25 Ekim 2021

 


Not: Bu yazı, tarihin ilerleyen köhne treninde hayatı yeniden örgütlemek için üniversite kantinlerinden kalkıp imdat frenini Nurhak ve Gabar’da çeken 90 yıllık bir yükü 90’larda omuzlayan 90 kuşağının çok kısa bir öyküsüdür…

 

MEKAB-İ EŞKİYALAR

 

‘Blanchot bir defasında insan türüyle ilgili şöyle bir şey yazmıştı: İnsan sonsuzca mahvedilebilen bir mahvolmazlıktır. Bana göre bu, şu anlama gelir: İnsan mahvedildikten sonra yine de geriye bir şeyler mutlaka kalır, yani insanın sonsuz mahvedilişinden geriye artan ve direnmeye devam eden bir şeyler muhakkak kalır: Tanık işte bu kalıntıdır.’  [Agamben]

 

 

90 kuşağının bir tarifi yapılıp tarihi yazılacaksa bunu yaklaşık on yıl önce ülkeye daha güçlü dönmek için ülkeden çıkan, sonrasında ülkeye dönen ve bir ülkeyi baştan sona dönüştürme arzusu ile dağlara yürüyenlerin hikâyesinden bağımsız ele almak asıl hikâyeyi eksik bırakacaktır. Yaşamanın sadece fail kurban ikiliğine hapsedildiği ve devrimci öğütme makinesine dönüştürülen Amed Zindanlarından çıkıp soluğu dağlarda alanların hikâyesini bu asli hikâyeye ekleyerek… Daha sonra üniversite kantinlerinden yeni bir ülke kurmak için yollarına düşen 90 kuşağı, aynı zamanda devrimin Kürtleştiği, Kürtlüğün devrimleştiği bir zaman aralığının kurucu özneleri olacaktı. 90’ların başında çıkan ilk gazetenin isminin Yeni Ülke olması yaratılacak yeni Kürtlük gramerinin ve yeni Kürt ülkesinin habercisiydi aslında. Kürtlerin toplumsal bilinçaltında gizledikleri yüz elli yıllık öfkelerine denk gelen ‘tolhildan’ (intikam) söylemi ile birleşen ‘yeni ülke’ mottosu, 1990’lı yıllarından başından itibaren kır,  mahalle ve okul arasındaki mesafeyi hızla kapatıyordu.

 

1990’ların başında direnen özneyi ve öncüyü bile şaşırtan bir etki alanına kavuşan özgürlük hareketi, hem geçmişi bu güne çağırıyor, hem bu günü geçmişe eklemliyor, hem de her iki zamansallık üzerinden bu günün kurucu öznesi olma rolünü oynuyordu. Yani bir yerde kendi öznelliğine enternasyonal bir karakter ekleyen hareket, bir yerde en büyük başarısını ‘Biroyê Heskê Têlî ile Che’yi aynı karede Ararat’ta yürütmüş olmasından alıyordu.

 

‘Biz büyük bir direnişin hem hamalı hem öncüsüydük. Evet deneyimsizdik, hatta apaçık acemiydik. Ama büyük bir çoğunluğumuz fedakâr, cesur ve mutlak bir inanca sahip olduğundan,  bize dâhil olan ve ciddi küçük burjuva kaygıları olan arkadaşlarımız bile birer militan gibi davranmak zorunda kalıyordu; sonrasında onların çoğu döküldü zaten…’

 

1980’lerin başından itibaren soluk saman kâğıtlara basılan politik değerlendirme raporlarında sıkça bahsedilen ve ‘Ortadoğu Tarihinin en uzun ve kanlı devrimi’ olarak öngörülen o uzun yürüyüşe on yıl sonra kızıl egal ve sarı mekaplarıyla katılan bu öfkeli gençlik kuşağının yaptığı şeyler, Kürtlerin anlam dünyasında 80 darbesi ve daha önceki yıkım ve yenilgi hafızasının yarattığı ürkeklik ile baş başa giden bir hayranlıklar manzumesine dönüşüyordu: Ên li çiya, Ên ji derve, Ji me çêtir’.  Bu diyalektik kısa bir zaman içerisinde kendi içerisinde her yerde egemene meydan okuyan de-kolonyal ve apayrı bir bütünselliğe dönüştü. Öyle ki 1993’te Kürdistan dağları bombalanırken, bu durumu protesto eden köylüler on binlerle birlikte ilçe merkezlerine akarak ‘Bombe em in! Bombeyan li me bibarînin’ sloganının atacak kadar bir bütünlük, sahiplenme ve aynılaşma sürecinin kapısını aralıyorlardı.

 

90 kuşağının öyküsünü sadece bir direniş ve adı sanı bilinmeyen binlerce kahramanın öyküsüne hapsetmek, o kuşağın yarattığı büyük dönüşümün sonraya ve bu güne nasıl şekil verdiğini gözden kaçırma riskini de barındırır. Kuşkusuz geçmişin ruhunu bu güne davet etmenin bizleri nasıl bir anakronik hataya düşürebileceğini paranteze alarak o gün başlanan yerde kurucu ilkelere dönüşen etik-politik tutumların zaman içerisinde neden bu denli aşındığını da ancak o günlerle yüzleşerek görebiliriz. O günlerden bu güne, bu günlerden o günlere doğru uzanan her yüzleşmenin aynı zamanda travmatik bir anlatıya dönüşebileceğini bile bile üstelik…

 

90 kuşağının belki de en baskın özelliklerinden biri bir direniş gramerini mücadelenin kendi iç dinamikleri içinde inşa etmiş olmasıydı. Bu yeni gramerde Kürtlükten kaynaklı bir mağduriyet söylemine asla yer yoktu. O kuşağın ‘Biz haklı olduğumuz için direniyoruz söylemi’ sonradan bir orta sınıf mızmızlanması olarak yaşamımızın her alanına yapışan ve dipten dibe bir iktidar talebine ve ayrıcalık çağrısına dönüşen ‘biz mağduruz’ psikopatolojisine dönüşmüşse geleneği yaratanların ardıllarının bu geleneğe ne kadar sadık kaldıkları eleştirisinden başlamamız gerekiyor. Spinoza’nın ‘Havaya fırlatılan taş, yarı yolda düşünmeye başlarsa kendi iradesiyle ilerler’ dediği türden bir yanılsamayla tarihi kendinden başlatanlar, o kuşakla her yüzleştiklerinde ‘bilinmeyen ve bilinmeyecek olan asli kahramanlardan’ birinin sesiyle irkileceklerdir: ‘O taş kendi kendine havalanmadı!  O taşı, nereye gideceği belli olmayan köhne trenin el frenini çekenler fırlattı!’

 

‘Ben ilk çıkış yaptığım günlerde bana Seyit Rıza kodunu verin diye diretmiştim. Çünkü Dersimli Marksist bir yurtsever olarak gitmiştim. Sonrasında tek başına bir Dersimliliğin yaptığımız işin yanında çok küçük kaldığını fark ettim. Çünkü biz hem 92’nin mekaplı 68’lileriydik, hem de yüzbinlerce Kürdün yarım kalmış rüyasıydık. Farkında değildik belki ama gerçekten bütün bir dünyaya adeta meydan okuyorduk..’

 

90 kuşağının yarattığı gelenek ve tarihe düştüğü not, sadece üniversite kantinlerinde ya da liselerin arka bahçesinde karar verip dağlara yürüyen gençlerin hikâyesi değildir. O ateşten devrim çemberinin içinde yeni bir gramer, yeni bir etik değer dizgesi, yeni bir yoldaşlık kültü ve Kürdün iki yüz yıllık ölüm uykusuna (Xewa Xefletê) inat ciddiyetle örülmüş tarihsel bir rövanş ruhu inşa edildi. Kasr-ı Şirin ve Lozan’da çizilen resmi haritaları duvarlardan indiren ve bütün sömürgeci haritaları ve tarifleri geçersiz kılan, egemenlerin ‘baldırı çıplaklar’ dediği, öbür taraftan Kürtlerin en çok okumuş gençlerinden oluşması milyonlarca Kürdün bilincinde ‘Bu çocukların kesin bildiği bir şey var?’ sorusunu ciddi bir politik arayışa dönüştürüyordu.

 

1990’ların başından itibaren Cizre’de birçok kadın, Êzidî olan Binewş Egal’in mezarından cuma akşamları nurdan bir ışık haznesinin yükseldiğine kanaat getirecek ve bu uğurda yaşamını yitiren gençlere doğaüstü bir değer atfederek birer mitolojik kahraman düzeyine yükseltecekti. Çünkü bu köklü kalkışma, sadece şimdiki zamanda süren bir nümayiş değil aynı zamanda Bedirxanî’lerin uğruna yaşamlarının paramparça olduğu bir hikâyenin devamıydı. 1992 yılında Bazîd Lisesinde yoğun katılımlardan dolayı kapatılan sınıflardan yola çıkan gençler, aslında İhsan Nuri Paşa’nın Ağrı Dağında paslanmış tüfeğini yerden kaldırıp Xoybun’u, Serxwebun’a güncelliyorlardı. Ahmet Kesip’in Ağrı Dağı hikâyesi, muhayyel Kürdistan’ın gömüldüğü Ağrı eteklerinde bu kederli ülkenin kırk yıl sonra tekrar silkinip doğrulmasının tarihsel rövanşıydı aslında. Ağrı İsyanında inatla Botan’dan başlayalım diye direten İhsan Nuri Paşa’nın vasiyetini kırk yıl sonra cesedi Kasaplar Deresi’nde yüzlerce cesede karışan ve adı binlerce Kürt çocuğuna konan ‘Egîdê Farqinê’ yerine getiriyordu.

 

‘Geleneğin hem kendi varlığı, hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır. Mesih sadece kurtarıcı olarak değil, aynı zamanda Deccal’e boyun eğdirmek için gelir. Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan…’ W. Benjamin

 

 

1990’larda akademi ile dağ arasına sıkışmış olmanın yarattığı iç hesaplaşma ve derin vicdani sorgulamalar daha sonradan hayatı nereden öreceğini bilmeyen binlerce arada kalmış şaşkın ve yenik militanın öyküsüne malzeme taşıyacaktı:

‘O zamanlar bütün yoldaşlarım dağlara yürüdü ve öldüler; ben İstanbul’da kalıp iş kurdum ve Nietzsche doğru demiş aslında: ‘Zamanında ölmesini becerememişsen bir daha asla ölemezsin. Heval, gerçekten çok zor ama inanılmaz güzel günlerdi…’

 

Üniversite ve lise kantinlerinden kalkıp Kürtlerin yüz elli yıl önce bindirildiği ve nereye gittiği belli olmayan tarihin o köhne treninde imdat frenini Kürdistan dağlarında çeken ve birçoğunun adı ve fotosu sadece o günün gazetesinin alt kısmında ‘Anısı Mücadelemizde Yaşayacak’ olarak kalanların direnişini ve katlandıkları ağır külfeti görmeden tarihin içinde ilerlemek Benjamin’in deyimiyle tam bir barbarlıktır! Tarihin o kanlı ve direniş dolu kesitinde yaşananları ve yaratılan değerleri kentli orta sınıf seçkinlerinin, konformist entelektüellerin ve anı koleksiyonlarına bol bol o kuşağın öykülerini iliştiren emekli devrimcilerin elinden çekip almak ve devrimci hafızanın en görünür yerine kalın harflerle kazımak devrimci bir sorumluluktur. Tarihi tersinden okuyan ve tarihin akışını değiştiren o kuşağın yarattığı tarihsel dönemin içinden bir yaşamı çıkarmak, her yaşamdan bir yapıt yaratmakla eş anlamlıdır. Çünkü Benjamin’in dediği gibi: ‘Yapıtın içinde tüm bir ömür, ömrün içinde bir dönem, dönemin içinde tüm tarihin akışı gizlidir…’

 

Not: Bu yazı, 95 yılında üniversite kantininde otururken gülümseyerek Kürdistan’dan Konya’ya okumaya gelen bizlere bakarak ‘Arkadaş ben üç yıl önce ta Adıyaman Dağlarından Konya Ovasına sürülmüşüm. Siz savaşın ortasından buraya geldiniz. Ben burada dayanamıyorum, siz nasıl dayanabiliyorsunuz gerçekten anlamıyorum…’ diyen Şoreş Konya’ya adanmıştır…