Rumeli’nde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır. Türk tahtına çıkmış olan seleflerimin en büyük kusuru Slav unsurunu Osmanlılaştırmış olmamalarıdır. Bu tabii kolay bir iş değildir. Mamafih Rum ve Ermenilerle kan karışımı daha kolay husule gelmiştir. Fakat Allah’a şükür, kanımız üstünlüğünü muhafaza etmiştir.’
Sultan Abdülhamit & Siyasi Hatıralarım
Hafif yukarıya kıvrılmış bıyıkları, şık pardösü ve fötr şapkalarıyla İstanbul, Selanik ve Paris’e dağılmış Jön Türkler, Batılı beyazların ‘Hasta Adam’ dedikleri Osmanlının yeni kurucu unsurları olarak tarih sahnesinde çıktıklarında, Abdülhamit dâhil modernist birçok Osmanlı sultanı, devletin kurtarıcı rolünü yekpare bir Türklüğün mutlak inşasına çoktan havale etmişti. Özellikle Abdülhamit döneminde gittikçe küçülen Devlet-i Ali’den son kalan halkların da kopuşunu engellemek için bir nevi proto-milliyetçilik ve merkezileşme stratejisi hayata geçirilmiş ve bu milliyetçiliğin de ideolojik harcı Ümmet-i İslam ile karılmıştı. Ümmet-i İslam dediklerinin derinliklerinde sinsice akan şey, aslında arı duru bir Türk İslamı’ydı. Abdülhamit’ten İttihatçılara, Kemalistlerden siyasal İslamcılara kadar Türk milliyetçiliğinin üç ana malzemesi olan muhafazakârlık, İslamcılık ve Türklük momentlerinin ağırlığı hesaplandığında Hira Dağı, Tanrı Dağı’nın yanında hep cüce kalmıştır.
Kayıp üstüne kayıp verip gittikçe dağılan Devlet-i
Ali’yi reform ve restorasyonlarla kurtarmaya çalışan kurucu elitler, ilerlemeci
tarih anlatısının Fransız Devrimi’nden sonra medenileşmenin biçimsel bir şartı
kabul ettiği yekpare bir ulusun inşa çalışmasına girişmişlerdi. Ulus inşasında
temelin sağlamlaşmasının ön koşulu olarak da Türklüğe fazlalık olan bütün
ötekilerin bir bir kesilip atılmasını, yani sistematik bir soykırımı esas
almışlardı. Aşama aşama uygulamaya konulan bu etno-mühendislik, tarihin en
büyük göç, soykırım ve mülksüzleştirme vahşetlerinden birine dönüşmüş, 1893
nüfus sayımına göre yaklaşık 5 milyon olan Ermeni, Rum, Frenk, Yahudi ve Asurî
nüfusunu 100 yıl sonra 90 bine kadar düşürmüştür. İttihatçı projenin halklar
mezarlığına ve kültürel bir mezbahaneye çevirdiği Anadolu ve Kurdistan’da
‘Aileden Zenginlik’ tarihinin diplerinde çoğunlukla bir el koyma, soykırım ya
da göçertme hikâyesi gizlidir. Daha sonra ‘inkâr ve görmezden’ gelme tutumu,
Türklüğün ayrıcalıklı alanlarını yaratacak ve İttihatçılar bu vahşete bir
marangozluk tabiri olan ‘Düzleştirme’ ismini koyacaklardı!
Türk ırkçılığının radikalleştiği dönemlerde yeni
kurucu elitler, ‘Osmanlı’nın devamı değil yepyeni bir hikâyenin yazıcılarıyız’
iddiasını ortaya atarken, bir dönem sonra Osmanlı’nın en parlak dönemlerinin
‘Esaslı Bir Türklük’ ruhunun tezahürü olduğu mitosuna tekrar geri dönüyorlardı.
C. Findley’in daha sonra ‘kopuş-devamlılık’ ikilemi olarak tanımladığı durum,
kafası karışık milliyetçilerin gelgit dolu dünyasının ortasında bir çatışma ve
belirsizlik alanı olarak ilk günkü canlılığını hala korumaktadır. Maddi ve
sembolik kaynakları ele geçiren Kemalistler tarafından devralınan İttihatçılık,
bugün Yeşil İttihatçılık olarak bu toprakları çölleştirmeye devam etmektedir.
Yasal şiddetin namlularını dönem dönem devletin bile göğsüne dayayabilen bu
komitacı mekanizma, yüz yıllık bir zaman diliminde beş askeri darbeyi ve
sayısız ültimatomu Türklüğün güzide demokrasi tarihine armağan etmiştir.
Mustafa Kemal, 16 Mart 1923’te ilk Ermeni Kırımı’nın
yaşandığı Kilikya’ya yaptığı ziyaret sırasında Adana esnafına yaptığı
konuşmada, “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde kalmaya karar
kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli
yerler, koyu ve öz Türk memleketidir” diyerek İttihatçı rüyanın gerçekleştiğini
müjdeliyordu. 13 Ocak 1928’de İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencilerinin vapur ve
tramvaylara astıkları “Vatandaş Türkçe Konuş!” pankartlarının aynısı
1980’lerden sonra Diyarbakır Zindanı başta olmak üzere Kurdistan’daki okullara
ve devletin resmi binalarına asıldı. O dönem, Türkçe konuşmayan ‘sözde
vatandaşlara’ açılan davalar, birkaç yıl sonra ‘Kürtçe konuşan her sözde
vatandaşa’ parasal cezalara dönüştürülerek güncellendi. 1930’larda Avrupa’da
yükselen faşizmle aynı ideolojik kodları paylaşan İttihatçı devlet aklı, Meclis
Genel Kurulu’nun bir köşesine Türk, diğer tarafına Nazi bayrağı asmakta beis
görmemiş, soykırımdan kaçan Yahudileri taşıyan Parita, Salvador ve Struma
mülteci gemilerinin içindeki binlerce ‘Vatansız Yahudi’ ile birlikte Ege,
Karadeniz ve Akdeniz’in sularına gömülmesini sağlayarak Nazilere ‘Anadolu’dan
sağlam bir selam’ çakmışlardır!
1930’lardan sonra Turancı karakterini açık seçik beyan
eden Türk ırkçılığı, bir üst aşamaya geçip bütün dünya dillerinin ve
kültürlerinin Türklükten türediğini iddia eden, bilim tarihine teorik bir
skandal olarak geçebilecek olan Güneş Dil Teorisini ortaya attı. Öbür taraftan
da Türk modernleşme serüveninin, Doğulu milletlerin ulusal uyanışında bir esin
kaynağı olabilecek anti emperyalist bir kalkışma olduğu iddiasıyla bir rol
modelliğine soyundu. Sağ milliyetçiler, Hz. Muhammed’in ne zaman ve nerede
söylediği hala açıklanmayan ‘Konstantinopolis’i alan komutan ne yüce
komutandır’ sözünü dolaşıma sokarken, daha seküler faşistler, ‘Che’nin
çantasında Ata’nın Nutuk kitabı vardı’ efsanesine sarıldı.
İttihatçılık, orduya kurtarıcı, kurucu ve
modernleştirici bir üst rol biçerek, ordu ile millet birliğini yaratmak için
‘Her Türk Asker Doğar’ miti üzerinden askerlik, savaşçılık ve erkeklik
kategorilerini Türklük temelinde etnikleştirmiştir. Bir taraftan Türklüğe üstün
insani değerler yüklenirken bir taraftan da bu yüceltme, ötekilerin (Türk
olmayan) düşük ve alt değerleri üzerinden tanımlanarak hem ‘Türklük’ hem de
‘Ötekiler’ yeniden kurgulanmıştır. İttihatçı akıl, bir taraftan Batı dünyasının
‘Barbar Türkler’ tanımını boşa çıkarmak için inanılmaz bir performans
sergilerken siyasal İslam ile Turancılığın birleştiği son iktidar pratiğiyle
fabrika ayarlarına geri dönmüş, ‘Batılı taklidi yapan kafası karışık bir
Doğulu’ olduğunu bir kez daha göstermiştir. Türk milliyetçiliği, Batı’nın
Türklüğü hem içeren, hem dışlayan karakteri yüzünden zamanla Batılı değerlere
karşı nefret ve hayranlık arası bir duygu geliştirerek Türklüğün algı dünyasına
derin bir kültürel yarılma, hatta Shayegan’ın deyimiyle “kültürel bir
şizofreni” armağan etmiştir.
Günümüzde göç ve farklılığın Avrupalıların
bilinçaltında bu kadar güçlü bir ötekilik ve ırksal paranoya yaratmasının en
büyük sebebi, aslında Avrupalı hiçbir ulusun saf bir ulus olmadığını bilmesinden
kaynaklanır. Tıpkı, Türk Irkçılığının kök saldığı yerlerin büyük bir
çoğunluğunun ya soykırıma uğramış bölgeler ya da bugünkü yerleşiklerin büyük
bir kısmının Türk olmayan Türklerden oluşuyor olmasıdır. E-devlet üzerinden
yayınlanan ve hemen sonrasında kaldırılan soy kütüklerinin milliyetçilerde
yarattığı şok ve travma henüz capcanlıyken üstelik…
Kendilerini Osmanlı’nın çürümüşlüğüne karşı modern bir
devrimci müdahale olarak sunan İttihat Terakki’nin beş kurucusundan ikisi olan
ve sonradan Jön Türklerin asıl niyetini anlayıp Kürtlüklerine yeniden dönüş
yapan Abdullah Cevdet ve İshak Sükûti ile AKP’nin kuruluş sürecinde AKP’de yer
alan ve sonradan ayrılan Kürtlerin tarihsel dramı son derece birbirine
benzemektedir. Kürt’ün Türklük içerisinde erimesini Kürtler için bir şeref
payesi olarak görüp Türk faşizminin esaslarını o gün sistematize eden iki
Kürt’ten Ziya Gökalp ile Kürtçeyi ‘Farsçadan kırma sevimsiz bir taşra dili’
olarak tanımlayan Süleyman Nazif’in adları ve ardılları Kürt’ün hafızasına ‘kew’
olarak çoktan geçmiştir.
Türk modernizmi ve milliyetçiliği ikinci eldir;
Türklerin büyük insanlık ailesinin saygın bir üyesi olduğu retoriği Hegel’in
‘Dünya Tarihselliği’ kavramından kotarılmış, tıpkı Alman faşizminin Germen
ırkını Antik Yunanlara dayandırıp ‘biz insanlığın esası ve aynısıyız’
iddiasının bir benzeri, bu topraklarda dolaşıma sokulmuştur: Eti Uygarlığı
Türk’tü ve Antik Yunan Medeniyeti, Türk-Grek elitleri tarafından kurulmuştu!
Ankara’nın Sıhhiye Meydanı’nda Hitit Güneşi Anıtı’nın önünden on binlerce
yoksul Türk, her gün o heykelin yüzüne bile bakmadan sessizce yürümektedirler.
Tıpkı Alman faşizminde olduğu gibi Türk faşizminde de
hakları kısıtlanmış her birey, aynı zamanda milli varlıktan dışlanmış, milli
çeperin dışına düşmüş bireydir. Kısıtlı hakları olan işçilere Almanlar
Vaterlandslos (vatansız) derken, hakları kısıtlanmış Müslüman olmayan
topluluklara Osmanlılar ‘gâvur’ demiştir. Vatandaşlık hakları iade edildikçe bu
topluluklar milli çeperin içine dahil edilerek ‘ayrıcalıklı yurttaş’ kategorisine
alınmıştır. Hakkın, ödev karşısında çok cılız olduğu bu yurttaşlık biçiminde,
milli çeperin ayrıcalıklı alanına dâhil olmak elbette bir şeref payesi
sayılmıştır. Osmanlı döneminde ismi yoksulluk, göçebelik, isyan ve sürgünlerle
anılan Türklük, mitolojik bir tarihsellik ve antropolojik kurgularla iyice
yüceltilmiş bir üst kimliğe, yani şanlı bir Türklüğe terfi ettirilmiştir. Türk
ulus mitinde türeyiş ve dünyaya yayılma efsanesinin adının Ergenekon olması ile
Türk devlet geleneğinin en derin, en kanlı ve en büyük gizli yapılanmasının
adının Ergenekon olması, İttihatçı aklın nasıl bir komitacı karaktere sahip
olduğunu en bariz göstergesidir.
İttihatçılığın Osmanlı’dan dönüştürerek devraldığı
militarizm artık ordu-siyaset ilişkisinin çok ötesine geçip kültürel bağlamını
yaratmış ve sivil alanın gündelik diline sirayet etmiştir. Savaşa davet aynı
zamanda erkekliğe bir davettir. Her yerde doğallaştırılan militarizm, egemen
erkek mottosunu besleyerek savaş ve savaşkanlık özelliklerini Türklüğün doğal
vasıfları olarak kurgulamıştır. Türkiye’de aynı zamanda bir fallik ideoloji
olan militarizm, bir taraftan makbul erkekliğin sınırlarını çizmiş; devlet ve
kentler dikey bir düzlemde kurgulanıp yücelik payeleriyle onurlandırılmıştır.
Okullar ve kışlalar, temiz, itaatkâr ve disiplinli erkek yurttaşların
üretildiği, ordu-millet birliğinin verimli bir tarlasına dönüştürülmüştür.
Avrupa’da Protestan ahlakın bedensel arzuyu kapitalist üretimin fayda ilkesine
yararlı hale getirecek şekilde düzenlemesi ile kışlalarda sabahtan akşama kadar
‘Sürün!’ komutuyla enerjileri boşaltılan yüzbinlerce genç, kapsamlı bir
biyo-iktidar uygulamasının kurbanları olmuşlardır. Erkek çocuklarının ilk
cinsel pratiklerinin ‘milli oldu’ şeklinde tanımlanması, erkeklik ve
milliyetçilik arasındaki diyalektik bağın gündelik dile sirayet etmiş şeklidir.
Aydınlanmacı İttihatçılardan Yeşil İttihatçılara kadar
Türk faşizminin ağır tazyiki altında bile bu gün hâlâ direnmeye devam eden
Kürtler, Türklüğün ‘yekpare birlik’ iddiasının tam ortasında bir türlü
kapanmayan kocaman bir gedik olarak kalmaya devam ediyor. Kürtleri ve diğer tüm
‘kendilerinden olmayanları’ bastıran, inkâr eden, hınçla yönelen Türk faşizmi,
yarattığı faşist kültürün iki taraflı ağır travmasıyla yüzleşmedikçe bu
travmada içkin olan karşılıklı şiddet eksilmeden devam edecektir. Yaşamın her alanına
sirayet etmiş olan egemen Türklük, kendi dışındakileri siyasi ve hukuksal
düzlem içinde kültürel bir atık olarak kodlayan İttihatçı faşizmden türemiş
‘Ayrıcalıklı Yurttaşlığı’ ile hesaplaşmadıkça bu topraklar ‘Cennet Vatan’
değil, ‘faşizmin insana cinnet geçirten vatanı’ olmaya devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder