27 Aralık 2011

Amed, Kayseri, Franco ve faşizmin megalomanisi

Zerzan, "Bir şeyi tanımlamak veya onu isimlendirmek, tanımlanan şey üzerinde iktidar kurma eğiliminden kaynaklanır" derken, sanki Türkiye'deki egemen ideolojinin hizaya getiren, başkalaştıran ve baskılayıp yok eden karakterini ve kullandığı metodolojiyi tanımlamıştı. Binlerce yıllık bir evrimin tanımlamış olduğu herhangi bir şeyin orijinini yeniden isimlendirmek en amansız barbarlığı bile görünür kılmaktan çıkarır; çünkü zaten isimlendirilmiş bir şeyi yeniden isimlendirmek, isimlendirilen şeyi çoğunlukla köklerinden koparmaya yetebilmektedir. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte total bir faşizme dönüşen Kemalist Proje, ilk iş olarak Kürt coğrafyasını boydan boya yeniden isimlendirmekle işe koyulmuştu. Son otuz yıldır yaşanan bu kanlı iç savaşta, devlet iradi bir başkaldırıyı, bölgesel bir asayiş ve kandırılmış kardeşler söylemi üzerinden tanımlarken, Kürt cephesi, bunun bir iç ayaklanma ve şanlı bir tarihsel rövanş olduğunu ısrarla vurguluyordu. Dikkatlice incelendiğinde PKK'nin ilk kurulduğu yıllarda devletin bir şekilde incittiği Kürtlerin öfkesine denk gelen tolhildan (intikam) söylemi bile, PKK'ye muazzam bir kitlesel meşruluk zemini yaratmaya yetebiliyordu.

Kürt devrimcileri 12 Eylül kıyımının adeta işkence laboratuvarına dönüştürdüğü Diyarbakır Zindanı'ndan çıktıkları gün, bok çukurlarında çürümeye terk edilen bedenlerinin ve aşağılanıp darmadağın edilmiş ruhlarının öfkesiyle belki de hiç kimseye ve hiçbir yere uğramadan soluğu dağlarda almışlardı. Hayatlarının her tarafını darmadağın bir öfkeyle dolduran ulu devlete silah çattıklarında gazetelerde başı bitli, ayağı çarıklı çapulcular sürüsü olarak manşetlere geçtiler. Oysa devletin seçkin okullarında Marksist formasyondan geçmiş bu romantik ve öfkeli insanlar, beş on yıl sonra hayatı ve insanı örgütlemek için indikleri Kürt şehirlerinde, devletin buzdan kesmiş suratına fazlasıyla mesafeli Kürtler tarafından ulusal kurtuluşçular olarak karşılanmış; bu insanlara sofralar ve evler sonuna kadar açılmıştı. Devletin, münferit ya da bölgesel geri kalmışlık retoriği üzerinden tanımladığı, oysa tarihsel kökleri çok derinlerde yatan bu inkar edilmiş saklı gerçeklik, kitlelerin bilincine üç beş maceraperestin ve vatan haininin kalkışması olarak kazınmaya çalışıldı yıllarca. Otuz yıl boyunca devletin bütün medya korosuyla birlikte ağız birliği yaptığı ve bölge halkının aslında destek vermediğini iddia ettiği bu insanlar, Habur'da yüz binler tarafından karşılandığında devletin sürekli kendi yedeğinde beklettiği, zamanı geldiğinde işe koşturduğu ve zihinlerinde 'ben bu ülkenin ve devletin mutlak sahibiyim' yanılsamasını gerçekmiş gibi algılattığı milliyetçi kitlelerin bilincinde derin bir yarılma ve şaşkınlık yarattı. Kandırılmışlık duygusunu yaşayan insanların, öfkelerinin tam bir delirme halini aldığı gerçeği toplumsal linçlerde kendini göstermiştir. Son derece iyi süslenip püslenmiş seçkin İzmirli genç kadının elinde kocaman bir kaya parçası ile Kürtleri denize döktüğü o büyük ve vatanperver ritüelin fotoğrafı tarihin en seçkin fotoğraflarından biridir. Çoğalan ölüler haritanın her iki yakasında zamanla insanların yüreğine ve diline amansız bir şiddet ve öfke yapıştırmasına rağmen çoğu kez halkların boğazlaşması faşist güruhların zihinde kışkırtıcı bir fantazi olarak kaldı.

Faşizm ve güç megalomandır

Kürt coğrafyasının son yüz yıllık tarihi, tarihin en büyük kapatma, çarpıtma, gizleme, aşağılarken bile yok sayma ve görmezden gelme serüvenlerinden biridir. Kürt dağlarında vurulan gencecik çocuklara şanlı cenaze merasimleri düzenleyen ve her cenazede Kürt'e karşı nefreti keskinleştiren devlet, mezarları bile bilinmeyen diğer taraftaki gençlerin bir anne ve babadan geldiklerini dahi zihinlerden sildirecek kadar güçlü ve kör bir düşmanlık tohumu ekmeyi başarabildi diyebiliriz. Dört tarafı düşmanlarla çevrili cennet ülkenin insanlarını bu cinnet haline alıştırmanın en iyi yolu, bin yıl boyunca aynı cephelerde omuz omuza vermiş iki halkın çocuklarından birini Ermeni Dölü ilan etmekten geçiyordu. Devletin şan ve şeref hanesine eklediği en büyük zaferlerinden biri, haritanın doğusunda yaşanan o büyük ve kanlı isyanı Batı'da görünür kılacak ve Batı'dan Doğu'ya doğru akacak bir toplumsal empatiyi tam yüz yıl boyunca önlemekte gösterdiği üstün başarıdır diyebiliriz.

Kendi eliyle eğitimsiz, parasız ve değersiz varlıklar haline getirdiği milyonlarca gencini ülkenin kurtuluşu ve son Türk devletinin ebediyen yaşaması için görevlendirilmiş gönüllü ordular olarak yedekte tutan devlet, cılız tarihsel özeleştirisini iktidar partisi eliyle yaparken Cioran'ın "hiçbir maske sonsuza kadar bir suratta asılı kalamaz" tespitini doğruladı adeta. Kemalizm'in mutlak sahipler olarak belirlediği ve bir tek tanesinin çocuğunun bu savaşta burnunun bile kanamadığı ayrıcalıklı burjuvazi, sivil ve askeri bürokrasi, rengini İslam'dan çok doların yeşilinden almış olan yeşil sermaye grupları ve onların sağlam dostları olan medyada konumlanmış maaşları dolar üzerinden ödenen ve ciddiyetlerinde bile teknik bir komedi barındıran yazar ve çizerlerden teşkil olmuş medya cambazları, sahte vatanperverliklerini sert ve öfkeli mimikleriyle maskeleyen, kanlı ve güçlü bir ses tonuyla bağırıp duran sivil ve sefil faşizm. Bütün bunların ötesinde bu gün iktidarın Kürtlük konusunda göreli de olsa, daha çok güç, daha çok iktidar ve daha çok oy için sürüp giden bu kanlı oyunun içinde birer politik palyaçoya dönmüş muhalefet liderlerinden daha cesur ve daha basiretli bir tavır sergiliyor gibi görünmesi amansız bir ironidir. Nereden bakılırsa bakılsın oyun bile olsa konuşulması tam seksen küsur yıldır yasaklanmış devletin kutsal ve tartışma kabul etmeyen metinlerine halel getirecek kadar cesur bir oyun bu! Dersim'e Tunceli ismini zorla yapıştıran ve 'Dersim'de analar ağlamadı mı ki' diye kitlesel kıyımlara meşruluk gerekçelerini homurdayan paşa torunlarının fazlasıyla zoruna gitse de! Aslında ortaya ilk çıktığı gün sosyolojik ve tarihsel iflasını yaşayan ama korku, uyutma ve on yılda bir askerlerin balans ayarı çekmesiyle kendini seksen küsur yıl ayakta tutabilen hakim paradigmanın çatırdamaya başlamasında devlet, Kürtlerin yoğun tarihsel ve toplumsal basıncını hala inkar noktasında direnmektedir. Çünkü faşizm ve güç, her zaman megalomandır.

Irkçı toplumsal bilinçaltılar

Yıllarca devlet, bir yandan 'kandırılmış kardeşler' edebiyatını dilinden düşürmüyorken, diğer yandan dört bin tane Kürt köyünü boşaltıyor, devlet adına işlenen binlerce cinayet için 'kurşun atan da yiyen de şereflidir' geçiştirmesiyle bilinçaltında gizlediği o meşhur 'devlet başa kuzgun leşe' mitosunu bilince çıkarıyordu. Yüzyılı aşkın bir süredir başkaldırının ve zulmün hayata eşlik ettiği Türklerin büyük bir kısmının sadece eşkıyalık ve yol kesme öyküleri üzerinden tanımladığı bu topraklarda, devlet eşkıyalarla kıyaslanmayacak kadar fazla kan akıtmıştır oysa. Nefret ile faşizmin bilinçaltının çoğu kez aynı kaynaklardan beslendiğini iyi bilen devlet, özellikle haritanın batısında vesayetini göreli de olsa devraldığı koca kitlelerinin o büyük daralma ve kendine az gelme komplekslerini faşist bir megalomaniyle ikame etmeyi kendine ana uğraş olarak seçti yıllarca. Barış girişimleri karşısında her defasında 'koşulsuz teslim olsunlar' çağrısı yapan güçleri böylesine büyük bir megalomanik öfke histerisinin içinde boğan yine aynı devletin kuruluş felsefesindeki şaşmaz ilkelerinden biri olan ve insanların kafasına vura vura öğretilen büyük vatan – yüce millet – kahraman ordu bütünselliği idi.

Faşizmin İspanya'sında 'yaşasın ölüm' diye haykıran o ürkütücü sesin ekosu Anadolu topraklarında 'hainlere ölüm' türünden bir söylemle İttihat ve Terraki'den beri izdivaca girmişti aslında. Bugün etnik bir boğazlaşmanın eşiğine gelmiş Kürtler ve Türklerin bizzat devletin talimatıyla diğer kavimlere karşı işledikleri ortak tarihsel günahları ortada dururken, düşmanı olmayan halkı yönetemezsiniz felsefesini iyi bilen devletin kurnaz bir manevrayla barışı ve kardeşliği dillendirmesi kesinlikle sahici bir tavır değildir. Aynı devletin, bellek yitimine uğrattıkça vicdanlarında derin bir duyarsızlaşma yarattığı halkların bilincine resmi cehalet okullarında en çok öğrettiği şey, tam bir kültür ve dinler mezbahanesine dönüştürülen bu topraklarda ötekinin sesinin her zaman tehlikeli, ayrıştırıcı olduğu ve o muhteşem bütünlüğümüze tehdit biçimde algılanması gerektiği idi. Bu ülkede herkesin kendi varoluşunu ve yaşam kudretini, kendi gettosunun şehit albümlerinde boy boy resimleri olan şehitlerinin sayısal çoğunluğu üzerinden hesaplaması gerektiğini öğreten, yerkürede, ölen kabile bireylerinin fotoğraflarını muhteşem bir albümmüş gibi duvara boy boy asmaktan böylesine ölü sevici bir haz alan bu toplumu yaratan yine bu topraklarda binlerce yıldır yaşamı cehenneme çevirmiş devletlerin ve iktidarların yarattığı bir kültürdü.

Bu ülkenin kanları donduran ırkçılık ikliminde, 'hainlere ölüm' söyleminin tepedeki bir lider ya da başbuğdan inmesine gerek yoktur. Vatanperver olan her birey bu ülkede kurşun sıkma meşruluğunu ve icazetini söz konusu imkan ve şerait içerisinde yüce devletin tehlikeye düştüğü her dönemde devlet babasından zaten almıştır. Çünkü söz konusu kutsiyetler ülkesinde devlet, milyonlarla ifade edilen ölülerin eti ve kemiği üzerine kurulmuş bir kaledir. Kale duvarının harcında duvarı yıkılmaz kılan bol miktarda genç insan kanı ve genetik kodları çözüldüğünde ırkçıların ödünü patlatacak bir etnik ve dini renkliliğin eşlik ettiği, yetmiş iki ayrı renkten gelen annelerin tonlarca gözyaşı vardır.

Irkçı toplumsal bilinçaltının bir yönü kendinden daha güçlü olana hayranlık ve nefret karışımı tuhaf bir paranoid duygu beslerken (burada ırkçı dostumuz büyük uygarlıkların kendini asimile edeceğinden ölüm gibi korkar) öbür yandan kendinden güçsüz yapıları, kavimleri, azınlıkları, grupları ve halkları eritme, ezme ve kendine benzetme şehvetiyle yanar tutuşur.

Franco ile doğal ittifak

Aşağılama ve hor görme faşizmin diline pelesenk ettiği en klişe söylemlerdir. Ötekinin reddi üzerine kurulan ırkçı kabul, toplumsal bütünlüğü perçinleyip biz duygusunu palazlarken, öbür yanda aynı söylemin yarattığı hipnoz, devlet tarafından faşistleştirilen kitlelerin bugünlerinden ve kendilerinden çıkma durumuna dönüşür. Birbirine kız alıp vermiş, tavukları birbirine karışmış kavimler, tarihsel kökenlerine karşı şizofren bir bağlılıkla bugüne dair tüm güncel ve evrensel değerleri de kendine düşman belleyip söz konuşu değerler üzerine konuşmaya bile tenezzül buyurmazlar. Nasılsa tapındıkları ata kültünü ve yüce benliklerini, şanlı tarihin gri ve belirsiz dehlizlerinde bulmuşlardır. Bu güne dair hiçbir evrensel ve demokratik değer, onların tasavvur dünyasına dahil olamaz. Çünkü her yer düşmanlar tarafından kuşatılmıştır. Horkheimer'ın akıl tutulması dediği eşikte duran, kimlik sorunundan bahsedilirken kendi nüfus cüzdanını çıkarıp al sana babalar gibi kimlik diyen bir yüzeysellikte cebelleşip duran yoksul kitleler, ırkçılık tarlasının verimli birer tohumu olmaya çoktan aday olmuşlardır artık. Marmara depreminde kan kaybından ölen insanlara rağmen, 'damarımda Yunan kanı istemem' diyen bu büyük söylem farkında olsun ya da olmasın, Franco ve Hitler ile doğal ittifakını çoktan imzalamıştır. Nasılsa herkesin şehidine yetecek kadar engin ve geniş bir ovadır Türkiye ve Mezopotamya coğrafyası. Hitler'in müritler ordusu dünyanın her yerinde aynı kompleks ve aynı zihinsel patoloji üzerinden yükseltirler; kutsal ırkları üzerine yazılmış mide bulandıran vaazlarını.

Bütün kaynaklarını ve sistem yapılanmasını kendi çocuklarıyla kapıştığı bir savaş üzerinden şekillendiren devlet, yoksul kitlelerin gırtlağına yapışıp para, asker ve düşük yoğunluklu dediği fakat haritanın neredeyse bütününe yayılmış bir savaş için destek ister. Düğüne gider gibi ölüme çocuklar yollanır; birileri fena halde oy toplamaya başlar. Homo Sapiens, Huizinga'nın Homo Ludens'ına (oyun oynayan insan) döner. Bizi koruyan ve kollayan devlet, yoksulluğun bellerini büktüğü ama yine de kendilerini bu ülkenin mutlak sahipleri gibi gören, devlet elden gidiyor paranoyasından beslenen bir hipnozun içinde ekmek ve insanca bir yaşam yerine bol miktarda bayrak, şehit şan ve şeref verilmiş kitleler, yoksulluklarını unutsunlar ister. Sarılacakları tek şeyin toprağa verdikleri çocukları, bayrakları, ülke sınırları ve devletin yüce şerefi olduğunu kabul etmelerini ve yaşamlarını böylelikle milliyetçiliğin o ulu ve şanlı yoluna adamalarını ister. Aynı devlet, küresel ve bölgesel konumundan kaynaklı bir sıkışmışlık ve Kürtlerin yüzyılı aşkın bir süredir devlete huzursuzluk vermekten vazgeçmeleri adına devletin raks eylediği açılım manevrasında 'aslında onlar bizim kardeşlerimiz; vakti zamanda devlet de yanlışlar yaptı' deme ikiyüzlülüğünü de gösterir. Durmadan ölümü kutsamaktan, yaşam üzerine politika geliştirmeye vakti olmayan dar vakitli siyasetin hükmettiği ve bir ağıtlar senfonisine dönüşen bu ülkede, devlet son dönemlerde, Kürtlerin ve Türklerin Malazgirt, Çaldıran ve İstiklal Harbinden kalma tarihsel ittifakını ısrarla dillendirmesine rağmen bu tarihsel kardeşlik söylemi aynı devletin yarattığı ırkçı söylemin kalın duvarına toslamaktadır her defasında. Kürtler yüzünden bu haldeyiz kabulünü halklarına dayatan ve büyük oranda kabul ettiren devlet, beyni ve göbeğinin altında duran o büyük iktidar silahı yer değiştirmiş bir köşe yazarının genç Kürt kadınlarını dağa kaldırıp harem kurma fantazisini düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirmeye devam eder. Her ikisi de devlet tarafından kurulmuş iki siyasi partinin yöneticileri, cellatların o meşhur soğuk ve psikopatik ruh halleriyle meydanlarda ellerinde yağlı urganlarla gezindiklerinde kan devlet vatan diye uğuldayan kitlelerin ırkçı bilinçaltını okşayarak bu büyük ayartma macerasını başarıyla yerine getirirken devlet baba bu haylaz çocuklarına hafif kızgın bir ifadeyle sırıtarak bakmakla yetinir.

Devletin iki halka özür borcu var

Kendini yüz yıllardır halkların, kültürlerin ve dinlerin çatışması üzerinden yaşatan devletin, yok ettiği doğal ve insani yaşama ve birbirine boğazlattığı kavimlere karşı büyük bir özür borcu ortada dururken halklar arası bir toplumsal uzlaşma ve toplumsal bir konsensüse başvurması sahici bir tavır değildir. Bugün, Türkler gibi Kürtlerin de Êzîdî, Keldani, Nasturi ve Ermenilere karşı gecikmiş tarihsel bir özür borcu ortada durmaktadır. Beni yok saydılar ve hala yokum mızmızlanmasından çıkıp ben zaten bu ülkenin kanlı tarihinin öznesiydim ve benim de sürüyle tarihsel günahlarım var diyebilen bir Kürtlük ancak bu özürü dileyebilir. Ne bu ülkenin tarihinde büyük bir aşağılık kompleksiyle sonradan Türkleşmiş ve son kertede faşizme sarılan kitleler, ne de ısrarla Kürtler bu devletin kurucu unsurlarıydı diye bas bas bağıran Kürtler bu özürü asla dilemezler. Çünkü bu özürü dileyen herkes, 1900'lerin başından itibaren aniden yok olan Yahudi, Ermeni,  Rum, Keldani, Nasturi ve Êzîdî topluluklardan geriye kalan tek şey olan büyük mezarlıkların vebalini almak zorunda kalacaklarını iyi bilirler. Kiliseleri ahıra dönüştürülen halkların gazabı ve bedduası tepemize her gün korkunç bir gürültüyle çökerken bu kanlı tarihin içinde en çok özür dilemesi gereken bu toprakları tam bir kan ve zulüm cenderesine almış olan devletlerdir.

Bugün, hayatımızın en küçük gözeneklerine kadar sızmış olan ve tepemize çökmüş ceberrut bir devlet tarafından sınırları çizilen bu savaşta, savaşan taraflar tarafından 'bu savaş sadece ölü ve ölü yakınlarının savaşıdır' türünden bir toplumsal algı yaratıldı. Sayıları on binleri bulan ölüler, boşalan köyler, dokuları parçalanmış kentler, düşmanlık ve faşizm, göç ettirilen ve göçertilen yaşamlar, yalan ve manipülasyon, kan üzerinden şekillenen siyaset kültürü, yoksulluk ve doğal tahribat, demografik alt üst oluş, kültürel uyumsuzluk ve şok. Bu kadar büyük bir toplumsal ve tarihsel tahribata rağmen hiç kimse aslında bu savaş, Türklerin ve Kürtlerin değil tarihsel bir haksızlık öfkesiyle dağlara çıkan Kürt çocukları ile tanrı kadar büyük adamların emriyle cepheye sürülmüş yoksul ve emekçi Türk çocukların savaşıdır' deme cesaretini gösteremedi. Çünkü savaş, en büyük rantiyelerin ve şantiyelerin kurulduğu tarihi anlardır gerçeğini iyi bilen sürüyle şirketin, çetenin, partinin, ordunun ve liderin yaşadığı bir ülkedir bu ülke! Birbirine büyük oranda düşman edilmiş iki kederli halkın birbirine karşı özür borcundan ve o tarihi helalleşmelerinden önce bizzat devletin her iki halka büyük bir tarihsel özür borcu hala ortada durmakta iken barışı dillendirmek her zaman eksik, samimiyetsiz ve buruk kalacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder