan
öz savunma birlikleri askeri şiddetin merkezi iktidar tarafından tekelleşmesini
engelleyen ve halkın üzerinde baskı kuran örgütlü bir şiddeti devre dışı
bırakmaktadır. Bütün bu bağlamda Rojava Devrimi ve Kantonlar Demokrasisi devlet
denilen ideolojik aygıtın hızla çözüldüğü bir halklar devrimidir.
Yargı sistemi
komün ve halk meclisleri tarafından oluşturulmuş komiteler tarafından devralınmış
devletin yargı tekeli kırılmıştır. Rojava devrimi elinde silahlarıyla
cephelerde direnen parlamenterlerin, parti eş başkanlarının yoksul köylülerle
birlikte savaştıkları kravatsız bir halk devrimi olmasının yanında bürokrasinin
ve sınıfsal egemenliklerin önüne set çeken bir yoksullar devrimi girişimidir. Paris
Komünü, Barcelona Direnişi ve Şeyh Bedrettin’in yoldaşlarıyla kurduğu komünal
ilişkinin devamı olan bu direniş sahası tarihte yarım kalmış tüm devrimlere göz
kırpmaktadır bu gün. Stalingrad direnişinde faşist işgalcilere karşı direnç
gösteren Sibiryalı köylüler ile İstanbul’dan gelip mevzi tutan genç
devrimcilerin ortak cephesine dönüşen bu küçük kasaba devrimci hafızayı sürekli
geçmiş ile şimdi arasında güncellemeye devam etmektedir. PYD Eş
başkanı Asya Abdullah ve Kobanî Özerk Yönetimi Başbakanı Enver Müslim’in ellerinde
silahlarıyla Kobanî Direnişinde çekilen görüntüleri Allende’nin Pinochet
Faşizmine karşı parlamento binası önünde elinde silahıyla çekilen son
görüntüsüyle bire bir örtüşerek devrimci hafızayı tazelemiştir. Komünal olarak
örgütlenen ekonomik yaşam ve yoksullara dağıtılan topraklar, özgür akademilerde
verilen ve alınan dersler şimdiden Rojava’yı sol ve eşitlikçi özlemlerin vahası
haline getirmiştir. Mesleki ayrışmaların silindiği, statülerin yoldaşlık
kültürü tarafından yerle bir edildiği ve imtiyazların silinip gittiği bu vaha
sayesinde merkezi bir devlet tamamıyla işlevsiz kılınıyor bu gün. Bu yöneyle de
‘toplumlar devletsiz de yaşayabilir’ ilkesinin tezahürü ve kanıtıdır bu gün
Rojava!
Bütün bunlardan öte bu gün Rojava Kürdistan’ı küçük
kardeş olmasına rağmen büyük kardeşlere son derece öğretici dersler sunmaktadır.
Bir taraftan bundan yüz yıl önce Ortadoğu topraklarını cetvellerle birbirinden
ayıran Batılı Kapitalist hegemonyayı ve onların yerel işbirlikçi yönetimlerinin
resmi haritalarını geçersiz kılarken bir taraftan kendini domine etmeden
kardeşleşmenin ve dayanışmanın devrimci ağlarını örmektedirler. Dünya devrim
tarihinden büyük dersler çıkarırken aynı zamanda hayati dersler de veren Rojava
Devrimi, bu gün hepimize yepyeni şeyler öğretmektedir. Kuzey’in demokratik ve
legal siyaseti, kendi içinde oluşan bürokratik ve iktidarcı yapıların yarattığı
tıkanıklıkları ve kültürel-politik savrulmanın tarihsel özeleştirisini ancak
Rojava devriminin bu gün yaptıklarını ve yapmaya çalıştıklarını ölçü alarak
sağlıklı bir şekilde ortaya koyabilir. Ortadoğu topraklarının belki binlerce
yıldır şahit olamadığı yeni bir yaşam politikasının imkânları yaratılırken
dünya ve bölge devrimcilerinin şimdiye dek çok daha güçlü bir dayanışma ağı
kurmaları gerekirdi; devrim düşünün çok uzak olmadığını bizzat görerek,
yaşayarak ve yaşatarak… Çünkü Rojava devrimi sadece Ortadoğulu halkların değil
Dünya Devrim Tarihinin mirası ve nakl-i yekunudur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)