7 Kasım 2023

DEVLETİN NEKROPOLİTİĞİNE KARŞI ÖLÜLERİMİZİN DİRENEN SOLUK FOTOĞRAFLARI

 

  


 DEVLETİN NEKROPOLİTİĞİNE KARŞI ÖLÜLERİMİZİN DİRENEN SOLUK FOTOĞRAFLARI

 

‘Ölüm anlamında yenilmiş bir halkın yaşama egemen olma şansı yoktur…’

   Butler

 

Nekropolitika, yaşamın aslında ölümün iktidarına tabii kılındığı iddiası üzerinden bakışımızı biyoiktidarın yaşam üzerindeki egemenlik alanından iktidarın ölüm üzerindeki egemenlik alanına çevirmiştir. Nekropolitika kavramını ilk kez literatüre kazandıran Mbembe,nin ‘ölümün denetlenmesi, iktidarın dışlaşmasıdır’ iddiası, gücünü ‘egemenlik gücünün kimin yaşayıp kimin ölebilir kararına muktedir oluşundan alır’ tezinden alır. Tam da bu eşikte direniş, kurban, yas ve feda diyalektiği gibi olgular üzerine yeni bir okumanın imkânı ve uzun bir külliyatın yolu açılmıştır.

Özellikle 1990’ların başından itibaren Kürdistan’da terörle mücadele stratejisine koşut olarak yaygınlaşan ‘kaybettirme’ pratiği, devletin nekropolitik karakterinin yarattığı yüzlerce vahşet ve direniş hikâyesini direnenlerin hafızasına kaydettirmiştir. O hikâyenin her yerine serpişmiş olan soluk fotoğraflar o hikâyenin her biri ayrı bir hikâyeyi anımsatan, direnişe ve yüzleşmeye çağıran birer tablo gibidir. Bu gün geldiğimiz tarihsel kesit,  J. Berger’in  ‘Anımsanan şey hiçlikten kurtulmuştur, unutulan şey ise terk edilmiştir’ tezine uygun bir karakter kazanarak kayıp yakınlarından sadece bir kesimin direndiği, diğerlerinin ise melankolik bir yas ile sessizleştiği ikili bir düzlem yaratmıştır.

Ertelenmiş ya da tutulmamış yas ile hafıza ilişkisinde asli hikâye, ölüyü görünmez kılma (kaybettirme ve mezarsız bırakma), hem ölümün hem de ölünün mekân dışına itilerek Butler’in deyimiyle kırılgan/laştırılmış hayatların statüsünün askıya alınması ile başlar. Meşru olmayan yaşamların yok edilmesiyle başlayan bu düzenekte iktidar, belli bir yas hiyerarşisi kurarak ‘yüceltilen şehitlik’ ile ‘leş ya terörist’ imgesine sıkıştırılan iki ayrı kategori üzerinden insani bir değer farkını da yeniden dolaşıma sokar.[1] Biyolojik bir ırkçılığın eşlik ettiği ve her türlü etiğin devre dışı kaldığı bu düzlemde devletin bakışında kurban, zaten meşru olmayan bir hayattan gelmiştir ve her türlü ölüm revadır!

Kaybettirilenin ardında kalanların umutsuzluk ve karamsarlığı bir ömür taşıyabilmesi ve ölünün bir direniş motivasyonuna dönüşmemesi için yakışıksız (mezarsızlık) bir ölümle ölümün haysiyeti yerle bir edilir. Yerin üstünde yeri olmayanın yerin altında da yeri olmamalı kuralı işletilerek ölü ve ölünün ardında kalanların yası belirsiz bir uzama hapsedilir. Devlet, sadece mezara ve gömülme hakkına değil hatıranın kendisine de el koyar! Humanitas (insan) humando (gömmek), Mirov/Mordem (insan) mirin (ölüm) arasındaki etimolojik ve semantik bağı düşündüğümüzde mezarlar aslında ölünün zamana (tarihe) ve mekâna (toprağa/ülkeye) iz düşürdüğü ve kaydedildiği bir uzamdır.[2]

Bir insanı ya da topluluğu tarihten ve coğrafyadan silmenin en kestirme yolu onu hem biyolojik hem de sembolik alandan tamamıyla silmektir. Kayıp tam olarak temsil edilemezse bile hatıraya, fotoğrafa, yeni doğan bir çocuğun ismine sembolik olarak kaydedilir. Sembolik alana kaydedilmemiş her kayıp bir travma gerekçesi olur; bilinç bile belleği kontrol edemez hale gelir ve zamanla o hatıra her yerde gözlerimizin içine bakan hayali bir imgeye dönüşür. Freud (1917) [3] İşte tam burada ağır bir kederin yanına uzlaşımsız bir öfkeyi alan bir kayıp yakının elindeki kaybının soluk fotoğrafı bütün unutkanlıkları askıya alır; hem bir ilaç hem de bir zehir gibi insanın ruhuna tevarüs eder o fotoğraf. Çünkü Deridda’nın deyimiyle: ‘temsil, tanıklığın hem ilacı hem de zehridir…’[4]

Ortada ölüsü olmayan bir ölünün yasını tutmak, hem ölen için hem de yas tutan için yaşam ile ölüm arasındaki belirsiz bir uzamda sonsuza dek asılı kalmaktır. Hayat ile ölüm arasına sıkışma gayri insani bir insanlık haline dönüşür ve Butler’in dediği gibi ‘yası tutulmayan hayat,  hayat olmaktan çıkar…’  Hangi ölüm için yas tutulup hangisine tutulmayacağı, ölen kişinin iktidar tarafından ‘insan’ olarak kabul edilip edilmediği koşuluna bağlanmıştır. ‘Bir gün çıkıp gelecekler’ umudu, acımasız bir melankolik şüpheyi canlı tutup geride kalanın yasını sonsuzlaştırabilirken aynı zamanda o umudun devrimci bir öfke üzerinden örgütlenmesini de sağlayabilir.[5] Duvarlarımızda asılı duran ya da her cumartesi günü annelerimizin ellerindeki kayıplarımızın soluk fotoğrafları bize reva görülen süreklileştirilmiş bir ölüm halinin izdüşümleri gibidir. O soluk fotoğraflarla her göz göze geldiğimizde ölülerimizin o bakışları, bizleri borçlu kılar, ödev yükler, sorumluluk hatırlatır ve bizi unutuşa karşı devrimci bir hatırlama eylemine davet eder.  Ölülerimizin Rilke’nin deyimiyle ‘Ölüm olmayan bir ölümde yok olmaması’[6] için Barış Anneleri ve Cumartesi annelerinin toplandığı her alan hem ölülerimizi bu güne çağırdığımız hem de ölüyü ölüm dışı bir mekâna mahkûm etmeye çalışan iktidara karşı bir direniş ve itiraz sahnesi görevini görmektedir.

Rilke, ‘Haysiyetli ve yakışık alır bir ölümün insanın içinde taşıdığı çok güçlü bir arzu’ olduğunu söyler.[7] Nazile Kalaycı’nın deyimiyle ‘Ölümün haysiyeti sorunu ve ölüm/etik/hukuk bağlamı modern öncesi, hatta hukukun en arkeik dönemine kadar uzanır.[8]  Genos dönemi neredeyse boydan boya ölüler ve atalar kültünün etkisi altında bir form kazanmıştır. Ata ölüsüne tapınmanın amacı atayı ölümsüz kılmaktır. Bu ölümsüzlük hali, aynı zamanda toprağa kök salma ve gömüldüğü yerde o kabilenin yerleşik olduğuna dair bir sınır ilandır. Ata kültüne tapma aileyi, kabileyi bir arada tutan bir bağ ve işbirliğini yeniden üreten bir mekanizma olmanın yanında, geçmiş, şimdi ve yarının bağını aynı anda ‘an’ın içine yerleştirilmesidir. Yaşam ve insan merkezli dinlerin ölüyü öte dünyaya havale etmeleriyle başlayan uzun serüven, sekülarizmin mitik inşayı yok ederek ölümün haysiyeti sorununu etiğin alanından alıp hukuk alanına hapsetmesi ile ölü üzerinde her türlü tasarrufun meşrulaştığı bir vahşet dönemine girildi. Sekülarizmin ölümün ahlaksal normlarını paramparça etmesi ile sayıları milyonları bulan mezarsız ölüler arasında dolayımsız bir bağıntı vardır.

 


‘Gerçek yas, kişinin kayıp tarafından ele geçirilmeye razı olmasıyla tutulabilir. Bu aynı zamanda ötekine teslim olmaktır. Politik özne olmanın ön koşulu bu melankoliyi ya da yitenleri şimdide tutmaya adanmış uzlaşımsız yastır.’

W. Benjamin

Benjamin, aslolan tarihçi değil tanıktır derken bütün işaret levhaları bizi Cumartesi ve Barış Annelerine doğru götürür. Çünkü temsil edilemez olanı tarihin her döneminde kamusal alana taşıyan tarih değil bizzat tanığın kendisidir. Tam da bu eşikte tanıklığın etiği sorunu devreye girer. Çünkü ölen konuşamaz, tanık tanıklığına kendi öznel yargılarını ve duygu dünyasını katmadan aktaramaz, hayatta olmayanın adına konuşmanın ağır etik yükü altında ezilme durumuna karşı kısmen de olsa Levinas’ın etiği imdadımıza yetişir. Hem bir tanıdık hem de bir yabancı olan ötekinin yüzü ve hatırası onun gözlerimizin içine bakan şok edici bakışında toplanır.[9] Levinas (1997) Bizi o an rehin alan, bireyselliğimizi ve belirlenimlik sınırlarımızı paramparça eden o bakışlar bizi dönüştürür, o bakışın bize yüklediği anlam bize ödevler yükler, hayatta kalma hakkımızı askıya alır. Bu ağır sorumluluk kipi, yüzü karşıma değil üstümde bir yerde konumlandırır. Yitirdiklerimizin resimlerinin her zaman bizim başımızın üstünde durmasının nedenini başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki?

İktidarların karısını gün ışığına çıkarmak isterken Orpheus’a ödettiği ağır bedelin bir benzerini bu gün her eylemde tartaklanan, gözaltına alınan ve kamusal alanda görünürlükleri tamamıyla silinmeye çalışılan kayıp aileleri ödemektedir. Çünkü yaşayanı ölü üzerinden cezalandırmak iktidarların arkeik döneminden bu güne kadar devam ettirdikleri bir iktidar stratejisidir.

Geçmişin bütün tekinsizliğine rağmen her gün gözlerimizin içine bakan ölülerimizin gözleri ile Plaza De Mayo’dan Galatasaray Meydanına oradan Batman ve Gever’in ara sokaklarına kadar serpişmiş ailelerin gözleri bakışmaya devam edecektir. O bakışlarda, hem geri adım atmayan direngen bir itiraz hem de Orpheus’un sonsuz yası her an göz göze gelmeye devam edecektir. Ta ki kayıplarımızın hiçbir zaman ulaşamayacağımız gözlerine bakarak o büyük müjdeli günün müjdeli haberini ulaştırıncaya dek. Çünkü onlar bizim ölmemiş ölülerimizdir ve usulünce gömülmedikleri o toprakların bir yerlerinden ancak kurtuluş günü dirilip gelebileceklerdir. Yenilecek olursak da ‘geçmişi, bu günü ve geleceği’ hep birlikte kaybedip Orpheus’un sonsuz yasına ve melankolisine gömülüp kaybolacağız.

 



[1] Derya Aydın, “Kürdistan’da Direnişe Dönüşen Yas: Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri ve MEYA-DER Deneyimi”, Jineoloji Dergisi, Sayı 11,  Güz 2018,

[2] https://yeniyasamgazetesi5.com/arafta-kalmak-tarih-mezarda-baslar/

[3] Aktaran: https://www.e-skop.com/skopbulten/sanat-ve-olum-hayaletler-olum-yas-ve-taniklik-sorunu/2221

[4] Aktaran: https://www.e-skop.com/skopbulten/sanat-ve-olum-hayaletler-olum-yas-ve-taniklik-sorunu/2221

[5] Derya Aydın, “Kürdistan’da Direnişe Dönüşen Yas: Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri ve MEYA-DER Deneyimi”, Jineoloji Dergisi, Sayı 11,  Güz 2018,

[6] Derya Aydın, “Kürdistan’da Direnişe Dönüşen Yas: Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri ve MEYA-DER Deneyimi”, Jineoloji Dergisi, Sayı 11,  Güz 2018,

[7] Derya Aydın, “Kürdistan’da Direnişe Dönüşen Yas: Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri ve MEYA-DER Deneyimi”, Jineoloji Dergisi, Sayı 11,  Güz 2018,

[8] Aktaran: Derya Aydın, “Kürdistan’da Direnişe Dönüşen Yas: Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri ve MEYA-DER Deneyimi”, Jineoloji Dergisi, Sayı 11,  Güz 2018,

[9] Aktaran: https://www.e-skop.com/skopbulten/sanat-ve-olum-hayaletler-olum-yas-ve-taniklik-sorunu/2221

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder