11 Nisan 2024



Direnişin Kutup Yıldızları: Colemêrg Gençliği



Bipirse ji Îskenderê Mezin! 

Ew ê bêje te çend dijware tîra min…

Goran Haco





Colemêrg’in etrafına dikkatlice baktığınızda, Hekarî savaşçılarının savaşa gitmeden önce çektikleri Şêxanî halayındaki dizilişleri gibi yan yana gelmiş heybetli dağ silsilelerini görürsünüz. Halaya duran o dağlar bir çember çizer ve çemberin hemen etrafında başka bir halay dönmeye başlar. O dağların dizilişi, sarmal biçimde sonsuza dönen bir semah misali koca bir direniş tarihinin halkaları gibi birbirine geçer. En öndeki çemberde halay başı hep Sümbül’dür. Çünkü şehrin gözünün içine yirmi dört saat aralıksız bakan ve halayı hem yanlamasına hem de dış halkalara doğru genişleten en çok odur. Sağına Cîlo ve Sat’ı, soluna Mêskan ve Kato’yu almıştır. Tam karşılarında Çiyareşk’ten başlayıp Kelareş ve Metîna’ya kadar uzanan başka bir halay kolu uzanır. Gever’in yanı başından Şemzînan’a kadar uzanan dağ halayının ortalarında Güney ve Kuzey’i ayıran dağın isminin Govend olması ayrı bir güzellik katar o halaya. Binlerce yıldır dört bir tarafında halay çeken o heybetli dağların varlığı Colemêrg insanında farklı bir özgüven, bir direniş ruhu ve aynı zamanda bir dağlı zarafet ve nezaket yaratmıştır. Üstelik nezaketin zayıflığa yorumlandığı bu lanetli zamanlara rağmen…

Kürdistan halklarının yaşadığı sayısız akın, işgal ve katliam girişimlerinde doğal bir kale görevi gören Colemêrg’in son mitinglerden birinde açtığı ‘Müthiş Kazandığımızı Göreceksiniz!’ pankartının hikâyesi Hakkâri Kürtlerinin Büyük İskender ve Timurlenk karşısında sergiledikleri müthiş direnişe kadar uzanır. Hakkâri’nin bir bütün olarak bugün temsil ettiği kültürel ve tarihsel gelenek Kürtlüğün en özgün formlarından biri olmaya devam etmektedir. Buna karşı özellikle 1970’lerin başından itibaren devlet, Kürtlük dünyasında özgün bir kavşak, dağlardan oluşan bir ada ve dağlardan teşkil olmuş bir vaha gibi duran Hakkâri’yi her yönüyle parçalayıp eritmek için her türlü sömürgecilik tekniğini denemektedir. Colemêrg şehrini memurlaştırma yoluyla sisteme bağlamak, haritanın batısından gelen pırıl pırıl memurlar üzerinden beyaz Türk hayranı bir gençlik oluşturmak, aşiretlerden ve feodal kliklerden işbirlikçi bir sınıf yaratmak ve tüm bu eğilimleri Kürt direnişinin kalbine paslı bir hançer gibi saplamak için olağanüstü bir çaba harcamaktadır. Nitekim 31 Mart Yerel Seçimleri’nde devletin bütün kurumları ve kaynaklarıyla Colemêrg’e yüklenip düşürmeye çalışması, Colemêrg’e biçilen tarihsel rolün devlet nezdinde ne kadar hayati olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

Colemêrg’in yaslandığı tarihsel gelenek Şêx Ubeydullah’ın, Pertev Beg’in, Seyîd Abdulkadir’in, Ehmedê Xanî’nin, Mar Şimon’un, Şêx Adî’nin ve Elî Herîrî’nin mirasıdır. Bütün Kurdistan direniş tarihi gibi bugün de bir tarafında bu halkın onurlu evlatlarının direngenliği, öbür tarafında teslim olmuşların utancı aynı hikâyenin içinde akıp durmaktadır. Cüneyt Zapsu’dan Yılmaz Erdoğan’a, oradan Muhsin Kızılkaya’ya uzanan bir silsile, devletin ‘Makul Kürt’ kategorisinin Hakkâri temsilleri olarak parlatılırken ‘bu şehri asla bu halkın düşmanlarına teslim etmeyeceğiz’ diyerek sokak sokak, ev ev çalışma yürütüp her türlü bedeli göze alan bir gençlik gerçekliği direnişin adeta kutup yıldızı gibi o dağların alnında çakmak çakmak parlamaktadır!

Colemêrg’in kültürel dokusunun ve seküler karakterinin kadim bir Kürtlük üzerinden kendini inşa etmiş olması Kürt Direnişi için güçlü bir mücadele zemini yaratırken, aşiretsel yapıların toplumsal güç ilişkilerinden politik tercihlere kadar yaşamın birçok alanını hala belirliyor olması ulusallaşma ve dolayısıyla mücadele birliğini büyük oranda geriye çekmektedir.

Belli iktidar ve güç ilişkilerine yaslanmış, ihale, kadro ve rüşvet çarkı üzerinden teslim alınmaya çalışılan bir kısım aşiret ve aile büyüklerine resti çeken yine kendi çocukları, yeğenleri ve akrabaları olmuştur. ‘Bizler gençlik olarak kendi ulusal irademizin dışında hiçbir gücü irade ve temsil olarak kabul etmiyoruz’ şeklinde bildirgeler yayınlayan Colemêrg gençliği ‘Xwebûn’ hakikatine büyük bir selam çakmış ve halkın iradesini küçük hesaplara kurban eden büyüklerine büyük bir ahlaki ve tarihsel ders vermiştir!

Colemêrg’i yeniden inşa edeceğiz diyenler ile Sur’u Toledo yapacağız diyenlerin vaatleri aynı tarihin iki ayrı boş göstereni olarak hafızalarımıza kazınırken gençlik, Colemêrg’in acilen inşa etmesi gereken şeyin aslında kendi tarihsel misyonuna ve yaslandığı direniş geleneğine geri dönmesi olduğunu yüksek perdeden haykırmıştır. Seçim çalışmaları boyunca devasa bir devlet aygıtı ve onların yerel işbirlikçileri ile mücadele eden gençliğin bir sözü vardı: “Colemêrg düşerse hiçbirimiz burada yaşamayacağız ve buraları terk edeceğiz!” O gençlerle yan yana yürüyen anneler “Bu gelenek sizden öncekilerin bize emanetidir ve hiçbiriniz hiçbir yere gitmeyeceksiniz” deyip onların yönünü tekrar umuda, zafere ve direnişe çevirdiler. O gençler, gözlerini halaya durmuş o dağlara her çevirdiklerinde ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazısını değil; Nietzsche’nin söylediği ‘Dağlarda yaşayanların içinde kimsenin göremeyeceği kadar büyük dağlar vardır’ sözünü gördüler.

Colemêrg’te yaşanan son altı aylık süreç, bir seçim çalışması değil bir teslim alma, diz çöktürme ve tarihsel bir öznelliği tamamıyla hafızalardan silerek Colemêrg isminden mêrg’i (vaha,mera) çıkarıp bu kadim halkı kupkuru bir Col’e (Çöl) mahkum etmekti. Ama unuttukları bir şey vardı: Ahmed Arif’in deyimiyle o dağlar kolay kolay faka basmamıştı ve gözlerini bir an olsun o dağlardan almayan binlerce genç, muazzam bir ödev ve sorumluluk duygusuyla antikolonyal direniş külliyatına yeni bir ‘Xwebûn’ öyküsü taşımaya yeminler etmişlerdi! Birbiriyle yüzlerce yıldır amansız bir savaşa tutuşmuş olan iki ayrı tarihsel ve ideolojik hattan ihaleye ve rüşvete pusu atanın yenilgisini ve barikatın ardında duranın zaferini bir kez daha yazdılar. Bir tarafında geleneğin yaratıcısı olan çocukların anneleri ve o çocukların genç yoldaşları, öbür tarafında devletin bütün aygıtlarıyla yan yana yürüyen ve paşverû olmaya razı gelmişlerin arasındaki mücadeleden galip çıkanlar ‘Sonuç ne olursa olsun son muhteşem olacak’ diyenlerin genç ardılları olmuştur.

Her türlü saldırı ve ablukaya rağmen bir milim geri adım atmayan bembeyaz yüzlü ve kalbimizin en temiz yerinde yürüyen o genç yoldaşlar ve o anneler bu halkın da bu hikâyenin de asli kahramanlarıdır. Colemêrg gençliği ve her biri bir ülke eden o anneler güleç yüzleriyle her gün o dağlara bakıp şu mesajı bütün Kürdistan’a haykırmaya devam ediyor: “Adımızın Yusuf olduğunu duyan sakın bize kuyu kazmaya kalkışmasın. İnanmıyorsanız sizden öncekilere sorun!”

22 Ocak 2024

 


FOTOĞRAFTA OLMAYAN UTANGAÇ KARDEŞ

 


Bir ülkede doğan çocuklara verilen isim ile isim konulan dönemin politik ve kültürel iklimi arasında dolayımsız bir bağ vardır. İsimlendirmek sömürgeci için yeniden düzenleme yoluyla iktidarını pekiştirme pratiğine dönüşürken sömürge birey için ‘özün ve hakikatin’ beyanatına dönüşür. Kürdistan’ın kuzeyinde 1938 ile başlayan ‘uzun suskunluk’ ve ‘sömürgeciliğin yeni tahkim dönemi’ olarak anılan tarih aralığında devletin okuluyla, karakoluyla ve sağlık ocağıyla sızabildiği yerlerde yeni doğan binlerce çocuğa çoğunlukla ya köyün en sevilen öğretmeninin ya da hemşiresinin ismi konuldu. Anti kolonyal bilincin yerine suskunluğun ve dipten dibe beyaza olan hayranlığın kültürel bir tutuma dönüştüğü o yıllarda Gever ile Şemzînan arasında bulunan Spîrêz Dağının eteklerindeki o ıssız köyde doğan Rûken’e köyün öğretmeninin eşinin ismi konulur: Aysel…

1990’ların başıdır; birkaç yıl önce tarihin imdat freni üç beş baldırı çıplak tarafından Gabar, Çirav ve Govend silsilesinde çekilmiştir, tarihe ve kürdün makûs talihine müdahale edilmiştir.   Dağlar ovaya, ovalar dağa ses vermektedir artık. Kürdün kalemi de hançeri de aynı savaş alanına uygun adımlarla ‘Ey Raqîp’ ve ‘Çerxa Şoreşê’ eşliğinde yürümektedir. Dağın ve ovanın vuslatını anlatan bu aşk hikâyesinde her fısıldaşma illegal bir söyleşme ve ölümüne bir sözleşmeye dönüşmektedir. Ovalardan dağlara yürüyen Aysel’ler Rûken’lere, Nazan’lar Nûda’lara tekrar dönüşmektedir. Cegerxwîn’in 70’lerde sorduğu Kî me ez? sorusu karşılık bulmuş, adanmışlığın, kahramanlığın ve onurun hikâyeleri koca bir topoğrafyada yayıldıkça yayılmaktadır…

Takvimler 92’den 93’e geçerken Gever, binlerce sarı mekaplının ateşten dansına şahitlik etmektedir. Aysel, şaşkındır. Köye mütemadiyen gelen savaşçılar kimseye benzememektedir çünkü. Bellerine kadar yükselen karı yara yara yüzlerce kilometre yürüyen bu insanları yürüten kudretin peşine düşer Aysel. İlk soru sorduğu savaşçı Tıp Fakültesini bırakıp gelmiştir. Aysel, ortaokulu bile ilçe merkezi köylerine uzak diye okumadığı için hayıflanırken doktor ona bilmenin, bilenmenin ve büyümenin okulla hiç bir ilgisinin olmadığını anlatmaya çalışır. Cevaplarını toplar Aysel ve bir bahar sabahı biriktirdiği bütün cevaplarını da yanına alarak dağlara yürür. Dayika Helîm ‘Aysoka min biharekê wenda bû’[1] der ve bir daha konuyu bile açmaz… 1994 yılında çocukluğundan tanıdığı yaralı bir yoldaşını sırtında taşırken bir kurşun da Aysel’in sırtına gelir ve cevaplarıyla birlikte anısı dağlara gömülür. Yeğeni Bedirxan, köye gelen Çayan isimli savaşçıya büyük bir hayranlık duyar ve halasının geçtiği patikalardan yürüyüp 49’ların yan yana gömüldüğü Çiyareşk’te konumlanır. 2003 yılında soluklandığı bir sığınakta tavanın çökmesiyle 49’ların yanına gömülür. Sîpanê Efrînî’nin ‘Çiyayê Reşkê lehiya xwînê tê / Kelha Dimdimê çi li ber te tê’ şarkısını koynuna alarak… 

Aysel’in küçük kardeşi Nuran ablasının ve yeğeninin yarım kalmış hikâyesini tamamlamak için Spîrêz silsilesinden ‘Hêlîna Şêran’ denilen yere doğru yürümeye başlar ve varır varmaz ablasının ve yeğeninin isimlerinin bileşkesi olan Rûken Çayan kodunu alır. 2012’nin Mart’ında Dola Kokê’de dokuz yoldaşıyla çığ altında kalır; yoldaşları vasiyetine sadık kalır ve o dağlarda kalır kocaman gözleri… Aynı yıl Bedirxan’ın küçük kardeşi Demhat abisinin ismini devralır ve Çayan Can olarak yarım kalmış bir hasretin peşine düşer. 2016 yılında Sason Dağlarında devletin gri listesinde üstüne çentik atılan Kürtlerden biri olarak resmi kayıtlara düşer. Xeberek hatî ji Diyarê Sason / Dîsa birînên kevin li cerg û dilan de vebûn…’ şarkısı yankılanır Xemê ananın Gever’in ücra bir vadisindeki evinde…

Yıllar sonra 1993 yılında kimin çektiği hala belli olmayan bir fotoğraf ortaya çıkar. Fotoda Bedirxan ve Starxan vardır ama Demhat eksiktir fotodan. Demhat’ın neden fotoğraf karesinde olmadığını annesine soruduğumuzda anne gülerek ‘Demhat fotoğraf çektirmeyecek kadar utangaçtı’ demişti…

Yıllar sonra Bedirxan ve Demhat’ın kardeşi olan Starxan zindana düşer. Geride tek bir erkek evladı kalmıştır Dayika Xemê’nin.  O da evlenir ve doğan ilk çocuğuna Demhat ismini koyar. ‘Bakışları ve gülüşü Demhat’a çok benziyor ve amcası gibi kokuyor’ dediğinde Xemê ananın bakışları donuyor! ‘Çocuklarıma eksik verdiğim bütün sevgiyi bu çocuğa yükledim’ diyerek sözünü şöyle bitiriyor: Hinek xem ew qas giran û pîroz in divê bên xemilandin… ‘ [2]

Xemê ananın bakışlarında sabitlediği o hüzün, direngenlik, öfke ve kaybetmediği gülüşü bu büyük destansı direnişin içinden sadece mağduriyeti ve kaybı ayıklayıp gözümüze sokan ‘mağduriyet tapıcılarının’ anlayabileceği bir şey değildir. Yüzüne neredeyse direnişin bütün hallerini bir duygular atlası gibi yerleştirmiş olan Xemê ananın demlediği çayda bile ‘Çaya li gel hevala çaya herî xweşe’ deyişi diri bir hafızanın ve unutmamanın direniş külliyatını nasıl beslediğini tekrar tekrar bizlere anlatmaya devam ediyor… 

 

 



[1] Aysel’im bir baharda kayboldu…

[2] Bazı acılar o kadar ağır ve kutsaldır ki onları süsleyip güzelleştirmek zorundasın…