24 Eylül 2012


KÜRT AYDINININ KOLONYALİST BİG BROTHER İLE RİTMİ BOZUK TANGOSU 


Dokunulmamış bakir Kürdistan, Nişantaşı'ndan bu tarafa geçmeye tenezzül buyurmayan Kürt romancının roman malzemesi için iç sömürge haline gelir. Kürdün romanını yazdıysam Kürdün politik güçlerine hakaret ya da iftira atabilirim pervasızlığı ve şımarıklığı burada devreye girer.




"Bugün bu topraklarda Apiah'ın deyimiyle Batı eğitiminden geçmiş, dünya kapitalizminin kültürel meta ticaretine çevre ülkelerde aracılık işlevi gören küçük bir yazar ve düşünce grubu akil adamlar listesine girmiştir. Komisyoncu entelektüeller güruhu! Sarf ettikleri kelam ne kadar değersiz ise sesleri o denli gür çıkıyor!" 
                                                  D. Shayegan & Yaralı Bilinç

Shayegan'ın tanımına büyük oranda uyan ve akil adamlar listesine çoktan terfi etmiş olan stüdyo fetişisti Kürt aydın tipi, kendini Türkiye medyasına ve kamuoyuna çoğunlukla doğulu küçük kardeş imajı ile sunar. Büyük kardeş, bunları kendi izleyici kitlesine şöyle tanıtır: Bakın! Kürtlerin içinde ne kadar aklıselim kardeşlerimiz var; bütün Kürtler aynı düşünmüyor ki! Oysa bu aydın türü aydın olmanın asgari ölçütlerinin hiçbirini taşımaz; en azından ahlaki olarak. Agamben'in deyimiyle postkolonyal dönemin entelektüeli bir ötekilik makinesi gibi çalışır. Temel rolü başkalık imalatında çalışmaktır. Kürtlüğün kıyısında konumlanıp kendini ötekinin daha ötekisi ya da iki tarafın da mağduru olarak kodlamak ve seçkinci kurnazlığın bütün akrobatik hareketlerini ustalıkla yapabilmek en üstün meziyetler listesinin başında gelir. Orhan Miroğlu'nun 'Diyarbakır Cezaevinde dünyanın işkencesini çektim; Musa Anter cinayetinde onca kurşun yedim; gel gör ki bugün Kürtler tarafından da aforoz edilmiş bulunmaktayım' söylemi bunun en bariz göstergesidir. Biraz mağduriyet, masumiyetin kışkırtıcılığını iyi bilen birkaç gözyaşı ve gerçeği dillendirdikçe daha çok yalnızlaşırsınız retoriği, önünüze altın tepsilerde sunulacak bir erk ve iktidar ziyafeti açabilir; tabii ki Çankaya Meclisi'nin yolunu da. Halbuki gözyaşı, ekranlardan değil herhangi bir kayıp annesinin göğsüne yaslanıp akıtılsa insanı en çok insan yapan ağlama eylemi işte o zaman ritüel olmaktan çıkıp sahici ve gerçek olacaktır. 

Kürdün romanını kim yazar?
Kürtlerin günümüzdeki kültürel ve politik direnişten sağladığı üretiminin yanında Kürtlüğün kendi varlığını muhafaza etmesini sağlayan onca gelenek (dengbêjler, Kürdistan'ın yazılmamış tarihi, kilamlar, sözlü anlatılar, folklorik zenginlik vs.) postkolonyal romancının kasvetli ve safını şaşırmış vizyonuna bir panzehir gibi gelir. Dokunulmamış bakir Kürdistan, Nişantaşı'ndan bu tarafa geçmeye tenezzül buyurmayan Kürt romancının roman malzemesi için iç sömürge haline gelir. Kürdün romanını yazdıysam Kürdün politik güçlerine hakaret ya da iftira atabilirim pervasızlığı ve şımarıklığı burada devreye girer. Yeter ki bir kırmızı koltuk, birkaç kamera, bir gıdım reyting olsun; yeter. Bugün, bu dramatik durum kişiler üzerinden ilerleyen bir durumdan çok tarihsel ve sosyolojik bir duruma dönüşmüştür. Devleti ali'nin bahşiş kesesinden sunduğu Karttan Kurttan Sesler Korosu olan TRT 6'ine balıklama atlayan sevgili aydın ve yazarlarımızın durumu gibi. TRT 6 bir tuzaktır diye kendilerini uyaran insanları, Kürtlüğün onay mercii siz değilsiniz diye tersleyenlerin hayal kırıklığının son noktası, 'keşke Kürt doğmasaydım' şeklinde ete kemiğe bürünen Rojîn pişmanlığıdır. Geçmişler ola...

'Stüdyo aydınları'nın söz etmedikleri
Eagleton, postkolonyal söylemi eleştirirken, postkolonyal söylemin kendi anlatısında kültürel farklılık vurgusunu durmadan dillendirirken ekonomik sömürü ile ilgili neredeyse hiçbir şey konuşmadığını söyler.  Kürtlerin kültürel zenginliğini ayyuka çıkarmaya bayılan sevgili stüdyo aydınımız, Kürdistan'ın petrolünden ve madeninden asla söz etmez. Batman'da ilk petrol bulunduğunda sırf orada ulusal ve kültürel bir aydınlanma başlamasın diye Siteler semtinin nasıl devlet tarafından Batman'dan izole edildiğini ve bütün teknik personelin nasıl batıdan getirildiği konusunu çok tehlikeli bulur! 1920'li yıllarda Diyarbakır'ın yıllık toplam ekonomik üretiminin Türkiye il sıralamasının ilk beşine girdiğini söylemeyi de sevmez! Ekonomik olarak merkeze bağımlı kılınmış olan Kürt illerinde Cumhuriyet'le birlikte milletvekillerinin önce ağalardan, sonra şeyhlerden, şimdi de komprador müteahhitlerden seçildiğini de söylemez! Sınıf okuması tehlikelidir; lakin Van depreminde kimlerin zengin olup kimlerin cezaevlerine doldurulduğuna dokunduğu anda sistemin merkezine giden bütün yolların kapanacağını çok iyi bilir. Batılı entelektüellerin teori yarıştırma dediği oyun tarzı bu ülkede aşık atma oyununa dönüşmüştür. Marka isimlerden oluşan bu stüdyo aydınları, Kürtlerle ilgili kim daha çok şey biliyor yarışması düzenlemeye bayılırlar. 

"İktidarın önlerine altın tepsilerde sunduğu her türlü zehiri büyük bir iştahla mideye indiren insanlar, sadece iktidarın değil, aynı zamanda acemiliğin, körlüğün, basiretsizliğin ve köksüzlüğün tuzağına da düşerler."

Uzun bir zamandır bu ülkede strateji uzmanları, devlet sosyologları ve akil adamlar, Kürdü Kürde acındırmanın, hatta Kürdü kendi kendine acındırmanın incelikli yöntemlerini gündelik dile eklemek için insan üstü bir çaba göstermektedirler. Kürdün yoksulluğunu ve yoksunluğunu abartılı bir drama bulayarak vıcık vıcık bir samimiyetsizlikle pazara sun; sorun ekonomiktir ısrarını diri tut; sonuçlarını bekle ve gör stratejisidir bu. Söz konusu algıyı stüdyoya çağırdığın şivesi bozuk birkaç Kürt aydınına da onaylattır; gerisi iyilik sağlık. Sosyal medyada konfor şovenistleri tarafından istilacı, çirkin insanlar ve Türklüğün hijyenik mayasını bozan Kürtler, bir taraftan aşağılanırken Kürdistan illerinin bütçeden aldıkları payın diğer birçok ilden fazla olduğuna dair yapılan ezber bozucu ısrarlı vurgu sayesinde Kürde ne yaparsan yap Kürt nankördür mesajı anında Batı yakasında kalan herkese akmaya başlar! Tam o sırada stüdyo aydını AKP bu sorunu çözecekti; süreci Kürtler kesintiye uğrattı; diye tuhaf sesler çıkarmaya başlar; bu berbat tiyatral gösteri böylece sürer gider.

Xweşmêr ile qeşmerler
Bir şekilde diasporaya savrulmuş, cezaevlerinde eza ile hizaya getirilmeye çalışılmış ve başlarına gelebilecek her şeye rağmen bu halkın yanında durabilen aydınların dışındaki klasik Kürt aydın tipi Bahdînan'da ironik bir yiğitlik vurgusu olan xweşmêr (yiğit) ile özdeşleşmiştir. Kitlenin algısında kendini yiğit olarak kodlatıp sıkıştığı anda yüksek manevra kabiliyeti gösteren bu tarz insanların dünyasında xweşmêr (yiğit) ile  qeşmer (puşt) sürekli yer değiştirir! Her an kendine güvenenleri satabilecek bir kurnazlığı yedeğinde tutan bir yiğitliktir bu. 1990'ların ideolojik söylemi ve felsefik kavrayışından lirik ve mitolojik kurgulara geçiş ile birlikte devrimci parti kültürüne sokağın dili bulaştı; bu dilin bana uygun olmadığını anladım; harekete soğudum ve koptum diyebilecek kadar entelektüel zarafeti ve artistliği elden bırakmayan seçkinci bir aydın tipidir bu! Dağın ardına bakarken dağın önünü bile göremeyen bir politik miyopluk ile işe kalkışanlara Nietzsche'nin çekiç dediği felsefesi cevap verir: 'Dağlarda olanların içinde kimsenin göremediği daha büyük dağlar vardır...'

Efendilik ve kölelik diyalektiği
Hegel, efendilik ve kölelik diyalektiğini ortaya attığında insanın içinde iki kişilik olduğunu, bunlardan birinin efendi diğerinin köle olduğunu söylemişti. Hegel'e göre otorite, farklılıkları kabul eder; fakat kendi kabul ve ret ölçülerini ortaya koymadan yapamaz bunu. Özgürlük istemi ile bazen özgürlükten vazgeçişi bile göze alabilen otorite kalkarsa parçalanırız korkusu, ortada nur topu gibi gergin ve bölünmüş bir bilinç bırakır. Halbuki bir otorite sizden ne kadar uzaksa o denli korku ve huşu uyandırmasına rağmen size yakınlaştığı oranda onun güçsüzlüğünü görürsünüz. O yüzden otorite ile yüzyüze geldiğinizde, otoritenin sahte sevgisi karşısında eğilip bükülmek ve kendi mağduriyetini bir kalkan olarak kullanmak insanı Mehmet Metiner ya da Ümit Fırat çizgisine kadar çekebilir! O yüzden bugün Kürtler egemenin sahte sevgisine karşı çıkarak, onun gibi olmayı ret ederek özerkleşmek istiyoruz diye bas bas bağırıyorlar!

Ezilenlerin iki cephesi
Ezilenlerin yaşam kültüründe keder, şüphe, mutsuz bir bilinç, bazen bir trajediyi bile rasyonalize etme gibi zihinsel kalıpların olması evrensel bir hakikattir. İşte bu noktada ezilenler iki ayrı cephede konumlanırlar: Birinci cephe, içinde zerre kadar samimiyet ve sevgi olmayan bir otoritenin aşkıyla yanıp tutuşan, hatta bu aşk uğruna bazen geçmişinin toptan bir reddiyesini sürekli gündemleştiren, aşırı idealize edilmiş bir sıradanlığın hüküm sürdüğü insanların cephesidir. Diğer cephede ise yok olmayı bile göze alabilecek bir özerklik ve özgürlük istenciyle yaşayan, otoriteyi en iyi kavramanın yegane yolunun ondan kopmak olduğunu iyi bilen insanların cephesi. Birinci cephenin en bariz özelliği otoriteyi, otoriteye biat etme yoluyla öğrenmiş olmalarıdır. İkinci cephe ise otoriteyi, otoriteden koparak kavramıştır. Birinci cephedeki insanlar yüce otoritenin yaptıklarını yapmayın, etmeyin geçiştirmesiyle yumuşatır; hesap sormadan ve bir isyan duygusu geliştirmeden yani maskelenmiş bir otorite karşıtlığı ile yaparlar bunu. İkinci cephe ise tasfiye yoluyla ve otoriteye açık bir devrimci tavır alarak kendini ortaya koyar. İkince cephede duran insanlar tıpkı Pir Sultan'ın Hızır Paşa'yatarih seni yazsa bile benim sayemde yazacak derler! G. Peri'nin kurşuna dizilmeden önce 'az sonra masmavi şarkılar söyleyen yarınların şarkısını sizlere mırıldanacağım' demesi gibi gülerek ölüme giderler! Bugün, stüdyo aydınları Kürtlüğe dair bütün malumat heybelerini bir çerçî (Kürdistan'da eşek ve katır sırtında gezen seyyar satıcılar) gibi oraya buraya pazarlamaya devam ede dursun, Kürtler kendi hainlerinin isimlerini bile ağızlarına almadan binlerce çocuğuna kendi kahramanlarının isimlerini vererek çerçîlere benim adıma konuşma diye öfkeleniyorlarsa bu topraklarda adanmışlığın ve özgürlüğün tedrisatını yazanların ruhu huzura eriyor demektir!

18 Haziran 2012

ZÎLAN'DA BİR EŞKİYA FOTOĞRAFI VE TÜFEĞİN İHANETİ



















‘Bazen yüzüne kadar dökülen uzun saçlarını yana devirip öfkeyle konuşan, dağda bile üzerinde son derece şık elbiselerle gezen, Hesenevdal Medresesinde öğrendiği Ehmedê Xanî'den beyitler okuyan bu bakımlı eşkıya, ısrarla 'Bu savaşı kazanmak için tek bir yolumuz var. Zîlan Köylerine inip bütün çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim; bize ayak bağı olmasınlar; işte o zaman dünya alem görsün bakalım kimin kahraman kimin korkak olduğunu' diye ısrar ediyordu. Xalis Beg, gözleri çakmak çakmak olmuş bu adamı dehşetle dinliyordu...

 

Tarih, yerkürenin bütün sömürgelerinde muktedir için bir unutturma aygıtına dönüşürken direnen için her zaman bir hatırlama ve gözünü geçmişten ayırmadan yola devam etmenin silahına dönüşür. Bütün bu unutturma ve inatla hatırlama diyalektiğinin içinde hikâyenin en olmadık yerinden fırlayıp bize en çok göz kırpanlar devrimciler ve eşkıyalar olmuştur. Resmi tarih anlatısının tam ortasında eskimiş birer mayın gibi duran eşkıyaları, Kürtlük dünyasının derinliklerinden çıkarıp yüzeye çekenler daha çok dengbêjler olmasına rağmen Reşoyê Silo’nun hikâyesini bize görünür kılan daha çok ağzından kan akan bir eşkıyanın soluk fotoğrafı olmuştur.

Her direniş öyküsü kendi değerler skalasını büyütür, skala büyüdükçe yıkımın boyutu da aynı oranda büyür ve direniş sürdükçe bu ikili diyalektik tarihi bir tekerrür alanına dönüştürür. Onun içindir ki başkalarını anlatırken bile kendini anlatan devletin çelikten kibri, direnenin öyküsünü unutturmaya çalışırken elli yıl sonra aynı vadilerde Reşoyê Silo’nun izini Şêx Ararat ve Ahmet Kesip sürmüştür.

Eşkıya sırtını dağlara ve onu ihbar edecek bir ihbarcının erken infazına dayadıkça güvendedir. En çok ovalarda ve derin vadi boylarında vurulur eşkıyalar.  Bir kaç haini daha öldürmeden gitmiş olmanın pişmanlığını taşır eşkıya; çünkü keklik soyundandır o. Öldürülen bütün eşkıyaların fotoğrafında aynı imge hâkimdir: tilkinin kurnazlığı, korkusuz bakışlar, yaz ortasında bile giyilmiş kalın elbiseler ve keklik mahcubiyeti.

Çakırbey Karakolu basıldığında yeşil sarı kırmızı bir Acem kumaşını sırığın ucuna geçirip en önde yürüyen Reşo, 1926 sürgününde Batı'ya sürüleceğini bildiği andan itibaren yoldaşı Bekirê Qulixan ile birlikte dağları mesken tutar ve öldüğü güne kadar o dağlardan inmez! O dağların piridir ve kederinin düze indiği asla görülmemiştir!

Zîlan Direnişinde yanına eşi Zeyno'yu alıp seksen kişilik bir grupla Zîlan-Tendürek hattına çekilen ve adamlarıyla 1931'in kışına kadar direnen Reşoyê Silo'nun adamları bir tek açlıkla baş edemezler. Çünkü Zîlan Katliamından sonra bütün Zîlan mıntıkası boşalınca adamlarının arasında açlık ve çözülme başlamıştır. Reşo, yanına Mihemedê Xalit ve Emerê Xalit adlarındaki iki kardeş ile eşi Zeyno ve Zeyno'nun Kalkî Aşiretine mensup bir akrabasını alarak Tendürek Dağlarına çekilir.

 Bargirî-Erdîş sınırındaki bir mağarada saklanmışken Zîlan'da karın deşmekle ve kelle koparmakla ün salmış İbrahim Bey komutasındaki askerler, resmiyetin milis, Kürdün cahş dediği Sidîqê Keçel ve Feto'yu da yanlarına alarak pusuya düşürürler Reşo'yu. Reşo'nun çok güvendiği tüfeği tutukluk yapar. Kürdün tarihinin ve talihinin en çok tutukluk yaptığı zaman dilimlerinden biridir o günler. Reşo, kendisini teslim almaya gelen akrabası Feto'ya ilk kez yalvarır: Tüfeğini ver bana; benim tüfeğin namlusunda mermi sıkıştı. Feto, Reşo'yu teslimiyete zorlar. Reşo'yu oradan alıp öbür gün Zeyno'nun bulunduğu mağaraya götürürler. Zeyno direnir; teslimiyeti asla kabul etmez. Zeyno, Reşo'nun ısrarıyla teslim olur; öfkeyle Reşo'nun yüzüne bakar ve infaz edilene kadar yüzüne bakmaz Reşo’nun! İbrahim Bey, Zeyno'ya dönerek: Bak senin yiğidini yakaladım; ben mi yiğidim o mu? diye sorar. Zeyno hiç sektirmeden 'Sen Reşo'nun iti bile olamazsın! Senin emrinde askerler, milisler ve koca bir devlet var; Reşo’nun bir tek tüfeği vardı; o tüfek de ona ihanet etti! Bu cevap üzerine İbrahim Bey'in emriyle askerler ikisini yere yatırıp başlarını gövdelerinden ayırırlar ve kesik başlarını köy köy dolaştırıp teşhir ederler. Bu gelenek İbrahim Bey'den torunlarına kalır! Tarih süreğendir; sarmaldır; tekrar edilmeyi sever!

 

'Eşkıyalar' kitaplardaki resmi tarihe değil, hatırlanan tarihe aittir. Olaylar ve onları şekillendirenlerin kayıtlarından ibaret olan tarihin değil, teoride denetlenebilir olsa da fiilen denetlenemeyen ve yoksulların dünyasını belirleyen etkenleri simgeleyenlerin, yani halka adalet getiren kralların ve kahramanların tarihinin parçasıdırlar. Eşkıya efsanesinin bizleri hala harekete geçirebilme gücüne sahip olması bundandır.’

                                                                                  Eric J. Hobsbawm

 

Yıllar sonra İran'dan bir asker Reşo'nun infazından hemen sonra çekilmiş bir fotoğrafla birlikte bir mektup yollar Reşo'nun akrabalarına. Mektubun bir yerine bir cümle düşmüştür: İbrahim Bey Reşo'ya ‘Seni nasıl öldürmemi istersin ?’ diye sorduğunda Reşo: ''Tutukluk yapan o tüfek bana ihanet etti ve benim ölümüme sebep oldu. O sıkışan mermiyi namlusundan çıkarın ve o tüfekle infaz edin beni’ diye cevap verir.

Reşo’dan sonra dağlarda vurulan bütün eşkıyaların ağzından hala kan akmaktadır...



Yararlanılan Kaynak: Sedat Ulugana; Ağrı Kürt Direnişi ve Zîlan Katliamı (1926-1931) Pêrî Yayınları               




Göç-ük  & Göç-me & Göç-ertilme
 SELAHEDDÎN BİYANÎ
On yaşlarında bir çocuk kırık dökük bir kamyonun üstünden atlayarak köye doğru koştu! Boğazını yırtarcasına bağırıyordu: Gundînooo! Cêleka me li ser qamyonê da ket û şaxên wê şikestin! Köylüler toplanıp ineğin bulunduğu bölgeye gittiklerinde çocuklar ve anneleri ineğin başına toplanmış boynuzun kırılan yerinden akan kana bakıp ağlıyorlardı.  Bu insanlar topraklarından sökülüp atılmanın kederinden ağlamıyordu. Bir daha asla eskisi gibi olmayacağından emin oldukları ve bilemedikleri bir yaşama doğru ilerlerkenki korku da değildi onları ağlatan. Yara henüz sıcaktı; hem ineğin hem o insanların. İneği hemen orada kestiler; ineğin boynuna inen bıçak kimi kesiyordu; neyi kesiyordu; kimse bilmiyordu. Ne göç-ük ne göç-me ne göç-ertilme; bütün acıların üstüne çıkan o büyük acı: ineğin kırılan boynuzu!

Wexta em li gûnd çar-pênç mehan me kar dikir;
em donzdeh mehan têr û tejî bûn.
Paşê em hatin vî bajarê kambax;
em donzdeh mehan kar dikin; donzdeh mehan jî em birçîne…
                                                                                                               Xalê Evdilla (Wan)

Xalê Evdila’nın köyü Kato yamaçlarında yemyeşil bir vadinin ortasındaydı; eski bir Nasturî köyü olan bu köyün ortasından Zap’ın en büyük kolu olan Çemê Qetilê evlerinin hemen altından geçiyordu. Çoğu kez toplanmadığı için sadece kuşların yediği, Nasturilerden kalma o güzelim üzüm ağaçlarını unutamıyordu bir türlü. Wexta em li gund diye başlıyordu: o kadar çok üzüm bağı vardı ki çoğunu kuşlarla paylaşıyorduk. Şimdi bu berbat şehirde bazen aylarca meyve yemediği oluyor çocukların derken gözleri doluyordu. Wexta em li gund diye başlıyordu; konuşmanın her hangi bir yerinde wexta em li gund derken birden susuyordu. Bizde en erken ölen seksen yaşında ölüyordu; şehre geldikten sonra hiçbirimiz yetmiş yaşını dahi göremedik, derken kalorifer isinden simsiyah olmuş yanaklarından akan yaşı yine isli elleriyle siliyordu Xalê Evdila. Başladığı ve bitirdiği her cümlenin sonuna hiç sektirmeden yapıştırıyordu o meşhur repliğini: Wexta em li gund… Yaşamının başlangıcı ve sonu gibi: Wexta em li gund. Çünkü bir ömrün miadı ya büyük bir aşk ya da büyük bir ayrılıktı Xalê Evdila ve yeryüzünün bütün göçmenleri için…

Van Kalesi’nin arka tarafında kimseler onu tanımasın diye mantar tüfeğiyle çocuklara atış yaptıran Xalê Kamil babamı gördüğünde irkilir yolunu değiştirdi. Her defasında babamın yüzü dökülürdü. Bir keresinde Xalê Kamil diye seslendi babam. Xalê Kamil duymazlıktan geldi ve oradan uzaklaştı. Babama sordum; bu adamla kavgalı mısın diye? Hayır dedi. Xalê Kamil’in köydeyken beş yüz koyunu varmış; evinde her gün ortalama yirmi misafir besliyormuş. O zamanlar Bir Arap kırması Rahvan atı ve sürekli omzunda Kürtlerde bir ülke kadar kıymetli olan Buruno tüfeği olmadan hiçbir yere gitmezmiş. Köyleri yakıldıktan sonra Van’a gelmiş ve yaşamı binlerce yerden kırılmış. Sırf onu önceden tanıyan birine rastlamasın diye Van’ın en uzak bölgelerine çekilip mantar tüfeğiyle çocuklara mantar patlatıyormuş. Xalê Evdila’nın öyküsü, elli koyun verip muhtemelen Güneyli bir peşmergeden aldığı ve büyük bir gururla misafirlerine gösterdiği Burono tüfeğinden, çocukların beş yüz Türk Lirası karşılığı eğlendiğiren Mantar Tüfeğine doğu akan bir serüven değildi sadece. O kocaman adam, büyük bir mahcubiyetle, kimselerle konuşmadan; sessizce ve saklanarak öldü. Bir keresinde babam dolmuşta rastlıyor Xalê Kamil’e ve senin çok ekmeğini yedik; niye bizi gördüğünde yolunu değiştiriyorsun? diye soruyor. Babamın yüzüne hiç bakmadan Kürdün bin yıllık ezberini tekrarlıyor: Ez çi bikim? Agir bikeve mala felekê…

Göç, Colemêrg sokaklarında kiras û fîstan giymiş annesiyle arasına en az beş metre mesafe koyarak yürüyen ve bozuk bir Türkçe ile konuşan uzun topuklu esmer bir kızın annesinin her ‘keça min bicîk zû bimeşe’ ricasına ‘offf anne sende’ diye karşılık veren o ağır utancının kendinden utanmaya dönüştüğü o andır. Göçün yüzlerce adından biri de kendine ait olandan utanmaktır; Mersin, Amed ve Van sokaklarında…

Tarih, göçün sadece göç olmadığını, göçün aynı zamanda bir göçük altında kalma ve içten göçertilmeye denk düştüğü gerçeğini göçertilmiş kavimlerin kederli belleğine binlerce kez not düşmüştür. Yüzyıllardır milyonlarca Xalê Evdila, milyonlarca Xalê Kamil ve milyonlarca annesinin dilinden ve fistanından utanan Kürdün vatanı olmasın diye muktedirler tarafından başkalarının vatanlarına savrulmuş olmalarının diğer adıdır göç. Kürdün belleğinde göç sadece göç değildir; göçüktür, göçük altında kalmadır ve bir bütün olarak göçertilmedir! Otuz yıldır gözüm gibi sakındığım çeyiz sandığımı bile almama izin vermediler diyen bir kadının devlet resmiyeti tarafından alev alev yakılmış anılarıdır göç; aynı kadının rahmine düşmüş ilk çocuğun dağda vurulmasıdır göç. O çeyiz sandığının küllerine bakamadan ve rahmine ilk düşmüş çocuğun ölü bedenini dahi göremeden ölmenin kederi kadar ağırdır göç. Devletin külden ve cesetten bile korkarken zulme itiraz eden bir annenin kafasına indirdiği bir dipçiğin bıraktığı sızı gibidir göç. Xalê Evdila’nın Çiyareşk’te yaban nergizine dokunan ellerinin Van’da bir kalorifer borusuna yapışıp yanması ve avucundaki hayat çizgisinin kaybolmasıdır göç. Xalê Kamil’in köydeyken büyük bir onurla omzunda taşıdığı Buruno tüfeğinin şehirde mantar tüfeği ile takas edilmesidir göç. Hayatları boyunca birbirine yalan söylememiş Bahdînan Köylülerinin gelen ilk Kayserili ya da Antepli tüccara güvenip bütün hayvanlarını teslim ederek şehirde üç tekerli arabaları iterken alınlarında beliren boncuk boncuk ter damlalarıdır göç. Ait olmadığı topraklarda yeşerirken gövdesine enjekte edilen yüzlerce yabanıl aşı yüzünden binlerce yara bere ile büyüyen bir ağaç gibi olmaktır göç. Kendini tanımlayamayan mahcup bir kasabalı kimliğin zamanla kendinden çıkma ve hiçbir şeye bir daha benzememesidir göç. İç kanamanın içeriyi çürütürken dışarıda kimliği parçaladığı ve yoğun bir acının zamanla acımasız bir öfkeye dönüştüğü bir Beyoğlu külhaniliğidir göç. Bir tek yetersizlik duygusunun, bir çok yerden eksik kalmışlığa denk geldiği bir durumdur göç. Göç hayata, dünyaya ve çağa karşı bir bîyanîlik durumudur…


                                                                                                                      

4 Haziran 2012


ÜÇ MEVSİMDE DÖRT GÖÇ & SÊ DEMSAL ÇAR KOÇBERΠ


Not: Bu bir Kızılderili öyküsü değildir!


"Ermenî û pez, Kurd û rez bihevnakevin"
(Ermeni ile koyun, Kürt ile bağ-bahçe bağdaşmaz)

Lêwîn platosundan Kato ya da Çiyareşk doruklarına bir günde çıkan bir kadının üç bin metrede söylediği heyranok makamında öyle bir iniş çıkış vardır ki "heyran jaro'' diye asıldığı makamın nerede nasıl bir iniş ya da çıkış yapacağını asla kimse kestiremez. Müziğin tonalitesi ait olduğu kavmin coğrafyasından ve karakterinden beslenerek serpişir, büyür ve Behdînan'dan Serhad'a kadar uzanan bir dengbêjin kilamına takılır kalır.

Özgür aşiret toplulukları şeklinde yaşayan bu kadim kavmin müziğinde iktidar yoktur; yalındır; liriktir. En önemlisi Kürt müziğinin o ani ve sert iniş çıkışlarla dolu olması, diğer kavimlerin belli bir kalıp üzerinden ilerleyen müzikal totalliğine meydan okur. Zerzan, buna tonalitenin faşizmi der. Botan yöresinde herhangi bir payîzok dinleyen birinin Kürtler ile Kızılderililer akraba mı sorusunu sorması gayet normaldir. Çünkü doğa, aşk, kadın ve doğanın ritmi iç içe geçmiştir: Keremê Kor'un her kilamın arkasına serpiştirdiği o muhteşem replikler doğanın sesidir. Ya da Kawis Axa'nın bazen sesini keman inceliğine çekmesi Çemê Çetelê'den emanet alınmış bir doğal repliktir.

Kürdün kırılganlığı, alınganlığı, kendine karşı olan inadı ve yalnızlığı kederli tarihi kadar coğrafyasından miras kalmıştır. Ani öfke patlamalarını, inadını, hayattaki tek varlığı olan katırının inatlaşmasına inat onu vurarak öldürmesini ve başında oturup hüngür hüngür ağlamasını başka ne izah edebilir ki. Ya da deliler gibi sevdiği bir kadının çadırın önünde yüzüne bakmamasını ömür boyu bir ayrılık gerekçesi yapmasının ve o kadının ardından ömür boyu yas tutmasının başka nasıl bir izahı olabilir ki. Bu naif ve değişken karakter Kürdün başını nicedir çok ağrıtmaktadır. Bu ağrı, tarihsel bir pişmanlığın ve çaresizliğin izdüşümü gibidir. 

Yaylalar Kürtlerin yüksek yurdudur. Zoma-zozan-war-wargeh şeklinde tanımlanan yüzlerce yaylanın içinde Laleşîn, Faraşîn, Şerefdîn, Eledax, Elegez yaylaları Kürt dengbêj müziğinin her tarafına serpişmiştir. Örneğin Şakiro'nun belli bir ritimle ilerlerken birden ritmi inanılmaz bir iniş ya da çıkışla darmadağın etmesi ve belli bir tonaliteyi ret etmesi Bazîd ovasından Eledax yaylasına çıkan bir bêrîvanın ya da bir tirpankêşin dağ ile ova arasındaki uçurumi duygusundan çıkmadır. Dengbêj müziği anti-otoriterdir. Kürtlerin ince bir edebi ustalıkla ve harikulade bir hafızayla yarattıkları bu müzik türünün uzunluğundan yabancılar inanılmaz derecede sıkılırlar. Bir parmağı kulağında ve avucu yanağındayken ovaya karşı şarkı söyleyen birinin dünya umurunda değildir. Doğayla bütünlük halindedir. Kendini doğanın ve kendi iç doğasının akışına bırakmıştır. Anti-otoriterliği buradan gelmektedir bu müziğin; piyasa yoktur; beğendirme kaygısı yoktur! Bir göç yolunu saatlerce süren bir anlatımla ortaya koyar. Mahsun Kırmızıgül gibi her bir karesinden binlerce roman çıkarılabilecek Kürdi bir trajediyi bir filmde verme aceleciği, piyasacılığı ve kurnazlığı yoktur. Çünkü nicedir kürdün lügatında Yankilerin verdiği parayla Kızılderili şarkısı söylemek ve onları eğlendirmek omurgasızın soytarılığı olarak geçer.

''O kadar çok göç ederdik ki hiçbir ölümüze tabut bile hazırlayamazdık! İşe, aşa ve doğaya ihtiyacımız vardı! Yaylalarda ölen hiçbir yaşlının tabutu yoktur. Bir gün köylerimiz yakılıp boşaltıldı; kalan köylere de yaylalara çıkış yasağı geldi! O yaylalarda genç çocuklarımızın yüzlerce tabutsuz mezarı olduğunu öğrendik sonraları… Doğanın büyük bir cömertlikle bize sunduğu o otlaklar bizden sonra daha da gürleşti, o pınarlar hala akmakta fakat kocaman kazanlarda kaynayan sütümüzü burnumuzdan getirdiler. Önceleri köyde herkes şarkı söylerdi. Şimdi, şehirde yaşlılarımızın dışında herkes o şarkıları unuttu...''
                                                                     (Eliyê Qaso / Colemêrg-2009)

Botan ve Behdînan'da üç mevsimde dört defa göç yollarına düşülürdü. Birinci göçte, zozan, ilkbaharın sonuna doğru köye yakın bir yere kurulur; doğanın cömertçe sunduğu bereketli otlaklardan beslenen binlerce hayvanın sütünden peynirler yapılırdı. Yaza doğru ikinci zozan biraz daha yüksek bir platoya yada karlı kaplı dağların doruklarına kurulurdu. Burada berxbir denilen kuzu kırpma şenlikleri düzenlenirdi. Yün yapağı ve tereyağı üretimi yapılırdı. En son göç yani sonuncusu ise havaların soğumasıyla birlikte köye yakın mezralara yada vadi yataklarına yapılırdı. Teremast denilen kış yoğurdu bu zozanlarda yapılırdı. Koçlar burada dövüştürüldü. Havalar iyice serinlediğinde tekrar köye dönülürdü. Kürdi müziğin ritmi ve akışı bu göçlerin akışına göre şekil aldı yüzyıllarca.

Üç ahşap sütunun üzerine oturtulmuş, keçi kılından yapılmış simsiyah kıl çadır altında sütunun birinde Bruno marka (birno) tüfek, ikinci sütunda güneyden yirmi koyun karşılığı alınmış transistörlü bir radyo ve üçüncü sütunun üzerinde Şahmeran işlemesi olan patiska çantanın içinde bir Kuran olan o çadırda öyküler, şiirler, anılar anlatılırdı geceler boyu.O sütunlardan birine asılmış olan o radyodan yükselen "gelî guhdarên ezîz" diye başlayan Êrîvan ve Bağdat radyolarının kısa süren yayınlarının hemen  ardında kurulan dengbêj divanlarında çadırın arkasına saklanıp söylenen şarkıları dinleyen kadınların görüntüsü hala hafızamda tap tazedir. Tereyağı ve yoğurt yapılırken, deri tulumlar (pîst-hinban-meşk) bir bir temizlenirken kadınların söylediği şarkılar kadın ve doğa arasındaki ilişkiyi en çıplak haliyle verirdi...

Dağ, ova, nehir, eriyen kar, aşk, özlem, kıl çadırlar, yasaklı sevmeler, çaresizlik, kahramanlık ve pornografik sertliğe karşı aşkla yoğrulmuş bir erotizm... Dengbêjin sesiyle irkilen ruhların köklerini nerelere saldığını özetleyen Eskerê Boyîk'in deyimiyle: Kilam hem derde hem dermane / Kilam ji evda re dîn û îmane... 

                                                                                             (Selaheddîn Biyanî)

8 Mayıs 2012


Bir bellek kanaması (Selaheddîn Bîyanî)

Foto: Mustafa Çağan
Bir keresinde Duhok bölgesinden Peyanis köyüne bir Nasturi geldi. Yüzlerce kilometre uzaktan gelen bu adam bizden koyun istedi. Eylül ayının başında paranızı getireceğim dedi; bir teminat istedik. Adam bıyığının bir telini çekip verdi! 

Her kavim ürettiği şeye benzer. Nasturiler, ekinleri kadar bereketli ve cömert, dokudukları kumaşları kadar yumuşak, ince ve sağlamdılar. Bizim sanılan şal û şapik ve kiras û fistanlarımız onlardan kaldı. Daha fazla konuşamayacağım…
(Nasturi katliamını yaşamış yaşlı bir Kürt Bilgesi)

Bizim en güvendiğimiz dostlarımız Nasturilerdi. Açık sözlü ve cesur insanlardı. Güney sınırı o zaman yoktu. Bazılarımız onların kestiği hayvanı yemezdik ama bize elleriyle ikram ettikleri meyvelerine ve sebzelerine asla hayır diyemezdik. Onlarla kardeş gibiydik. Bizim aramızdaki anlaşmazlıkları bile Melîkê Tiyarê (Patrik) çözerdi. Değerli eşyalarımızı hatta çocuklarımızı bile rahatlıkla teslim edebiliyorduk onlara. Bir gün bir fetva çıktı! Komşularınızı kesin; cennetin kapıları ardına kadar sizlere açılacak dediler! Zap Suyu günlerce kan aktı!..

Nasturiler doğan her erkek çocuk için bir şarap fıçısı gömerdi. O çocuğun düğününde  o fıçı çıkarılırdı ve halaylar eşliğinde o fıçıdaki şarap misafirlere ikram edilirdi. 1960'larda Çukurca yolu açıldığında buldozerler yüzlerce fıçıyı parçalamıştı; vadi boydan boya şarap kokuyordu. Bir dönemler kandan kızıla dönen o topraklar şarabın kızılına dönüşmüşü bu kez; içim yanmıştı benim. Çünkü o şarabı içecek misafirleri, gelinleri ve damatları çoktan doğramıştı birileri!..

Bir keresinde Duhok bölgesinden Peyanis köyüne bir Nasturi geldi. Yüzlerce kilometre uzaktan gelen bu adam bizden koyun istedi. Eylül ayının başında paranızı getireceğim dedi; bir teminat istedik. Adam bıyığının bir telini çekip verdi! Emanetimi iyi saklayın dedi. Gerçekten de eylül ayında gelip paramızı verdiğinde "ben sizin emanetinizi getirdim; siz de benim emanetimi verin" dedi.. Babam Nasturilerin ördüğü mendilinin içindeki bıyık telini adama geri verdi. Bir bıyık telinin bile verilen bir sözde bu kadar bağlayıcı olduğuna şaşıp kalmıştım. Babama sorduğumda "onlar asla yalan söylemez" demişti bana…

Onlar buradayken buralar meyve bahçelerinden geçilmezdi. Güneyden Oramar'a, oradan Gever ovasına doğru at sırtında gelen yaşlı bir Asurî gelmişti. "Sürgünde ölmeden son kez o havayı solumak ve Cîlo pınarlarından su içmek istiyorum" diye vasiyet etmişti çocuklarına. Gelirken atın üstünde durmadan başını eğiyor ve yüzünü kapatıyordu. "Başını neden eğiyorsun?" diye sorduğumuzda kör olduğunu ve yüzüne ağaç dallarının çarpmasını istemediğini söylüyordu. Oysa onlar sürgüne gittikten sonra bir tek ağaç kalmamıştı oralarda ve dümdüz ovada ilerliyordu adam…

Bizim aşiretlerinden biri ile Nasturiler arasında kan davası çıkmıştı. Biz onların bir ileri gelenini öldürüp cesedini Zap suyunun kenarında güneşe serdik. Onlar bizim aşiretten birini vurdular ve bir çalı dibine bırakıp üzerini örttüler… Barış görüşmelerinde bunu neden yaptıklarını sorduk! Rahiplerden biri dedi ki: savaşta bile barışın bütün kapıları kapatılmaz; kapıda küçük de olsa bir aralık bırakmak iki taraf için de olması gerekendir! Bizimle savaşmamak için çok direndiler! Ama fetva vardı; kardeşlerinizi doğrayın diyordu birileri!

Şêx Ubeydullah, Bedirxan Beyi yardımına çağırdığında Koçanis Kilisesi kuşatıldı ve büyük bir kısmı tahrip edildi. Bir rahip elinde pörsümen kağıdına yazılmış ve Nasturilerin korunmasına dair bir ferman ve çok iyi işlenmiş bir kılıç getirdi. Fermanda Hz. Muhammed'in imzası vardı ve kılıç Muhammed'in kılıcıydı… Bedirxan Bey "Ubeydullah evin yıkılsın; keşke bu kiliseyi yıktıracağına Birca Belek'i yerle bir ettirseydin" dedi… O kılıç hala Çukurcalı bir aşiret büyüğünün evinde saklanmaktadır. Sonrasında Simkoyê Şikakî Patrik Mar Samcun'u vurdu; Bedirxan Bey ve Nurullah Bey sürgünde öldüler; Nasturiler katliamdan sonra ülkelerinden sürüldüler; Devlet-i Osmaniye kazandı!...

Anılarını Ninova'nın Yakarışı isimli kitapta ölümsüzleştiren ve 1975'te Amerika'da ölen Nasturi Patriği Mar Samcun'un kızı Surme Xanem, "evet kardeşimiz olan Kürtler kandırıldı ve bize karşı savaştırıldı; yine de o korkunç kıyamın içinde bize en çok sahip çıkanlar yine Kürtler oldu" diye yazar.

Behdînanlı yaşlıların anlatımlarında Kürdün tarihsel belleğindeki derin pişmanlığın izdüşümü hala taptazedir; hatta Asurîler Kürtlerin kanayan belleğidir. Köyü 1993'te yakılan Tiyarlı bir amcanın dediği gibi: Bugün tepemize çöken bu zulüm, biraz da kiliselerini ahıra çevirdiğimiz komşularımızın bedduasıdır...

Büyük katliam ve sürgün günlerinde Tûxûbê sınırında geriye dönüp bir daha dönemeyeceği topraklarına son kez bakan Nasturi bir annenin ağlayarak "ne bi xatirê we birano" deyip uzaklaştığı günden beri o topraklarda yas tutan iki kavim var. Naqusaları susturulan, gece boyunca kiliselerde yanan ışıkları söndürülen ve Mezopotamya'nın ellerinde mumlarla gezen bu güzelim kavmin insanları selamlaşırken "yeniden diriliş, yaşam ve yenilikler senin üzerine olsun" diyerek selama başlardı. Günün birinde bu toprakların tarihin en çorak zamanlarının birinde yeniden dirilişe geçeceğini, onları kıran kardeşlerinin yeniden kardeşleşmek için kardeşlerini yeni bir ortak yaşama davet edeceklerini önceden biliyor gibi… Bir bilge suskunluğuyla ve büyük bir tarihsel kırgınlıkla…  

1 Nisan 2012


Bir ileri demokrasi örneği: Politik röntgencilik ve Foucault'un büyük kapatılması (SELAHEDDÎN BIYANÎ)

Modern iktidar pratikleri bağlamında dersine çok iyi çalışmış olan AKP'nin son dönemlerde Edirne'den Hakkari'ye kadar yapmaya çalıştığı tam olarak da budur. Son birkaç yıldır Foucault'un büyük kapatılma dediği iktidar pratiğinin neredeyse bütün teknikleri Kürtler ve kendini muhalif olarak kodlamış olan bütün kesimlerin üzerinde uygulanmaktadır. 

5 Ocak 1757 tarihinde, daha önce Fransız ordusunda asker olan 42 yaşındaki Robert Damiens, elindeki bıçakla XV. Louis'i rahatlıkla öldürebileceği yerde Louis'in vücudunda sadece küçük bir yara açmıştı. Hiç direnmeden teslim olan Damiens, mahkemede amacının kralı öldürmek değil sadece korkutmak olduğunu söylemesine rağmen iki ay sonra halka açık bir meydanda dört ata bağlanıp çekilmiş ve bedeni dört parçaya bölünmüştü. Mahkeme, kralı öldürmeye kalkışmanın ebeveyni öldürmekle eş olduğunu iddia ediyordu. Bu olaydan seksen yıl sonra, 1837 yılında Paris'te genç suçlular için oluşturulan gözaltı merkezinde kuralları bir gardiyan gür bir sesle okumaktaydı: "Mahkumun uyanma saati kış aylarında saat altı, yaz aylarında saat beştir. Yıl boyunca günde sekiz saat çalışacak, iki saat eğitime tabi tutulacaktır. Çalışma saatleri kışın saat sekizde, yaz aylarında ise saat dokuzda sona erecektir."

Yukarıdaki iki örnek kıyaslandığında bir bedeni büyük bir acı eşliğinde yok ederek cezalandırmak ile bir insanı cezaevinde normalleştirmeye, iyileştirmeye, her gün sabah akşam saymaya, onu yeniden kazanmaya, onun yaşamını günlük yapılacak işler çizelgesine tabi kılmaya ve programlamaya çalışmak kadar kötü ve sert görünmeyebilir. Yukarıdaki iki ayrı cezalandırma modeline karşı
Foucault'un çok net bir belirlemesi vardır. Modern iktidarın amacı daha az ve daha nazik bir ceza vermek gibi görünse de asıl amacı iyi bir ceza vermektir. Burada lafı Foucault'a bırakalım:  "İktidarlar kendini gösteriş ve debdebe içinde dışa vuran ve gücünü bu gösterişten alan eski klasik karakterden uzaklaşıp günümüzde giderek kendini görünmez kılan modern bir siyasal sisteme dönüşmüştür. Hükümdarın kişiliğinde somutlaşan bir iktidarın yerini, ismi bile bilinmeyen kişiler tarafından kullanılan bir yönetim aygıtı almıştır. Kamuya açık bir cezalandırmadan görünmeyen, gizli bir cezalandırmaya geçiş olmuştur. Kendini sürekli öne çıkaran iktidar, bireyin oluşmasını engellemiştir; oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek gözetim altında tutmak ve cezalandırmak, yani egemen olmak demektir. Böylece modern iktidar çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kaydetmiş, sayısal hale getirmiş, egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır."

'Büyük kapatılma' ve gözetim
Modern öncesi cezalarda suçlunun bedenine vahşice saldırılırdı; acı, adaleti yerine getirmenin en iyi tatmin aracı sayılırdı. Modern cezalandırmada ise içsel bir dönüşüm, kişinin özellikle yüreğinin yepyeni bir yaşam biçimine uyumu amaçlanır. Ruhu modern anlamda denetlemenin kendisi, bedenin çok daha kapsamlı ve incelikli bir boyutta denetimini sağlar. Çünkü ruhsal süreçleri ve eğilimleri değiştirmeye çalışmanın amacı bedensel davranışı denetlemektir. Foucault bu noktada Platon'un 'beden ruhun hapishanesidir' sözünü tersten okur ve 'ruh bedenin hapishanesidir' der. Suçlular için geliştirilen disiplin amaçlı modern teknikler diğer denetim alanları (okul, fabrika, hapishane) için de bir model oluşturur ve söz konusu disiplini toplumun tamamına yayar. Foucault'a göre bütün özgürlük ve ilerleme retoriklerine ve iddialarına karşı bizler aslında bir cezaevi adasında yaşamaktayız. Modern iktidar pratikleri bağlamında dersine çok iyi çalışmış olan AKP'nin son dönemlerde Edirne'den Hakkari'ye kadar yapmaya çalıştığı tam olarak da budur. Son birkaç yıldır Foucault'un büyük kapatılma dediği iktidar pratiğinin neredeyse bütün teknikleri Kürtler ve kendini muhalif olarak kodlamış olan bütün kesimlerin üzerinde uygulanmaktadır. Zulmün kendini gizlemesi ve medyanın bu noktada uysal bir hizmetçi gibi örgütlenmesi buna başka bir örnektir.
Modern iktidarlar yumuşak başlı bedenler üretirken bunu belirli bir metodolojik sıralamayla yaparlar. Sıradüzensel yöntem olarak tanımlanan birinci yöntemin amacı bir dönem şehir duvarları boyunca uzanan gözetleme kuleleri ve yüksek yerlere kurulan kale ve saraylar sayesinde düşmanı ve halkı sürekli gözlemleyerek aynı zamanda bunu erk sahibinin ayrıcalıklı ve ihtişamlı konumu olarak insanların zihninde kodlamaktı. Sarayların gösterişliliği ve kalelerin geometrisi buna en iyi örnektir. Fakat modern mimari hem insanların işlevsel ihtiyaçlarını karşılayan hem de rahatlıkla içeridekini görünür kılan yapılar inşa etmektedirler. Bununla yetinemeyen iktidar, büyük kapatılma ya da gözetim toplumu projesine bağlı olarak sokağı, cezaevini, okulu, fabrikayı, işyerini kameralarla gözetleyerek insanların sürekli izlendiği kuşkusunu yaratıp insanlarda denetleniyorum korkusu yaratır. Bir konferans salonunda bile yan yana koltuklar, geniş pencere ve koridorlar, aydınlatılmış derslikler öğrenmeyi kolaylaştırmakla kalmaz, bunlar aynı zamanda öğretmenin ya da konuşmacının herkesin yaptığını bir şekilde görmesini de kolaylaştırır.

Panoptikon hapishane modeli
Bunlar bireyi dönüştürmenin mimarisidir. Hastane, askeri baraka ve fabrikalardaki mevcut mimari, oradaki insanları tanımlamak, aynı zamanda da onları denetlemenin mimarisidir. Burada asıl ilginç olan Jeremy Bentham'ın Panoptikon hapishane modeli, egemenin mahkûmu gözetlemesine bile gerek bırakmamıştır. Her bir mahkum ayrı bir hücrededir; diğerlerinden hem ayrıdır hem de onlar tarafından görülebilir. Ayrıca hücreler her bir hücrenin dilendiği zaman görülebileceği merkezi bir kulenin etrafında sıralanmıştır. Denetleme bir kesinlikten bir olasılığa doğru kayar. Böylelikle denetleyen belirli bir hücreye aslında nadiren bakar. Fakat mahkumların her biri başka bir mahkumun ya da gözetleyen gardiyanların kendilerine ne zaman baktığından hiçbir zaman emin olamayacaklardır. O yüzden sürekli tetiktedirler. Bu her an röntgenleniyor olmanın yarattığı korkunç bir ruhsal ve bedensel basıncı ortaya çıkarır. Sadece Yüksekova'da şehrin her tarafını hatta evlerin içini bile gören Ziggurat kıvamında devasa mobese direklerinin dikilmesi bir uzaktan gözetleme ve denetleme pratiğidir. Son yıllarda iktidarın F tipi cezaevi noktasındaki ayak diremesinin ve bu keskin inadının kökeninde iradeyi teslim alma ve bio-iktidar teknikleri sayesinde insanları teslim alma çabası olarak okunabilir.
İkinci yöntem olarak ortaya çıkan yoklama yöntemi bireyin bilgi iktidar ilişkisinin içindekini yerini ortaya koyar. Okullardaki yoklama fişleri, hastanedeki hasta dosyaları ve hapishanelerdeki yoklama seansları aslında bireyleri birer yoklanması gereken vakaya dönüştürür. Yoklama, gücü elinde bulunduran iktidar sahibinin sadece sayısal bir verisine indirger bireyi. Süreklilik, iyileştirme, bağımlı kılma, bireyi sürekli bir bilgi kategorisiyle kodlama ve rakama indirgeme birer iktidar pratiğidir. Modern öncesi dönemde güç kendini uygularken bunu meydanda ve halka açık yapardı. Modern dönem gücün uygulanışı gizlidir, sessizdir ve kendini göstermekten kesinlikle sakınır. Cezaevlerinde yatan on binlerce Kürt siyasetçisinin sayısını bile telaffuz ederken yalan söyleyen ve sayıyı çok daha az gösteren iktidar sahiplerine her gün rastlamaktayız. Fakat Foucault'un gizlenmiş zulüm şeklinde okunacak açıklaması bu ülkede bir yönüyle de hala alenidir; polisiyedir; çıplaktır; daha dün Kızılay Meydanını baştan başa kuşatan yeşiller faşizmi kadar ortadadır!

İktidarın makro ve mikro merkezleri

Foucault, iktidarın doğasının arkeolojisini yaparken iktidarın hem makro hem mikro düzeyde sayısız merkeze dağıldığını, iktidarın sadece siyasal erki elinde bulunduranlardan değil bir kadın ile bir erkek, bir öğretmen ile bir öğrenci hatta sokaktaki sıradan ikili bir muhabbette bile kendini gösterdiğini iddia eder. Egemenliğin kaynağı sadece ordular ve burjuva sınıfı değildir. Fransız devriminde kralın kafasını kesmeye çalışan devrimcilerin amacı özgürlük değil kralın yerine geçmekti der. Temelleri 16. yüzyılda atılan ve aydınlanma ile birlikte yaygınlaşıp kurumsallaşan disiplinci modern toplumla birlikte iktidar hayatın tüm hücrelerine yayılmıştır. İktidar her yerdedir ama hiçbir yerdedir. Modern iktidar görünmezdir. O bir kurum, örgüt ya da aidiyet değildir. Karmaşık stratejiler bütünlüğüdür. Tekçi değil çoğuldur. İktidarın üniter bir gövdesi yoktur; bir ilişkiler koordinasyon ve hiyerarşisidir. Toplum farklı iktidarlardan oluşmuş bir takımadadır. Durağan değildir; üretkendir, oluşturur ve pratik süreçlerde belli tipte bedenler ve zihinler üretir. Direnmeye de olasılık bırakan bir karakterdedir. Lakin iktidar her yerdeyse direniş de her yerdedir. Modern iktidarın iki büyük merkezi hapishane ve tımarhanedir. Bu iki kurum mutlak tutsaklık sahalarıdır. Çoğunlukla özgürlük için başkaldıran öznenin itirazı üzerinden kendini var eden iktidar eskiden olduğu gibi özgürlük iradesiyle yüzleşmekten ziyade onu kışkırtarak zayıf düşürmenin tekniklerini yaratır. Hapishaneler tarihi dünyanın en trajik öyküleriyle tasvir edilecek olan bu ülkede iktidar daha büyük cezaevleri açmak için kolları çoktan sıvamış bulunmaktadır. Bu büyük kapatılmanın sadece hapishane ayağıdır; asıl büyük hapishane tam yüz yıldır dışarıya inşa edilmiştir!

İktidar da, direniş de her yerde!

Disiplinci iktidar, mikro düzeyde bireyin bedeni ve eylemi üzerinde bir denetim kurgularken makro düzeyde tüm nüfusu denetlemek için bio-iktidar modelini geliştirir. Toplumun refahı ve zenginliği, nüfusun devamlılığını hedefleyen teknolojiler bütünlüğüne bio-iktidar der Foucault. Bu teknolojik bütünlüğün içinde okul, hapishane, fabrika, ordu, bakımevleri gibi kurumlar yer alır. Sosyal bilimler bile bu büyük iktidar şebekesinin hizmetine koşmaktadır. Çünkü bilgi eğer iktidar ise iktidar da bilginin kendisidir. Yaşamın iki önemli veçhesi olan ölüm ile doğum iktidar alanının içine girmiştir. Kitlelerin normalize edilmesi için kitlelerin ölüm ve yaşam zamanlarını bile kendi egemenlik sahasının içine çekmiştir. Doğum da ölüm de artık iktidarın kontrolündedir. ‘Size ölmeyi emrediyorum' söylemi ile ‘herkes üç çocuk doğurmalıdır' söylemi açık seçik bio-iktidar pratiğidir. Çünkü biri ölümü, diğeri yaşamı denetim altına almayı hedefler.
Foucault'un külliyatında modern iktidarın büyük bir hapishanesi vardır. Ona göre bu dünya yöneticilerin ve psikologların bütün halkı hasta olarak kodladığı büyük tımarhanedir. Krimonoglar, psikaytırlar, doktorlar, gardiyanlar, öğretmenler, bürokratlar, haber spikerleri bu büyük tımarhanede herkesi iyileştirmeye çalışarak tedavi edici bir rol üstlenirler. Bireyi kategorize ederek, belli bir kimliğe hapsederek, onu belli bir hakikat yasasına bağlı kılarak gündelik bir yaşam kurarlar. Birey kendini özne zan ederken aslında iktidarın ve kendisinin bir nesnesi haline gelmiştir. Milliyetçi kitlelerin bu ülkede kendilerini bu ülkenin asıl özneleri zan ederken aslında nesne oluşları ile Kürtlerin iktidarın değil kendilerinin öznesi olma mücadelesini Foucault üzerinden okunma imkanı kuşkusuz vardır. Oryantalizm ve elitizm tuzağına düşmeden şu rahatlıkla söylenebilir. İktidarlar Kürtlere bol miktarda cezaevleri açabilirler. Kürtleri kriminalize edip potansiyel suçun ve sapmanın öznesi olarak kodlayabilirler. Sayıyı bile ortaya koyarken yalancı ve pişkin bir madrabazı andıran bakanın söz ettiği tükürükte boğulacak yetmiş beş bin kişinin kim olduğunu Kürtler bile anlamamıştır oysa. Sayıyı bile verirken sabuklama geçiren iktidar bekçilerinin unutmaması gereken şudur: İktidar her yerdedir ama direniş de!

7 Mart 2012

KENAN EVREN, DEDEM VE AKİDE ŞEKERLERİ



Çocuktum...

Bir dağ insanı âşık eder mi kendine? Dağ mı insana vurulur? İnsan mı dağa? Dağa vurulan herkes dağda mı vurulur? Dağlanmış her yürek soluğu dağda mı alır yoksa?  

 

Dedem, Kato uçurumlarını aratmayan dimdik yüzüyle her gülümsediğinde seni düşlerime almamı sıkıca tembihlerdi o zamanlar. Sümbül Dağı vardı! Sonra yeşil parkalı devrimciler vardı. Evren Paşa'nın cemselerine istiflenip Zap Vadisine doğru götürüldükleri gün, korkudan titreyen çocukların kardeşlerine sonradan Evren ismini koyan korkak babalar da vardı. Radyolardan ölüm haberleri yayılırken bütün şehre, sonradan o dağlarda kar gibi eriyip büyük nehirlere akacak olan çocuklar, ‘ez berfa çiyakê reş im’ şarkısını çoktan ezberine almıştı. Korkak babalara, abilerini alıp götüren cemselere ve Kenan Paşa'ya inat. İnat, devrimciydi çünkü!

 

O kapkara iklimin içinde örgütsel dokümanları rafa dizip Tomiks ve Teksas'ları yakan bir annenin ayıbını kimse üstüne almıyordu nedense. Gerçeklik bazen o kadar ağır gelirdi ki insanlara, düş dualarına çıktıkları olurdu. Parkasının cebinde Mao'nun kızıl kitapçığı, boynunda muskalarla gezen bir deliye benziyordu o şehir… Sonra dedem vardı! Mihemed Arif'in Amîna'sı her çaldığında jilet gibi keskin nasırlı parmaklarıyla gözyaşlarını silerdi, gözyaşı kesesini yırtmak istercesine. Kaset her takıldığında kendini ve kaseti geriye sarardı inatla; kendini durmadan geriye saran kırık bir ezgiydi dedem. İmamın sözlerini duymaktan ve Kenan Evren'in yüzüne bakmaktan nefret ederdi. ‘Mele û Kenan Paşa bi hevra fermana me dinivîsin’ dediği günden sonra kutsî olanı tersinden okuyan bir münafığın erdemini yaşadı durdu; Kenan Paşa’nın darbe bildirgesini okuduğu binanın hemen yanındaki hastanede kalbi duruncaya dek…

 

Büyüyordum…

Ezberim bozuktu; kekemeydim. Âşık olduğum o siyah gözlü kızın babası, öğretmenime ve öğretmenimin yoldaşlarına işkence yapıyormuş o meşhur siyasi şubede. O kızın elleri, Kenan Paşa'nın elleri ve dedemin yaralı bir kaplumbağanın sırtını andıran kabuklanmış elleri! Ellerin kıvrımları insanın kişisel tarihidir diyordu bil cümle bilgeler. Ne Mutlu Türküm Diyene yazısının olduğu o heybetli uçuruma bakarken bütün cümlenin içinden (Ne diye?) kısmına takılıp kalan bir çocuk mezarlığı büyümeye başladı o şehrin hemen yanında. O kadar çok ölüyorduk ki! 'Çok küçük, hatta görünmez çizikler bile büyük yarılmaların habercisidir' türünden cümleler kuramayacak kadar beyaz kızın diline yabancıydım. Dedem inatla seni ve uçurumlarda açan o rengârenk çiçekleri iliştiriyordu anlattığı öykülerin bir yerlerine. Anlattığı öyküler eskidikçe ben eksiliyordum sanki. Onun yüzündeki kırışıklıklar fazlalaştıkça ben yaşlanıyordum. Ve yaşlandığımı öylece anladım durdum yıllarca.

 

Kurduğum tüm bu hengameli cümleler haritanın batısından gelmiş beyaz yüzlü okul arkadaşlarımın bende bıraktığı azgın bir kompleksti aslında. Bu ülkede herkes başkasının diliyle mükemmel konuşur. Kendi anadili hep kekeme kalır o yüzden. Ve dedem vardı! Köyün imamına ‘insan bazen hakikatinden o kadar uzaklaşır ki kendi yarattığı yalanına bile iman eder’ dediğinde köyde adı orospuya çıkmış bir kadının dışında kimse anlayamamıştı onu. Sekiz kız çocuğuna rağmen tek bir erkek çocuk yakalamak onu hiçbir zaman kendinden utanan bir avcı yapmamıştı. Cebindeki akide şekerleri, yatılı okullarda büyümüş köyün Dersimli hemşiresi, insan mutlak yalnız yaşayabilir ve Zagros soğuğunda bile üzüm yetişir inadı onun çocuklarıydı. İnat devrimciydi çünkü ve kocaman elleri vardı dedemin!

 

Sonra Kenan Paşa vardı! Kapısında tulumba tatlısı satılan Diyarbakır Zindanı vardı ve kapısında coplanan beyaz tülbentleriyle anneler vardı! Andımızı her okuduğumuzda ant içmiş gibi hizaya bir türlü gelemeyen çocuklar vardı! Gözleri mütemadiyen Sümbül'ün ardına bakan ve bazen içimizi paramparça eden bir öfke vardı! Zehirli bir suskunluk vardı! İzmir ve Ankara’dan her gelişlerinde iyi öğretmenlerin, temiz ve geniş caddelerin, mağazaların, Coca Cola’nın ve beyaz kızların reklamını yapan bir sürü Yılmaz Erdoğan’lar vardı! Herkes işini gücünü bırakmış, içine gücüne bakıyordu o günlerde! Hepimizin içi kırık dökük ve bize bile yetmeyecek kadar zayıftı! Somut koşulların her somut tahlilinde gücümüzün bildiğimizden çok daha az olduğu çıkıyordu. Sonra durmadan azan ‘bir gün mutlaka’ romantizmi vardı! Yakışıklı ve bıçkın abilerimizin beş parça mı, dört parça mı? Kır mı, şehir mi? diye sürüp giden tartışmaları bitmişti. Herkes sessizce kendi içinde bölge bölge ayrılmış kayıpların haritalarını çıkarıyordu. Abaküs ve fişler dönemi bitmiş, kayıp insanların camilerde tespih taneleriyle sayılma mevsimi gelmişti. Fişlenmiş ve fişten gelen akımla acı çektirilmiş binlerce yaşamın yasını tutuyordu anneler… Ama dedem vardı! ‘Ahmet Emmi ne düşünüyorsun?’ diye soran yüzbaşıya, ince sırıtmasıyla ‘Mustafa Kemali düşünüyorum’ diyordu darbe koşullarında. Kocaman ve nasırlı ellerini soran herkese ‘emeğin ellerinde zarafet olmaz’ deyişini unutamadı daha sonra yüzünü dağlara dönen ve bir daha geri dönmeyen çocuklar…

 

Büyüdüm…

Dedem, köye her gelişinde cebinde akide şekerleri dağıtırdı yol başlarında sadece onun gelişini bekleyen çocuklara. Bir gün cebi boş geldi köye. Çünkü dedem çocuklaşmış, çocuklar ise büyümüştü artık. Ve dedem öldü! Ve imam öldü! Çocuklar gözlerini alan o dağ başlarında vuruldu! Ve Kenan Evren ressam oldu! Öyküm tam ortasından dörde bölündü…


SAHTE MÜRİTLER VE MEZAR KAZICILAR

Selaheddîn Bîyanî
Bugün Türkiye'deki Siyasal İslam mutlak iktidar istemi sayesinde kendinden olmayan ve hizaya getiremediği bütün kimlik ve yaşam biçimlerinin reddi üzerinden ilerleyen bir İslami Faşizme dönüşmüştür. Erzurumlu Ağlayan İmam ve racon kesen Kasımpaşalı bir İmam Hatipli, iktidarın tepesinde iyi ve kötü polisi oynamaktadırlar adeta. 


“Büyük bir öğreti  çoğu kez sahte ve soysuz müritlerin elinde   hiçbir şey anlatmayan sıradan bir gevezeliğe dönüşebilir! O müritler, büyük bir fikrin taşıyıcılığını yapayım derken zamanla o fikrin mezar kazıcısı olurlar.”



1970’li yılların sonunda ülkenin sağcı ve solcu çocukları birbirini mahalle girişlerinde kurşunlarken ve faşist katliamlar ülkeyi boydan boya bir taziye evine çevirmişken, ülkenin bir yerinde sürekli insanları din kardeşliğine ve birliğe davet eden, ölen tüm günahsız kişilerin ruhlarını göklerdeki cennetin sahibi olan iyilik tanrısı Ülgen'e götüreceğini iddia eden Yayuci kadar münzevi ve mütevazi,  halimize sürekli ağlayan ve adeta bize yaşamın trajedisini tiyatral bir ustalıkla sergileyen, soylu bir kardinal kadar ağır, bir mesih kadar kendinden ve söylediklerinden emin bir adam çıkageldi. Daha işin başındayken sola karşı Postal İmparatorluğunun mutlak hakimleri olan bol apoletli, Doğu’ya ve özellikle İslam’a mesafeli generallerle flörtleşen bu naif ve kırılgan adam, aradan yirmi yıl geçtikten sonra sayısı milyonları bulan müritler ordusu, yaklaşık 280′in üzerinde şirket ve holding, yıllık 600 trilyon liralık iş hacmine sahip devasa bir ekonomik güç ile  birlikte adım adım özerk iktidara yürüdü ve hala sabırlı adımlarla yürümektedir.  Protestan olmadığı halde Seküler İslam’ın Martin Luther’liğine soyunan bu zat-ı muhterem, sıradan ve mütevazi bir vaizken birden soğuk savaş döneminde Sovyet bloğuna karşı yürütülen psikolojik savaşın en önemli iletişim aygıtlarından biri olan Hür Avrupa Radyosu’nun baş konuğu yapılıyor, Amerika'nın Sesi Radyosu'nun değişik lehçelerdeki Türkçe yayınlarında, bu zatın misyonu ve yaptıkları öve öve bitirilemiyordu.




Neredeyse bin yıllık tarihinin dokuz yüz yılı savaşlarla geçmiş, egemenler tarafından sürekli bir istila ve talan korkusuyla hipnotize edilmiş insanların ülkesinde  ‘ne zaman düşmanınla baş edemiyorsan başka bir düşmanını yardımına çağır; ona da pastadan bir pay ver’ anlayışı, tarihin en ilkesiz ve en soysuz ittifaklarını bu ülkenin şanlı tarihine armağan etmiştir.  Bütün bunlar Devlet-i Ali’nin bekası için yapılmıştır. Pragmatizmin bile tanımlamakta zorlanabileceği ve taslakları büyük ihtimal Washington’ da çizilmiş bu iktidarlar bloğu tarihin en renkli ve en kirli bloklarından biridir. Söz konusu bloğun içinde pentagon şefleri, her biri bir çizgi film kahramanını andıran devlet sosyologları, savaş stratejistleri, petrol şeyhleri, aile bankaları, modernizm tarihinin en komik zenginleri olan Anadolu burjuvaları, darbeci generaller, asit kuyusu ustaları, domuz bağını iki dakikada bağlayabilen pratik cellatlar, parlamentodaki işbirlikçiler, hiçbir mide asitinin eritemeyeceği kadar kaşarlaşmış  köşe yazarları, Amerika’da mütevazi evinde oturmakta olan Fethullah Gülen hazretleri, kafasında takkesi olduğu halde Fransız smokini giydirilmiş Ilımlı İslam’ın temsili olan AKP ve AKP’nin esmer prensleri olan  bol miktarda Kürt devşirme mevcuttur.

 Direktifleri ve eylem planı büyük ihtimal Pentagon’dan çıkmış olan -ki Kenan Paşa ve kurmaylarının bu planı uygulayacak kadar incelikli bir zekaya ve öngörüye sahip olmadıklarından hareket edebiliriz- bu plan, 1970’lerde ülkeyi boydan boya saran devrimci muhalefeti boğmanın en kestirme yolunun cemaatler, tarikatlar, İmam Hatip’li yapay ve sentetik imamlar ve  finans kapitali çok iyi ezber etmiş ince sakallı sahte dervişler ile devlet arasında pragmatik bir ittifak kurmanın planıydı. Aynı cenah, bugün Kürtlerin en sıradan demokratik haklarına anında karşı saldırı geliştiren ayet ve surelerden kılıçlarıyla faşist bir güruha dönüşmüş ve maskelerini düşürmüşlerdir. Medreselerin yerine Fransız pozitivist akademilerini kuran, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesi, fesin yerine şapkayı, saltanatın yerine cumhuriyeti, çarşafın yerine Fransız dekoltesini getiren ve Osmanlı’nın sekiz yüz yıllık kültürel ve siyasal geleneğinin reddi üzerine yükselen Kemalist devlet projesi, generallerle imamların ittifakı ile birlikte dağılıp zamanla Ergenekoncu Seçkinler Cumhuriyeti ve yaşamımızın en küçük gözeneklerine kadar sızabilmiş Tarikatlar Birliği Cumhuriyeti şeklinde vücut bulan bir devlet faşizmine dönüşmüştür. Söz konusu bu pragmatik ittifakın bir ucuna Kenan Evren’i ve kurmaylarını, öbür yanına Fethullah Gülen ve Enver Ören’i bıraktığımızda o tablonun içinde İslam’ın ve Kemalizm’in kimlik taşıyıcılığını yapan taşeron ve kurnaz tüccar takımını yani her iki öğretinin mezar kazıcılarını rahatlıkla görebiliyoruz.

1980 model cuntacı generallerin göz kırptığı bazen de doğrudan palazladığı Pantürkizm ve Panislamizm akımları, cemaat ve tarikatların denetiminde Kuran kursları ve İmam Hatip Liseleri üzerinden örgütlenirken, Gülen cemaati doğrudan dini kurumlar yerine liseler ve dershaneler üzerinde yoğunlaşıyordu. Sovyet sosyalizminin çöküşünden sonra  Gülen’in eğitim orduları uluslararası okullar atağına geçtiğinde öncelik verdikleri bölgelerin özellikle Amerika’nın iştahını kabartan  Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslar bölgesi olması başka bir nüanstır. Hewlêr, Dûhok ve Süleymaniye’den topladığı Kürt çocuklarını Güzel Türkçe Konuşma Yarışmalarında yarıştırabilecek düzeye getirmiş olmanın milliyetçi gururuyla, yedi ceddi Kürt ulusalcısı olan Barzani kirvelerinin yanında büyük bir itibar ve destek görebiliyorlar. ABD’nin semizlik askerleri, petrol kuyuları, Işık Okulları ve Barzani dörtlüsü tarihin en ironik tablolarından birinin içinde her gün yüzümüze sırıtmaktadırlar. "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Türk dünyasının hizmetinde"  demagojisiyle süslenen bu atılım, binlerce vakıf dernek okul ve şirket eliyle yürütülmektedir.  İlk bakışta saf Turancı ve İslami bir yayılma olarak görünen bu okullarda bol miktarda diplomatik pasaportlu Amerikalı official passeport" sahibi "İngilizce öğretmeni"  bulunmaktadır. Fethullah Gülen Amerikan şeflerinin görevlendirdiği postmodern bir bahai peygamberi gibi üç büyük dini kendi öğretisinin bünyesinde eritmeye çalışan dinler ve ülkeler üstü bir paravan örgütlenmenin başı gibidir adeta!

Kızılderili çocukların kafa derilerine on dolar ödemiş, Amerikalı yerli kavimlerin neredeyse tamamını yok etmiş, Avrupalı katillerin, tecavüzcülerin ve çapulcuların kan ve kemikten kurdukları Amerikan imparatorluğu, 1950'lerden itibaren dünyanın mutlak efendiliğine soyunduğunda, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için, her kıta dininin içinde kendisine bağlı bir tarikat örgütledi. Bu tarikatların hepsinin ortak söylemi neredeyse aynıdır: Dinler arası diyalog ve evrensel kardeşlik argümanı! Envai çeşit oyunun ve hilenin döndüğü bu uluslararası küresel saldırı ve talan teşkilatları kendi işbirlikçilerini neredeyse dünyanın her yerinde yaratabildiler. Kürenin büyük kapitalist efendileri, Marks'ın en büyük düşü olan ve dünya sosyalist güçlerinin yaratamadığı enternasyonalist birlikleri kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için papazların, hahamların ve 
imamların eliyle yaratabildiler. Amerika'nın Kore işgali sırasında Hıristiyan rahiplere ve misyonerlere kurdurduğu Moon Tarikatı Güney Kore nüfusunun yüzde 40'ını Budizm'den Hıristiyanlığa devşirmişlerdi. ABD'de, Türkiye'deki Sızıntı Dergisi'nin karşılığı olan The Fountain isimli bir derginin varlığı bu küresel ittifağın başka bir belirtisidir.
"Said-i Nursi'nin Kürt olduğunu öğrendiğimde içim acıdı" diyen zat-ı muhteremin milliyetçi refleksleri çoğu kez onun İslami kimliğinin çok önüne geçebilir. Tüm bu milliyetçi tavırlarına rağmen eğitim gönüllüleri şeklinde Kürt bölgelerine çullanan bu ince bıyıklı misyonerler ordusu zaten çoğu Müslüman olan Kürtleri sisteme daha fazla eklemlemenin kavgasını vermektedirler.  Afrika'nın Müslüman bölgelerine giden Batılı misyonerlerin kilise duvarlarına İsa'yı bir zenci olarak gösteren resimler çizdirmeleri ile Gülen cemaatinin Kürdü adam etme teknikleri birbirine fazlasıyla benzemektedir. 80 yıllık cumhuriyet tarihinin en haylaz çocuklarının bugün çoğunlukla Kürtler olması ve "Kürtler acilen ıslah edilmelidir" diyen devlet babalarının gür ve ürkütücü sesini dinlemek zorundadırlar. Çünkü bu ülkede din dahil olmak üzere tüm toplumsal renkler, devletin sıkı denetimi altında şekillendirilir. Devletin şekillendirdiği bir din ve onun müritleri devlete benzer ve devletleşir.   Said-i Nursi'nin Hizanlı Müslüman bir Kürt olması; hatta Fethullah Gülen'in bütün öğretisine kaynaklık etmesine rağmen Gülen'in nazarında bir tereddüt noktası olması, Gülen'in megaloman üst kimliğine fena halde dokunmaya yetebiliyordur belki de.
Cioran, "en büyük zalimler bir zamanlar kafası kesilmemiş mazlumlardan çıkar" demişti. Oysa ne Fethullah Gülen ne de onun cemaati hiçbir zaman bu ülkenin mazlumları olmadılar. 28 Şubat'ta İslami medyanın dramatize ettiği sahte mazlumiyetlerini saymazsak tabii. Cemaatler ve tarikatlar, sadece Türkiye'nin Kemalizm eksenli modernleşme siyasetini militan bir tarzda uyguladığı tek partili dönemin dışında adeta özerk bir iktidar gibi ekonomiden siyasete, gündelik yaşamdan kamusal yaşama kadar aslında bu ülkenin her yerindeydiler. Fetullah Gülen, var olan bütün cemaat önderlerinden daha seküler, uluslararası bağlantılar daha güçlü, daha esnek, daha milliyetçi, mütevazi giyimi ve yoksul Anadolu nostaljisine uygun döşenmiş 'ben de sizdenim' diye bağıran eviyle, adeta naif bir dervişi oynamaktadır. Hem solu zayıflatan, hem Kürdü asimile eden hem de devletin eğitim yükünü hafifleten bir eğitim gönüllüsü olan bu zat, tekkeden yeni çıkmış, gül suyuyla yıkanmış tiril tiril bir entegrasyon ustasıydı her zaman. Yani; fazlasıyla totaliter, kendini sürekli kılmak için çıkar ilişkileri ve çıkarların yarattığı ilkesiz ittifaklar üzerinden kendini yaşata yaşata omurgası kırılmış bir devlet için biçilmiş bir kaftan. ABD'nin göz diktiği herhangi bir coğrafyaya hiç de rastlantısal olmayan bir tarzda anında okul açabilen, Pentagon onaylı Turan fantezisini adım adım gerçekleştirirken öbür yandan ABD'nin ve Türkiye'deki yönetici elitlerin yerel ya da global hamlelerinde ileri süvari birliğini anında hareket ettiren bir akıncıdır.
PKK-Ergenekon ilişkilenmesini sürekli ayyuka çıkarmaya çalışan Gülen cemaatinin, önceleri mazlumlar için ağlayıp duran, sonradan dişleri ve pençeleri çıkmış korkak bir baykuşa benzeyen gazetesi Zaman, tıpkı kendi sahipleri gibi Ergenekon'un Kürtlerin başına getirdiğinin aynısını bu defa daha yumuşak bir eritme ve çarpıtma politikasıyla yapmaya çalışıyor. Kürdün yanında İslami bir kardeşlik kimliğiyle durup aslında devletin yüzyıllık bakış açısını olumlamaya ve kabullendirmeye çalışan bu cemaat ve onların paşababaları, 1990'ların başından itibaren Kürt illerinden Batıya, Gülen'in asimilasyon medreselerine götürdükleri yoksul Kürt çocuklarını Osmanlı'nın ocakta devşirdiği bir Polak çocuktan daha çok diline, kültürüne ve toplumsal gerçeğine yabancılaşmış bireyler olarak ailelerine geri göndermişlerdir. Gülen pragmatizmi ve AKP oportünizmi ve onların kutsal ittifakları öyle bir noktaya gelmiştir ki,  'bizden olmayan herkes Ergenekon'un içindedir' türünden tarihin en büyük pervasızlıklarından birine dönüşmüştür. Bugün Türkiye'deki Siyasal İslam mutlak iktidar istemi sayesinde kendinden olmayan ve hizaya getiremediği bütün kimlik ve yaşam biçimlerinin reddi üzerinden ilerleyen bir İslami Faşizme dönüşmüştür. Erzurumlu Ağlayan İmam ve racon kesen Kasımpaşalı bir İmam Hatipli, iktidarın tepesinde iyi ve kötü polisi oynamaktadırlar adeta. 'Bu ülke tarikatların ve şeyhlerin ülkesi olamaz' diye başlayan büyük söylemin tam karşısında duranların iktidara gelişini sadece cumhuriyet mitingleriyle protesto eden Kemalist seçkinlere, felek en sinsi kahkahasıyla gülmektedir bugün. Bu ülkede 'Ergenekon operasyonu bir kadro değişimidir' diyen insanların sesi boğulurken hayatımızın hemen hemen her yerine sızmayı başaran bir İslami blok, medyatik pompalamayla bütün muhalif kesimlerin üzerinden silindir gibi geçmeye çalışmaktadır. Son yirmi yıldır ince bıyıklı ne çok vali, kaymakam, savcı ve hakimin mahkeme salonlarında belirmeye başladıklarını hepimiz çok iyi biliyoruz. Taş atan çocuklara yirmişer yıl veren adamlar, seçim öncesi yoksul mahalleri makarna ve kömür torbalarıyla ayartmaya çalışan adamlar, seçimden hemen sonra BDP'nin yönetici kadrolarını adeta büyük bir intikam duygusuyla evlerinden aldıran adamlar, 80 darbesinin sabahı Beyaz Saray'da 'Türkiye yine karışmış' diyen Amerikan başkanına 'Sorun yok, bizim çocuklar darbe yapmış' diyen adamlar, Nazi toplama kamplarını aratmayan Ebu Geyrup hapishanesinde, Iraklı direnişçilere yazdıkları mektuplarda 'Ne olur bu hapishaneyi bizimle birlikte ateşe verin; çünkü karnımızda Amerikan askerlerinin piçleri var' diyen kadınlara tecavüz eden adamlar ve "anamızı ağlattınız" diyen çiftçiye "ananı da al git" diyen adamlar aynı koronun içindedirler. Tarihin en ironik ve en heterojen korosu! Çok gürültülü ve alabildiğince çirkin seslerle dolmuş bir koro!
İngiliz obez  çocuklar kadar bakımlı ve derli toplu, Amerikalı beyaz kolejli çocuklar kadar ironik ve kendinden emin bir dil kullanan, Avrupa'da okuduğu okula kefere mektebi diyecek kadar Doğulu ve şakacı bu müritler ordusu ve güneş değmemiş bembeyaz suratlı ağabeyleri yoksul mahallelerde gövdesi dal kadar incelmiş yoksul halk çocuklarını ayartamadıklarında herhangi bir sohbet esnasında yargıdaki ağabeylerine, panzer taşlayan o haylaz ve yola gelmez çocuklara yirmişer yıl vermelerini de rica edebilirler. Solu sadece Mao ve Stalin'den ibaret bir din düşmanlığı gibi gösterip reel sosyalizmin kanlı tarihini yıllarca bu topluma asıl sosyalizm dedikleri böyle bir şey diye anlatmaya çalışan ve bunu büyük ölçüde başaran, bugün televizyonlarından ve gazetelerinden o büyük küresel, kirli ve derin ilişkilerine rağmen utanmadan muhalif ve farklı olan her yapıyı bir çete ile ilişkilendirmeye çalışmaktadırlar. 1969'da 6. Filo'yu Karaköy İskelesine döken devrimcilere çivili sopalarla saldıran Milli Türk Talebe Birliği bu gün çivili sopalarını tarihin dehlizine gömüp yerine yargıyı, medyayı, biber gazını ve polisi ikame etmişlerdir. Kendi cenahlarına dahil edemedikleri her insanı ve her türlü toplumsal hareketi, türlü türlü ayak oyunlarıyla kitlelerin gözünde itibar kaybına uğratacak erkleri, erkeklikleri, kadroları, ilişki dünyaları ve paraları fazlasıyla mevcut olmasına rağmen bu ülkede bunların maskelerini yırtıp bunlara çelme takacak asi çocukların hala var olduğunu bilmek bile insanı az da olsa rahatlatabiliyor.