17 Eylül 2021

 



RESMİ TUTANAK VE HARİTALARLA TARİHTEN DÜŞÜRÜLE(MEY)EN ÜLKE: KURDİSTAN

 

 

‘İlk önce uzun ve sivri mızraklarının ucuna astıkları sancaklarında fetih ayetleri olan esmer çöl savaşçıları, onların hemen ardından bodur ve çevik atlarının heybelerinde parlak uçlu okları ve tuzlanmış etleriyle çekik gözlü, geniş alınlı Orta Asyalı ordular geldi. O mızrakların ucuna bir gün kellelerimizin geçirileceğini ve heybelere gizlenmiş o okların bir gün bizim için çekileceğini çok iyi biliyorduk. Onlarla yüzyıllar sürecek bir cenge tutuştuk; tufan gibi üzerimize çöken bu amansız akınlarda başımız her sıkıştığında ait olduğumuz yurtlarımıza çekildik: Dağlarımıza. Çekik gözlü olan, steplerin kuraklığını, beyaz entarisi kandan kızıla dönen diğeri ise çölün renksizliğini taşıdı bereketli topraklarımıza…’

 

Twentieh Century & 20. Yüzyıl & Sedsala Bextreşiyê[i]                   

Kürtlerin kolektif belleğinde Sedsala Bextreşiyê olarak tanımlanan Yirminci Yüzyılın özellikle başlarından itibaren tahsildarlar, muhbirler, raporcular, muallimler, jandarmalar, kadastrocular, Avrupalı oryantalist seyyah ve diplomatlar Kürdistan’ı boydan boya doldurmaya başlamışlardı.  Daha sonra resmi tarihe ‘yedi düvele karşı savaştık’ olarak kayda geçecek olan oyunun bir yerinde de İsviçre’de yuvarlak masaların üzerine kurulu sömürge haritalarının etrafında, ellerinde cetvel ve gönyelerle siyah smokinli beyler ve batının pozitivist mekteplerinde faşizmin tedrisatından geçmiş Jön Türk asilzadeleri belirmeye başladı. Zaten belirsiz sınırlardan oluşmuş haritalar yeniden çizildi; Qasr-ı Şirin’de başlamış bölme işlemi dörde çıkarılarak dört devletin kutsiyetler skalasının tepesine her biri soykırım çağrıcısı gibi duran birer bayrak, birer milli marş ve hiçbir ortaklığı olmayan insanların ortak egosunu besleyecek olan o yüce uluslar konuldu. Dört devletin bütün resmi binalarının ve okullarının duvarlarına asılan yeni haritalarda önce bir ülke, sonra ülkenin içinde ve üzerinde yaşanan bütün bir gerçeklik silinerek resmi tarihten ve kamusal alandan düşürüldü!

Batılı emperyalistler bir taraftan uzun ve geniş masalara serdikleri haritalar üzerinden koca bir topografyayı hiçbir tarihsel ve kültürel sınırı hesaplamadan hoyratça bölüp parçalarken öbür taraftan da birer taşıyıcı firma gibi örgütledikleri çiçeği burnunda işbirlikçi devletlere bol miktarda ölüm kusan savaş uçakları, tren rayları, otomobiller, şapka, pantolon, abajur ve ince topuk kunduralar, saniyede birkaç mermi sıkabilen makinalılar ve bol miktarda stratejik akıl satıyorlardı. Bizzat emperyalistlerin eliyle kurulmuş devletlerin, kendi kuruluş mottolarına ‘antiemperyalist’ bir retorik iliştirip tarihten düşürülmeye çalışılan kavimlerin bu vahşete karşı geliştirdikleri her türlü başkaldırıyı ‘emperyalist maşalarının nümayişi’ olarak lanse etmeleri aşağılık bir ironi olarak kendini bu gün bile yeniden üretmektedir.

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı yıl, Pontus Soykırımı başlamış, Kürdistan’ın güneyinde de dönemin Milletler Cemiyeti, özerk bir Kürt yönetimi kurulması kararı almıştı. Daha sonra Türklere çiçeği burnunda bir devlet armağan eden İngilizler bu kez Şêx Mehmûd Berzencî ile kanlı bir savaşa tutuşacaktı. Şêx Mehmûd’un Süleymaniye’deki son direniş kalesi olan Sûrdaş Dağlarını bombalayan İngiliz uçakları, 1930 yılında Türklerin genç cumhuriyetine sattıkları uçakları ve kendi pilotlarıyla bu kez Ağrı Dağında Biro Heskê Têlî ve İhsan Nuri komutasındaki Kürt Savaşçılara bombalar yağdıracaktı.  1988 yılında Halepçe’yi çöle çeviren kimyasal silahlar, Hollanda’dan yüklenip İskenderun Limanı üzerinden tarihe Kürt Holocaust’u olarak geçen Enfal Katliamının mimarlarından biri olan ve Bağdat’ın Adolf Eichmann’ı olan Kimyasal Ali’ye gönderilecekti. Aynı Kimyasal Ali, yıllar sonra kimyasalı satan ülkelerin de içinde olduğu bir koalisyon tarafından idam cezasına çarptırılacaktı. Tarihin en büyük Alevi Kürt kırımlarından birini gerçekleştiren Yavuz’un ismi İtalyan-Türk ortak yapımı ve Neo-Osmanlıcılığın yana yatırılmış fallik anıtı gibi duran devasa bir köprüye, Dersim Soykırımında Alman savaş uçaklarından insanların üzerine bıraktığı bombalar için ‘canım birkaç tonluk bombadan ne çıkar ki’ diyen Sabiha’nın ismi yine uluslararası büyük bir havaalanına verildi. Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın balkonunda yer alan halkların son dört yüz yıldır yaşadıkları bu büyük vahşetin bir sorumlusu periferideki devletlerin oligarşik yapıları ise bir diğer büyük suçlu da canlı ve cansız bütün doğayı bir sömürü ve talan sahası olarak kodlayan Batılı kapitalist tüccarlar ve onların birer savaş makinası gibi çalışan devletleridir! Fernando Kortez’i büyük bir cömertlikle Meksika’da ağırlayan yerliler, Kortez’in kafasını uçurmadıkları için ne kadar suçluysa, Ortadoğu’ya ilk gelen Avrupalı misyoner ve diplomatların kafasını vurmayan Ortadoğulu da o denli suçludur!

 

Dağdaki Zaferin Masa ve Bahşiş Keseleriyle Yenilgiye Dönüşmesi…

Wilson Prensiplerinin hayata geçirilmesi ve azınlıkların statülerinin netleştirmek için (?) toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Kürdistan delegasyonunun katılımı bizzat Diyarbakır Valisi tarafından engellenirken, Kürtler adına kongreye katılanların büyük bir kısmı Jön Türk ideolojisinin taşıyıcısı olan İttihatçı Kürtlerden ve kurulan büyük tuzaktan haberi olan/olmayan Kürt aşiret reislerinden teşkil olmuştu. Kürdün tarihten düşürülmesi için hem içeride hem dışarıda diplomasi adı altında tarihin en kurnaz akrobatik hareketleri sergilenirken bu dramatik döngünün başka bir yerinde de Kurdi bir itiraz daha yükseliyordu: Qoçgirî… Kürt Teali Cemiyetiyle sıkı ilişkileri olan Haydar ve Alişan Bey, maslahatgüzar Elîşêrê Mûso ve isyanın arka planını inşa eden Nûrî Dersimî’nin başlattıkları isyan dalgası Dersim’e kadar uzanamıyor ve büyük bir kıyımla sonuçlanıyordu. Mustafa Kemal’in kurduğu Uzlaşım Komisyonu Dersim ve Qoçgirî bölgesinden onlarca ağayı meclise vekil olarak atayarak bahşiş kesesini ardına kadar açıyordu. Bu ağaların ‘irademiz büyük millet meclisidir’ şeklindeki resmi beyanatlarının bedeli, daha sonradan Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman öncülüğünde Qoçgirî bölgesinin yerle bir edilmesi ve meclise gelen ağaların büyük bir kısmının bu hatayı canları ile ödemesi olacaktı.

21 Kasım 1922 tarihinde Lozan’da İsmet Paşa 27 kişilik heyetiyle Türkleri temsil ederken, Kürt heyetini bizzat Mustafa Kemal tarafından atanan ve radikal bir İttihatçı olan Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel Bey temsil ediyordu. Zülfü Tigrel, Diyarbakır Mebusu Pirinçzade Fevzi Bey ile birlikte Ermeni Kırımındaki aktif rolünden dolayı İngilizler tarafından Mısır’daki Seydibeşir Kampı’na sürgün edilen Kürt asıllı bir Jön Türk’tü. Musul sorununu ele alan alt komisyonda İsmet Paşa ve Britanya temsilcisi Lord Curzon arasında geçen sert tartışmalarda Musul’daki en büyük etnik unsurun Kürtler olduğu kabul ediliyor ancak İsmet Paşa, oradaki Kürtlerin Türklerle etle tırnak gibi olduklarını savunurken Lord Curzon Kürtlerin Türkler’ den tamamıyla ayrı bir halk olduğunu ısrarla savunuyordu. 12 Aralık 1922 tarihli Meclis oturumunda İsmet Paşa, “Türkiye Büyük Millet Meclisinin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de meclisi olduğunu, Kürtlerin gerçek temsillerinin şu anda meclis çatısı altında olduğunu” söylüyordu. Lord Curzon, Musul Kürtlerinin Türklerin şemsiyesi altında yaşamak istemediğini ve Misak-i Milli’ye dâhil edilen Musul’dan tek bir vekilin bile mecliste olmadığını savunarak, Kürt illerinden getirilen vekillerin seçilmediğini, bizzat atandığını ve birçoğunun Türkçe bilmediği için mecliste tek bir kez konuşamadığını anılarında uzun uzun yazmıştır.

Türkiye Devleti’nden kopacak bir Kürdistan’ın Musul ve Kerkük’ü içine alan bir Kürdistan olacağını iyi bilen Mustafa Kemal, 6 Mart 1923 yılında gizli celse görüşmelerinde 63 Kürt milletvekilinin “Musul’suz bir Lozan’a” şiddetle karşı çıkmalarına karşı, acilen seçimleri yenilemiş ve Lozan Barış Görüşmeleri metnini bizzat kendisinin seçtiği yeni milletvekillerine imzalatmıştı. (TBMM GZC. S.181-183) Musul tamamıyla İngiliz denetimine girdikten sonra (Ağustos-1924) özerlik, Kürtler ve Kürdistan kelimeleri tamamıyla resmi konuşmalardan, tutanaklardan, gündelik dilden arındırıldı ve Sultan Sencer’in sekiz yüzyıl önce Kürdistan dediği yer haritalarda ‘Şark Vilayetleri’ olarak işaretlenip Kürt ve Kürdistan kelimeleri tamamıyla yasaklandı. Kürdistan ismi, en son 1930’da Cumhuriyet Gazetesinde, Ağrı Dağı’nın tepesine konulan bir mezarı gösteren o meşhur karikatürde çizildi: ‘Hayali Kürdistan Burada Meftundur!’

 

Kurdistan kimin yurdudur?

Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in kurduğu ve merkezi Hemedan’a yakın Bahar kenti olan Kürdistan Eyaleti’ne daha sonraları Kanuni Sultan Süleyman’ın 1525 ve 1553, I. Ahmet’in 1604 tarihli fermanlarında ‘Umum Kürdistan’ denilmişti. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın 1847 yılında kuruluşuna öncülük ettiği Kürdistan eyaleti dönemine ait iç yazışmalar Türk ulus devletinin kuruluşundan hemen daha sonra devletin resmi arşivinin kapalı bölümüne alınmış, Kürdistan ismi ise 1923’ten itibaren tamamıyla siyasal ve kamusal alandan ayıklanmıştır. Mustafa Kemal’in Kürt aşiret reislerine yazdığı mektuplarda Kürdistan dediği ve birinci mecliste Kürdistan’dan gelen vekillere bizzat ‘Kürdistan vekilleri’ denildiği meclis tutanaklarına defalarca düşmüştür. 1923’ten itibaren Vilayet-i Şarkiye, 1930’larda Şark, 1950’lerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve 1980’lerin sonlarından itibaren OHAL denilen yerin bugün zihinsel haritalardaki adı hala Kürdistan’dır!

Bütün bu iktidar ağları ve öznellikler içinde köylerin, şehirlerin, dağların, nehirlerin hatta ülke isimlerinin bile pürüzsüz bir Türklük tahayyülüne uygun bir şekilde yeniden isimlendirilmesi,  anti kolonyal lügat ile devletin resmi lügati arasında yaklaşık yüzyıldır süren bir anlamlar ve tanımlar savaşı yaratmıştır. Sömürgecinin çizdiği yapay haritayı duvardan indirip kendi haritasını esas almak, resmi tutanakların ve resmi tarih yazımının yerine kendi devrim külliyatını yazmak, resmi dil dayatmasına karşı kendi gramerini devrim düşüne eklemek, anti sömürgeci savaşın temel diskurları olmuştur. Yavaş yavaş etnik bir tanım olmaktan çıkıp politik bir vizyon imgesi ve siyasal bir direnç öznesine dönüşen Kürtlüğün, Kürt ve Kürdistan kelimeleri uğruna bu denli büyük bedelleri göze alışlarını salt iki kelime üzerinden yürüyen bir inatlaşma olarak değil, bu büyük kapatılma ve tarihten düşürülme şiddetine karşı kendi tarihselliği ve öznelliği içerisinde var olan ‘sahici ve meşru itirazı’ olarak görmedikçe ‘durumu anlamak’ mümkün değildir. Kürdistan ismine dair bu büyük inat ve karşı kurucu şiddeti, bugün o topraklarda yaşayan ve yaşamış olan bütün halkların ve inançların kendilerinden çalınanı ve gasp edilmiş olanı geri almasına dair ısrardır!                                                                                   

Kürdistan dediğimiz yer, sadece Kürtlerin değil, neredeyse bütün Ortadoğu halklarına ev ve bahçe yapmasını öğreten Urartu mirasçısı Ermeni ustaların, dünyanın en güzel fistan ve ‘şal û şapik’larını kendi dokuma tezgâhlarında ören Asuri kadınların ve her sabah güneşe dönüp verdiği nimetler için avuçlarını açan Êzidî yaşlıların evidir. Kürdistan salt bir halka ait olan bir ülke değil, bir toprak bütünlüğüne ve derin bir hafızaya gönderme yapar. Bu gün her tür farklılığa faşist bir bariyer ve inkâr duvarı ören milliyetçilerin iddia ettiği ‘Türkiye Türklerindir’ sloganı ne kadar tarihsel ve toplumsal gerçekliği olmayan iç boş bir faşist bir kurgu ise ‘Kürdistan yekpare bir Kürtlüğün yurdudur’ iddiası da bizi o denli milliyetçi bir körlüğün tuzağına çeker. Fanon’un dediği gibi, ‘Ne ulusal gururun toptan reddi, ne de kör bir kapanma sömürge için asla bir kurtuluş olmayacaktır…’

 

Kurdistan’ı Hatırlamak…

Tarihsel hakikat, delil gösterir; oysa belleğin ve hatıranın bunu ihtiyacı yoktur. Tarih kendi anlatısını, her biri birer noterlik makamı olan mahkeme ve akademilerde yazıya döküp resmileştirirken, direnenlerin belleği sokaklarda, dağ başlarında ve izbe odalarda yapılan illegal toplantılardan köklerini bu günün gayri resmi hatırlama eylemine doğru uzatır. Çünkü tarih, salt bir bilim değil bir hatırlama biçimidir; özellikle sömürgeler için. Çünkü sömürgenin varlığı gibi tarihi de tahrif edilmiş, sömürgeye dair bütün tarif ve tanımlar egemenin arzusundan türetilmiştir. Tam da bu eşikte durmaksızın göğe yükselen Benjamin’in tarihsel enkazına karşı, Qopo, Reşo, Ferzende, Zarîfe ve Egît, direnenlerin belleğinde, Ağrı, Tujik ve Çirav şahikalarından bir an bile aşağıya inmezler. Madunun melankolisi, Lenin’in dünyayı sarsan devrimini Stalin’in Gulag Trajedisine, partizanların bütün Avrupa kıtasına yayılan şanlı direnişini Holocaust’a, Haitili antikolonyalist devrimcilerinin inadını kölecilik tarihinin dramına hapsederek direnişi dışarıda bırakmaya fazlasıyla meyillidir. Madun, yıkımın yarattığı devrimci öfkeyi elbette canlı tutmak zorundadır; bunu yaparken madunun çoğunlukla direnişinden dolayı kıyıma uğradığını unutmadan! Koca bir direniş silsilesinin en tepesine yıkım ve yenilgiyi koyup direnişi görünmez kılmak, ruhumuzu iki ucu paslı bir bıçak gibi kanatan Mehmet Tunç’un haykırışını bile boğabilecek kudrete sahiptir! Bir devrimcinin son sözü ve vasiyeti olan ‘Biz burada direndik ve halkımız bizimle onur duysun’ haykırışı tarihi sadece kurban ile zalim dikotomisine sıkıştıranlara karşı bir itirazdır aynı zamanda. Geçmiş ve gelecek mütemadiyen imal ve icat edildikleri şimdiki zamanda kesişir ve diyaloğa geçerler. Dağlarda destanlar yazıp anlaşma masalarında ve resmi tutanaklarda kaybeden ve tarihten düşürülen bu kavmin bütün kahramanlarının bizim ve gelecek kuşakların kulağında durmadan fısıldadığı: ‘Sakın Ha!’ sözü gibi…

 



[i] Talihsizliğin Yüzyılı