Not: Bu yazı, tarihin ilerleyen köhne treninde hayatı
yeniden örgütlemek için üniversite kantinlerinden kalkıp imdat frenini Nurhak
ve Gabar’da çeken 90 yıllık bir yükü 90’larda omuzlayan 90 kuşağının çok kısa
bir öyküsüdür…
MEKAB-İ EŞKİYALAR
‘Blanchot bir defasında insan
türüyle ilgili şöyle bir şey yazmıştı: İnsan sonsuzca mahvedilebilen bir
mahvolmazlıktır. Bana göre bu, şu anlama gelir: İnsan mahvedildikten sonra yine
de geriye bir şeyler mutlaka kalır, yani insanın sonsuz mahvedilişinden geriye
artan ve direnmeye devam eden bir şeyler muhakkak kalır: Tanık işte bu
kalıntıdır.’ [Agamben]
90
kuşağının bir tarifi yapılıp tarihi yazılacaksa bunu yaklaşık on yıl önce ülkeye
daha güçlü dönmek için ülkeden çıkan, sonrasında ülkeye dönen ve bir ülkeyi
baştan sona dönüştürme arzusu ile dağlara yürüyenlerin hikâyesinden bağımsız
ele almak asıl hikâyeyi eksik bırakacaktır. Yaşamanın sadece fail kurban ikiliğine
hapsedildiği ve devrimci öğütme makinesine dönüştürülen Amed Zindanlarından
çıkıp soluğu dağlarda alanların hikâyesini bu asli hikâyeye ekleyerek… Daha
sonra üniversite kantinlerinden yeni bir ülke kurmak için yollarına düşen 90
kuşağı, aynı zamanda devrimin Kürtleştiği, Kürtlüğün devrimleştiği bir zaman
aralığının kurucu özneleri olacaktı. 90’ların başında çıkan ilk gazetenin
isminin Yeni Ülke olması yaratılacak yeni Kürtlük gramerinin ve yeni Kürt
ülkesinin habercisiydi aslında. Kürtlerin toplumsal bilinçaltında gizledikleri
yüz elli yıllık öfkelerine denk gelen ‘tolhildan’
(intikam) söylemi ile birleşen ‘yeni
ülke’ mottosu, 1990’lı yıllarından başından itibaren kır, mahalle ve okul arasındaki mesafeyi hızla
kapatıyordu.
1990’ların
başında direnen özneyi ve öncüyü bile şaşırtan bir etki alanına kavuşan
özgürlük hareketi, hem geçmişi bu güne çağırıyor, hem bu günü geçmişe
eklemliyor, hem de her iki zamansallık üzerinden bu günün kurucu öznesi olma
rolünü oynuyordu. Yani bir yerde kendi öznelliğine enternasyonal bir karakter
ekleyen hareket, bir yerde en büyük başarısını ‘Biroyê Heskê Têlî ile Che’yi
aynı karede Ararat’ta yürütmüş olmasından alıyordu.
‘Biz büyük bir direnişin hem hamalı
hem öncüsüydük. Evet deneyimsizdik, hatta apaçık acemiydik. Ama büyük bir
çoğunluğumuz fedakâr, cesur ve mutlak bir inanca sahip olduğundan, bize dâhil olan ve ciddi küçük burjuva
kaygıları olan arkadaşlarımız bile birer militan gibi davranmak zorunda
kalıyordu; sonrasında onların çoğu döküldü zaten…’
1980’lerin
başından itibaren soluk saman kâğıtlara basılan politik değerlendirme
raporlarında sıkça bahsedilen ve ‘Ortadoğu Tarihinin en uzun ve kanlı devrimi’ olarak
öngörülen o uzun yürüyüşe on yıl sonra kızıl egal ve sarı mekaplarıyla katılan
bu öfkeli gençlik kuşağının yaptığı şeyler, Kürtlerin anlam dünyasında 80
darbesi ve daha önceki yıkım ve yenilgi hafızasının yarattığı ürkeklik ile baş
başa giden bir hayranlıklar manzumesine dönüşüyordu: Ên li çiya, Ên ji derve, Ji
me çêtir’. Bu diyalektik kısa bir zaman
içerisinde kendi içerisinde her yerde egemene meydan okuyan de-kolonyal ve apayrı
bir bütünselliğe dönüştü. Öyle ki 1993’te Kürdistan dağları bombalanırken, bu
durumu protesto eden köylüler on binlerle birlikte ilçe merkezlerine akarak ‘Bombe
em in! Bombeyan li me bibarînin’ sloganının atacak kadar bir bütünlük, sahiplenme
ve aynılaşma sürecinin kapısını aralıyorlardı.
90 kuşağının
öyküsünü sadece bir direniş ve adı sanı bilinmeyen binlerce kahramanın öyküsüne
hapsetmek, o kuşağın yarattığı büyük dönüşümün sonraya ve bu güne nasıl şekil
verdiğini gözden kaçırma riskini de barındırır. Kuşkusuz geçmişin ruhunu bu güne
davet etmenin bizleri nasıl bir anakronik hataya düşürebileceğini paranteze alarak
o gün başlanan yerde kurucu ilkelere dönüşen etik-politik tutumların zaman
içerisinde neden bu denli aşındığını da ancak o günlerle yüzleşerek görebiliriz.
O günlerden bu güne, bu günlerden o günlere doğru uzanan her yüzleşmenin aynı
zamanda travmatik bir anlatıya dönüşebileceğini bile bile üstelik…
90
kuşağının belki de en baskın özelliklerinden biri bir direniş gramerini
mücadelenin kendi iç dinamikleri içinde inşa etmiş olmasıydı. Bu yeni gramerde
Kürtlükten kaynaklı bir mağduriyet söylemine asla yer yoktu. O kuşağın ‘Biz
haklı olduğumuz için direniyoruz söylemi’ sonradan bir orta sınıf mızmızlanması
olarak yaşamımızın her alanına yapışan ve dipten dibe bir iktidar talebine ve
ayrıcalık çağrısına dönüşen ‘biz mağduruz’ psikopatolojisine dönüşmüşse
geleneği yaratanların ardıllarının bu geleneğe ne kadar sadık kaldıkları
eleştirisinden başlamamız gerekiyor. Spinoza’nın ‘Havaya fırlatılan taş, yarı
yolda düşünmeye başlarsa kendi iradesiyle ilerler’ dediği türden bir
yanılsamayla tarihi kendinden başlatanlar, o kuşakla her yüzleştiklerinde ‘bilinmeyen
ve bilinmeyecek olan asli kahramanlardan’ birinin sesiyle irkileceklerdir: ‘O
taş kendi kendine havalanmadı! O taşı, nereye
gideceği belli olmayan köhne trenin el frenini çekenler fırlattı!’
‘Ben ilk çıkış yaptığım günlerde bana
Seyit Rıza kodunu verin diye diretmiştim. Çünkü Dersimli Marksist bir yurtsever
olarak gitmiştim. Sonrasında tek başına bir Dersimliliğin yaptığımız işin
yanında çok küçük kaldığını fark ettim. Çünkü biz hem 92’nin mekaplı
68’lileriydik, hem de yüzbinlerce Kürdün yarım kalmış rüyasıydık. Farkında değildik
belki ama gerçekten bütün bir dünyaya adeta meydan okuyorduk..’
90
kuşağının yarattığı gelenek ve tarihe düştüğü not, sadece üniversite
kantinlerinde ya da liselerin arka bahçesinde karar verip dağlara yürüyen
gençlerin hikâyesi değildir. O ateşten devrim çemberinin içinde yeni bir
gramer, yeni bir etik değer dizgesi, yeni bir yoldaşlık kültü ve Kürdün iki yüz
yıllık ölüm uykusuna (Xewa Xefletê) inat ciddiyetle örülmüş tarihsel bir rövanş
ruhu inşa edildi. Kasr-ı Şirin ve Lozan’da çizilen resmi haritaları duvarlardan
indiren ve bütün sömürgeci haritaları ve tarifleri geçersiz kılan, egemenlerin ‘baldırı
çıplaklar’ dediği, öbür taraftan Kürtlerin en çok okumuş gençlerinden oluşması milyonlarca
Kürdün bilincinde ‘Bu çocukların kesin bildiği bir şey var?’ sorusunu ciddi bir
politik arayışa dönüştürüyordu.
1990’ların
başından itibaren Cizre’de birçok kadın, Êzidî olan Binewş Egal’in mezarından cuma
akşamları nurdan bir ışık haznesinin yükseldiğine kanaat getirecek ve bu uğurda
yaşamını yitiren gençlere doğaüstü bir değer atfederek birer mitolojik kahraman
düzeyine yükseltecekti. Çünkü bu köklü kalkışma, sadece şimdiki zamanda süren
bir nümayiş değil aynı zamanda Bedirxanî’lerin uğruna yaşamlarının paramparça
olduğu bir hikâyenin devamıydı. 1992 yılında Bazîd Lisesinde yoğun katılımlardan
dolayı kapatılan sınıflardan yola çıkan gençler, aslında İhsan Nuri Paşa’nın
Ağrı Dağında paslanmış tüfeğini yerden kaldırıp Xoybun’u, Serxwebun’a
güncelliyorlardı. Ahmet Kesip’in Ağrı Dağı hikâyesi, muhayyel Kürdistan’ın
gömüldüğü Ağrı eteklerinde bu kederli ülkenin kırk yıl sonra tekrar silkinip
doğrulmasının tarihsel rövanşıydı aslında. Ağrı İsyanında inatla Botan’dan
başlayalım diye direten İhsan Nuri Paşa’nın vasiyetini kırk yıl sonra cesedi
Kasaplar Deresi’nde yüzlerce cesede karışan ve adı binlerce Kürt çocuğuna konan
‘Egîdê Farqinê’ yerine getiriyordu.
‘Geleneğin hem kendi varlığı, hem
de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim
sınıfın aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan
konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken
bir çabadır. Mesih sadece kurtarıcı olarak değil, aynı zamanda Deccal’e boyun
eğdirmek için gelir. Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan…’ W.
Benjamin
1990’larda
akademi ile dağ arasına sıkışmış olmanın yarattığı iç hesaplaşma ve derin
vicdani sorgulamalar daha sonradan hayatı nereden öreceğini bilmeyen binlerce
arada kalmış şaşkın ve yenik militanın öyküsüne malzeme taşıyacaktı:
‘O zamanlar bütün yoldaşlarım
dağlara yürüdü ve öldüler; ben İstanbul’da kalıp iş kurdum ve Nietzsche doğru
demiş aslında: ‘Zamanında ölmesini becerememişsen bir daha asla ölemezsin.
Heval, gerçekten çok zor ama inanılmaz güzel günlerdi…’
Üniversite
ve lise kantinlerinden kalkıp Kürtlerin yüz elli yıl önce bindirildiği ve
nereye gittiği belli olmayan tarihin o köhne treninde imdat frenini Kürdistan dağlarında
çeken ve birçoğunun adı ve fotosu sadece o günün gazetesinin alt kısmında ‘Anısı
Mücadelemizde Yaşayacak’ olarak kalanların direnişini ve katlandıkları ağır
külfeti görmeden tarihin içinde ilerlemek Benjamin’in deyimiyle tam bir
barbarlıktır! Tarihin o kanlı ve direniş dolu kesitinde yaşananları ve
yaratılan değerleri kentli orta sınıf seçkinlerinin, konformist
entelektüellerin ve anı koleksiyonlarına bol bol o kuşağın öykülerini iliştiren
emekli devrimcilerin elinden çekip almak ve devrimci hafızanın en görünür
yerine kalın harflerle kazımak devrimci bir sorumluluktur. Tarihi tersinden
okuyan ve tarihin akışını değiştiren o kuşağın yarattığı tarihsel dönemin
içinden bir yaşamı çıkarmak, her yaşamdan bir yapıt yaratmakla eş anlamlıdır. Çünkü
Benjamin’in dediği gibi: ‘Yapıtın içinde tüm bir ömür, ömrün içinde bir dönem,
dönemin içinde tüm tarihin akışı gizlidir…’
Not: Bu yazı, 95 yılında üniversite kantininde
otururken gülümseyerek Kürdistan’dan Konya’ya okumaya gelen bizlere bakarak
‘Arkadaş ben üç yıl önce ta Adıyaman Dağlarından Konya Ovasına sürülmüşüm. Siz
savaşın ortasından buraya geldiniz. Ben burada dayanamıyorum, siz nasıl
dayanabiliyorsunuz gerçekten anlamıyorum…’ diyen Şoreş Konya’ya adanmıştır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder