RESMİ TUTANAK VE HARİTALARLA
TARİHTEN DÜŞÜRÜLE(MEY)EN ÜLKE: KURDİSTAN
‘İlk
önce uzun ve sivri mızraklarının ucuna astıkları sancaklarında fetih ayetleri
olan esmer çöl savaşçıları, onların hemen ardından bodur ve çevik atlarının
heybelerinde parlak uçlu okları ve tuzlanmış etleriyle çekik gözlü, geniş
alınlı Orta Asyalı ordular geldi. O mızrakların ucuna bir gün kellelerimizin
geçirileceğini ve heybelere gizlenmiş o okların bir gün bizim için çekileceğini
çok iyi biliyorduk. Onlarla yüzyıllar sürecek bir cenge tutuştuk; tufan gibi
üzerimize çöken bu amansız akınlarda başımız her sıkıştığında ait olduğumuz
yurtlarımıza çekildik: Dağlarımıza. Çekik gözlü olan, steplerin kuraklığını,
beyaz entarisi kandan kızıla dönen diğeri ise çölün renksizliğini taşıdı
bereketli topraklarımıza…’
Twentieh Century & 20. Yüzyıl & Sedsala
Bextreşiyê[i]
Kürtlerin kolektif belleğinde Sedsala Bextreşiyê
olarak tanımlanan Yirminci Yüzyılın özellikle başlarından itibaren
tahsildarlar, muhbirler, raporcular, muallimler, jandarmalar, kadastrocular,
Avrupalı oryantalist seyyah ve diplomatlar Kürdistan’ı boydan boya doldurmaya
başlamışlardı. Daha sonra resmi tarihe
‘yedi düvele karşı savaştık’ olarak kayda geçecek olan oyunun bir yerinde de
İsviçre’de yuvarlak masaların üzerine kurulu sömürge haritalarının etrafında,
ellerinde cetvel ve gönyelerle siyah smokinli beyler ve batının pozitivist
mekteplerinde faşizmin tedrisatından geçmiş Jön Türk asilzadeleri belirmeye
başladı. Zaten belirsiz sınırlardan oluşmuş haritalar yeniden çizildi; Qasr-ı
Şirin’de başlamış bölme işlemi dörde çıkarılarak dört devletin kutsiyetler
skalasının tepesine her biri soykırım çağrıcısı gibi duran birer bayrak, birer
milli marş ve hiçbir ortaklığı olmayan insanların ortak egosunu besleyecek olan
o yüce uluslar konuldu. Dört devletin bütün resmi binalarının ve okullarının
duvarlarına asılan yeni haritalarda önce bir ülke, sonra ülkenin içinde ve
üzerinde yaşanan bütün bir gerçeklik silinerek resmi tarihten ve kamusal
alandan düşürüldü!
Batılı emperyalistler bir taraftan uzun ve geniş
masalara serdikleri haritalar üzerinden koca bir topografyayı hiçbir tarihsel
ve kültürel sınırı hesaplamadan hoyratça bölüp parçalarken öbür taraftan da
birer taşıyıcı firma gibi örgütledikleri çiçeği burnunda işbirlikçi devletlere
bol miktarda ölüm kusan savaş uçakları, tren rayları, otomobiller, şapka,
pantolon, abajur ve ince topuk kunduralar, saniyede birkaç mermi sıkabilen
makinalılar ve bol miktarda stratejik akıl satıyorlardı. Bizzat
emperyalistlerin eliyle kurulmuş devletlerin, kendi kuruluş mottolarına
‘antiemperyalist’ bir retorik iliştirip tarihten düşürülmeye çalışılan
kavimlerin bu vahşete karşı geliştirdikleri her türlü başkaldırıyı ‘emperyalist
maşalarının nümayişi’ olarak lanse etmeleri aşağılık bir ironi olarak kendini
bu gün bile yeniden üretmektedir.
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı yıl, Pontus
Soykırımı başlamış, Kürdistan’ın güneyinde de dönemin Milletler Cemiyeti, özerk
bir Kürt yönetimi kurulması kararı almıştı. Daha sonra Türklere çiçeği burnunda
bir devlet armağan eden İngilizler bu kez Şêx Mehmûd Berzencî ile kanlı bir
savaşa tutuşacaktı. Şêx Mehmûd’un Süleymaniye’deki son direniş kalesi olan
Sûrdaş Dağlarını bombalayan İngiliz uçakları, 1930 yılında Türklerin genç
cumhuriyetine sattıkları uçakları ve kendi pilotlarıyla bu kez Ağrı Dağında
Biro Heskê Têlî ve İhsan Nuri komutasındaki Kürt Savaşçılara bombalar
yağdıracaktı. 1988 yılında Halepçe’yi
çöle çeviren kimyasal silahlar, Hollanda’dan yüklenip İskenderun Limanı
üzerinden tarihe Kürt Holocaust’u olarak geçen Enfal Katliamının mimarlarından
biri olan ve Bağdat’ın Adolf Eichmann’ı olan Kimyasal Ali’ye gönderilecekti.
Aynı Kimyasal Ali, yıllar sonra kimyasalı satan ülkelerin de içinde olduğu bir
koalisyon tarafından idam cezasına çarptırılacaktı. Tarihin en büyük Alevi Kürt
kırımlarından birini gerçekleştiren Yavuz’un ismi İtalyan-Türk ortak yapımı ve
Neo-Osmanlıcılığın yana yatırılmış fallik anıtı gibi duran devasa bir köprüye,
Dersim Soykırımında Alman savaş uçaklarından insanların üzerine bıraktığı
bombalar için ‘canım birkaç tonluk bombadan ne çıkar ki’ diyen Sabiha’nın ismi
yine uluslararası büyük bir havaalanına verildi. Ortadoğu başta olmak üzere
dünyanın balkonunda yer alan halkların son dört yüz yıldır yaşadıkları bu büyük
vahşetin bir sorumlusu periferideki devletlerin oligarşik yapıları ise bir
diğer büyük suçlu da canlı ve cansız bütün doğayı bir sömürü ve talan sahası
olarak kodlayan Batılı kapitalist tüccarlar ve onların birer savaş makinası
gibi çalışan devletleridir! Fernando Kortez’i büyük bir cömertlikle Meksika’da
ağırlayan yerliler, Kortez’in kafasını uçurmadıkları için ne kadar suçluysa,
Ortadoğu’ya ilk gelen Avrupalı misyoner ve diplomatların kafasını vurmayan
Ortadoğulu da o denli suçludur!
Dağdaki Zaferin Masa ve Bahşiş Keseleriyle Yenilgiye
Dönüşmesi…
Wilson Prensiplerinin hayata geçirilmesi ve
azınlıkların statülerinin netleştirmek için (?) toplanan Erzurum ve Sivas
Kongrelerinde Kürdistan delegasyonunun katılımı bizzat Diyarbakır Valisi
tarafından engellenirken, Kürtler adına kongreye katılanların büyük bir kısmı
Jön Türk ideolojisinin taşıyıcısı olan İttihatçı Kürtlerden ve kurulan büyük
tuzaktan haberi olan/olmayan Kürt aşiret reislerinden teşkil olmuştu. Kürdün
tarihten düşürülmesi için hem içeride hem dışarıda diplomasi adı altında
tarihin en kurnaz akrobatik hareketleri sergilenirken bu dramatik döngünün
başka bir yerinde de Kurdi bir itiraz daha yükseliyordu: Qoçgirî… Kürt Teali
Cemiyetiyle sıkı ilişkileri olan Haydar ve Alişan Bey, maslahatgüzar Elîşêrê
Mûso ve isyanın arka planını inşa eden Nûrî Dersimî’nin başlattıkları isyan
dalgası Dersim’e kadar uzanamıyor ve büyük bir kıyımla sonuçlanıyordu. Mustafa
Kemal’in kurduğu Uzlaşım Komisyonu Dersim ve Qoçgirî bölgesinden onlarca ağayı
meclise vekil olarak atayarak bahşiş kesesini ardına kadar açıyordu. Bu
ağaların ‘irademiz büyük millet meclisidir’ şeklindeki resmi beyanatlarının
bedeli, daha sonradan Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman öncülüğünde Qoçgirî
bölgesinin yerle bir edilmesi ve meclise gelen ağaların büyük bir kısmının bu
hatayı canları ile ödemesi olacaktı.
21 Kasım 1922 tarihinde Lozan’da İsmet Paşa 27
kişilik heyetiyle Türkleri temsil ederken, Kürt heyetini bizzat Mustafa Kemal
tarafından atanan ve radikal bir İttihatçı olan Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel Bey
temsil ediyordu. Zülfü Tigrel, Diyarbakır Mebusu Pirinçzade Fevzi Bey ile
birlikte Ermeni Kırımındaki aktif rolünden dolayı İngilizler tarafından
Mısır’daki Seydibeşir Kampı’na sürgün edilen Kürt asıllı bir Jön Türk’tü. Musul
sorununu ele alan alt komisyonda İsmet Paşa ve Britanya temsilcisi Lord Curzon
arasında geçen sert tartışmalarda Musul’daki en büyük etnik unsurun Kürtler
olduğu kabul ediliyor ancak İsmet Paşa, oradaki Kürtlerin Türklerle etle tırnak
gibi olduklarını savunurken Lord Curzon Kürtlerin Türkler’ den tamamıyla ayrı
bir halk olduğunu ısrarla savunuyordu. 12 Aralık 1922 tarihli Meclis oturumunda
İsmet Paşa, “Türkiye Büyük Millet Meclisinin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin
de meclisi olduğunu, Kürtlerin gerçek temsillerinin şu anda meclis çatısı
altında olduğunu” söylüyordu. Lord Curzon, Musul Kürtlerinin Türklerin
şemsiyesi altında yaşamak istemediğini ve Misak-i Milli’ye dâhil edilen
Musul’dan tek bir vekilin bile mecliste olmadığını savunarak, Kürt illerinden
getirilen vekillerin seçilmediğini, bizzat atandığını ve birçoğunun Türkçe
bilmediği için mecliste tek bir kez konuşamadığını anılarında uzun uzun
yazmıştır.
Türkiye Devleti’nden kopacak bir Kürdistan’ın Musul
ve Kerkük’ü içine alan bir Kürdistan olacağını iyi bilen Mustafa Kemal, 6 Mart
1923 yılında gizli celse görüşmelerinde 63 Kürt milletvekilinin “Musul’suz bir
Lozan’a” şiddetle karşı çıkmalarına karşı, acilen seçimleri yenilemiş ve Lozan
Barış Görüşmeleri metnini bizzat kendisinin seçtiği yeni milletvekillerine
imzalatmıştı. (TBMM GZC. S.181-183) Musul tamamıyla İngiliz denetimine
girdikten sonra (Ağustos-1924) özerlik, Kürtler ve Kürdistan kelimeleri tamamıyla
resmi konuşmalardan, tutanaklardan, gündelik dilden arındırıldı ve Sultan
Sencer’in sekiz yüzyıl önce Kürdistan dediği yer haritalarda ‘Şark Vilayetleri’
olarak işaretlenip Kürt ve Kürdistan kelimeleri tamamıyla yasaklandı. Kürdistan
ismi, en son 1930’da Cumhuriyet Gazetesinde, Ağrı Dağı’nın tepesine konulan bir
mezarı gösteren o meşhur karikatürde çizildi: ‘Hayali Kürdistan Burada
Meftundur!’
Kurdistan kimin yurdudur?
Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in kurduğu ve merkezi
Hemedan’a yakın Bahar kenti olan Kürdistan Eyaleti’ne daha sonraları Kanuni
Sultan Süleyman’ın 1525 ve 1553, I. Ahmet’in 1604 tarihli fermanlarında ‘Umum
Kürdistan’ denilmişti. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın 1847 yılında kuruluşuna
öncülük ettiği Kürdistan eyaleti dönemine ait iç yazışmalar Türk ulus
devletinin kuruluşundan hemen daha sonra devletin resmi arşivinin kapalı
bölümüne alınmış, Kürdistan ismi ise 1923’ten itibaren tamamıyla siyasal ve
kamusal alandan ayıklanmıştır. Mustafa Kemal’in Kürt aşiret reislerine yazdığı
mektuplarda Kürdistan dediği ve birinci mecliste Kürdistan’dan gelen vekillere
bizzat ‘Kürdistan vekilleri’ denildiği meclis tutanaklarına defalarca
düşmüştür. 1923’ten itibaren Vilayet-i Şarkiye, 1930’larda Şark, 1950’lerde
Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve 1980’lerin sonlarından itibaren OHAL denilen yerin
bugün zihinsel haritalardaki adı hala Kürdistan’dır!
Bütün bu iktidar ağları ve öznellikler içinde
köylerin, şehirlerin, dağların, nehirlerin hatta ülke isimlerinin bile pürüzsüz
bir Türklük tahayyülüne uygun bir şekilde yeniden isimlendirilmesi, anti kolonyal lügat ile devletin resmi lügati
arasında yaklaşık yüzyıldır süren bir anlamlar ve tanımlar savaşı yaratmıştır.
Sömürgecinin çizdiği yapay haritayı duvardan indirip kendi haritasını esas
almak, resmi tutanakların ve resmi tarih yazımının yerine kendi devrim
külliyatını yazmak, resmi dil dayatmasına karşı kendi gramerini devrim düşüne
eklemek, anti sömürgeci savaşın temel diskurları olmuştur. Yavaş yavaş etnik
bir tanım olmaktan çıkıp politik bir vizyon imgesi ve siyasal bir direnç
öznesine dönüşen Kürtlüğün, Kürt ve Kürdistan kelimeleri uğruna bu denli büyük
bedelleri göze alışlarını salt iki kelime üzerinden yürüyen bir inatlaşma
olarak değil, bu büyük kapatılma ve tarihten düşürülme şiddetine karşı kendi
tarihselliği ve öznelliği içerisinde var olan ‘sahici ve meşru itirazı’ olarak
görmedikçe ‘durumu anlamak’ mümkün değildir. Kürdistan ismine dair bu büyük
inat ve karşı kurucu şiddeti, bugün o topraklarda yaşayan ve yaşamış olan bütün
halkların ve inançların kendilerinden çalınanı ve gasp edilmiş olanı geri
almasına dair ısrardır!
Kürdistan dediğimiz yer, sadece Kürtlerin değil,
neredeyse bütün Ortadoğu halklarına ev ve bahçe yapmasını öğreten Urartu
mirasçısı Ermeni ustaların, dünyanın en güzel fistan ve ‘şal û şapik’larını
kendi dokuma tezgâhlarında ören Asuri kadınların ve her sabah güneşe dönüp
verdiği nimetler için avuçlarını açan Êzidî yaşlıların evidir. Kürdistan salt
bir halka ait olan bir ülke değil, bir toprak bütünlüğüne ve derin bir hafızaya
gönderme yapar. Bu gün her tür farklılığa faşist bir bariyer ve inkâr duvarı
ören milliyetçilerin iddia ettiği ‘Türkiye Türklerindir’ sloganı ne kadar
tarihsel ve toplumsal gerçekliği olmayan iç boş bir faşist bir kurgu ise
‘Kürdistan yekpare bir Kürtlüğün yurdudur’ iddiası da bizi o denli milliyetçi
bir körlüğün tuzağına çeker. Fanon’un dediği gibi, ‘Ne ulusal gururun toptan
reddi, ne de kör bir kapanma sömürge için asla bir kurtuluş olmayacaktır…’
Kurdistan’ı Hatırlamak…
Tarihsel hakikat, delil gösterir; oysa belleğin ve
hatıranın bunu ihtiyacı yoktur. Tarih kendi anlatısını, her biri birer noterlik
makamı olan mahkeme ve akademilerde yazıya döküp resmileştirirken, direnenlerin
belleği sokaklarda, dağ başlarında ve izbe odalarda yapılan illegal
toplantılardan köklerini bu günün gayri resmi hatırlama eylemine doğru uzatır.
Çünkü tarih, salt bir bilim değil bir hatırlama biçimidir; özellikle sömürgeler
için. Çünkü sömürgenin varlığı gibi tarihi de tahrif edilmiş, sömürgeye dair
bütün tarif ve tanımlar egemenin arzusundan türetilmiştir. Tam da bu eşikte
durmaksızın göğe yükselen Benjamin’in tarihsel enkazına karşı, Qopo, Reşo,
Ferzende, Zarîfe ve Egît, direnenlerin belleğinde, Ağrı, Tujik ve Çirav
şahikalarından bir an bile aşağıya inmezler. Madunun melankolisi, Lenin’in
dünyayı sarsan devrimini Stalin’in Gulag Trajedisine, partizanların bütün
Avrupa kıtasına yayılan şanlı direnişini Holocaust’a, Haitili antikolonyalist
devrimcilerinin inadını kölecilik tarihinin dramına hapsederek direnişi
dışarıda bırakmaya fazlasıyla meyillidir. Madun, yıkımın yarattığı devrimci
öfkeyi elbette canlı tutmak zorundadır; bunu yaparken madunun çoğunlukla
direnişinden dolayı kıyıma uğradığını unutmadan! Koca bir direniş silsilesinin
en tepesine yıkım ve yenilgiyi koyup direnişi görünmez kılmak, ruhumuzu iki ucu
paslı bir bıçak gibi kanatan Mehmet Tunç’un haykırışını bile boğabilecek
kudrete sahiptir! Bir devrimcinin son sözü ve vasiyeti olan ‘Biz burada
direndik ve halkımız bizimle onur duysun’ haykırışı tarihi sadece kurban ile
zalim dikotomisine sıkıştıranlara karşı bir itirazdır aynı zamanda. Geçmiş ve
gelecek mütemadiyen imal ve icat edildikleri şimdiki zamanda kesişir ve
diyaloğa geçerler. Dağlarda destanlar yazıp anlaşma masalarında ve resmi
tutanaklarda kaybeden ve tarihten düşürülen bu kavmin bütün kahramanlarının
bizim ve gelecek kuşakların kulağında durmadan fısıldadığı: ‘Sakın Ha!’ sözü
gibi…