İKİLİ
DEVLETİN BİYOPOLİTİKASI, İKİLİ HUKUK, CEZASIZLIK VE
‘YENİ
BİR YAŞAM’ İNŞASININ ZORUNLULUĞU
‘Devlette
iki şey vardır. Kudret ve şefkat. Teröristler kudretimizi test etmeye kalktı bu
kudreti gördüler. Şimdi şefkat zamanı…’
Ahmet Davutoğlu ‘Mart 2016 Silopi’
Ünlü
Prusyalı General Clausewitz’in ‘Savaş
siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir’ tezine karşı Foucault’un ‘Siyaset savaşın başka araçlarla
sürdürülmesidir’ itirazıyla başlayan siyasetin kapsadığı varoluşsal alan
tartışmalarına Agamben adeta bir ünlem işareti iliştirir ve şöyle der: ‘Egemenliğin olduğu her yer bir savaş
alanıdır!’
Tarihleri
boyunca klasik ve modern bütün iktidar yapılarının değişmez momenti olan savaş
ekonomisinin tam ortasında kalan Kürtler, bir taraftan ikili bir cendereye
benzeyen egemenlerin hukukuyla boğuşurken öbür taraftan evrenselleri kendine
kalkış noktası yaparak sömürgelerin ve madunların pozisyonunu görünmez kılan
bir tarih ve toplum yazımı ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu yazıda
Kürtlerin mevcut tarih ve toplum yazımındaki konumlanışlarından ziyade ikili
devletlerin ikili hukukları üzerinden nasıl biyopolitik bir sömürge alanına
dönüştürüldükleri, uygulanan düşman hukukuyla nasıl hem hukukun içinde hem de
dışında bırakıldıkları ve en nihayetinde Kürtlerin neden demokratik bir
toplumsal inşayı varoluşsal bir zorunluluk olarak tahayyül edip mücadele
dinamiklerini ‘verili olan’ değil, ‘alternatif olan’ üzerinden kurgulamak
zorunda kaldıkları üzerinde durulacaktır.
Kurdistan, modern ulus
devletlerin ve kapitalizmin bir işleyiş formuna dönüşen biyoiktidarın en çıplak
uygulama alanlarından birine dönüşmüştür. Kürtler bir taraftan egemen hukukun hem
içeren hem dıştalayan ikili yapısıyla mücadele ederken bir taraftan da kendi
hukuksal öz savunma sürecini yaratmanın mücadelesini vermektedirler. Egemen bir
hukukun belirsizlik alanına hapsedilmiş olmaktan ve verili hukukun
suçlulaştırılmış, aynı zamanda milli çeperin dışına düşen kırılgan öznesi
olmaktan kurtulmanın yollarından biri egemenlik tarzlarını devrimci bir tarzda
dönüştürmenin mücadelesini vermek, biri de tamamıyla söz konusu hukuksal
düzlemin dışına çıkıp kendi siyasal egemenlik alanını yaratabilmektir. Siyasi egemenliğin meşruluğu düşüncesi,
siyasetin içindeki savaşı, bilhassa ezen ile ezilen arasındaki savaşı gizlemek
için kullanılan pratik ve kurnazca bir aparattır. Çünkü bugün Kürtlerin mevcut
siyasal statüleri herhangi bir rıza ya da toplumsal sözleşme ile siyasal bir
egemenliğe bağlanmamıştır. Hatta tam tersinden bir okumayla egemen hukuk, Kürtlerin
hukuksal ve siyasal yaşamdan toptan tasfiyesi için ideolojik bir araçsallığa
dönüşmüştür.
Biyopolitik, bütün
hayatı güvenlik, toprak ve nüfus üçgeninde politik olarak stratejik bir savaş
alanına dönüştürürken diğer taraftan yaşamı politik olarak denetlemek, türler
arası farklılığı ve ırklar hiyerarşisini oluşturmak için hukuksal meşruluğu kendine
bir savunma kalkanı olarak inşa eder. Bu bağlamda, sömürgecilik ile faşizm
tarihini birbirinden bağımsız okumak artık mümkün değildir. İktidarı elinde
tutan ve hukuksal/siyasal normu belirleyen güç, bir ırkın diğer ırklara
üstünlüğünü söz konusu normun içine yerleştirir. Irkın biyolojik mirasına
tehdit oluşturan her türlü farklılık ayıklanarak pastörize ve hijyenik bir ırk
oluşturulur. Böylelikle savaş sadece egemen bir klik adına değil bir ırk adına
yürütülür! Öldürme eylemi bazen birini öldürmenin ötesine geçerek kurbanı ölümün
önüne atmak, ölme riskini arttırmak, ölümü pornografik bir teşhir imgesine
dönüştürmek, ölümün haysiyetini zedelemek için gerçekleştirilir. Cizre
Bodrumları, Ekin Wan, Taybet Ana ve Hacı Lokman Birlik’in öldürülme biçimleri
tam da bu vahşet tablosunun içine yerleştirilebilir. Faşizm bir taraftan ölümün
haysiyetini zedelemek için ‘leş’ tanımını dolaşıma sokarken öbür taraftan bütün
bu ölümlerle ilgili açılan davaların takipsizlikle sonuçlanması için ‘bağımsız
yargıyı’ yürüttüğü savaşın ideolojik bir aparatı haline getirir.
Kürtlere karşı gelişen
hukuksal şiddet o kadar normalize edilmiştir ki uygulanan yasal şiddetin meşruluğunun
yanında kurbanı da şiddetin suçlusu haline getirmek bir rutine dönüşmüştür. Şiddeti
tahrik eden, sınır ihlali yapanın bizzat suçlunun kendisi olduğu binlerce
örneğin başında bariz bir gasp ve el koyma eylemi olan kayyumluk uygulamalarına
karşı demokratik itiraz haklarını kullanan belediye eş başkanlarının onlarca
yıl hapis cezalarına çarptırılmalarıdır. Kürtlerin bütün güçlerinin siyaset
dışı bırakılmaları ile İngilizlerin faşist milletvekili Mackay’ın Romanlar için
söylediği ‘Onlar birer çöp ve gündelik
hayatı paylaştıkları benim saygın seçmenimle aynı insan haklarından
faydalanmayı hak etmiyorlar’ demesi arasında zerre kadar fark yoktur. İkili
ve düşman hukuku denilen diyalektik tam da burada devreye girer: Kürtleri temel
demokratik uygulamaların dışında tut ama öbür taraftan ceza yasalarına tabii
olmalarını sağla. İstisna olmaktan çıkıp kurala dönüşen bu uygulamalar,
özellikle son beş yılda güncel politikanın bir normu haline gelmiştir. Çıplak
hayat ve egemen iktidarın karşılıklı konumlanışları üzerine Kafka’nın ‘Yasanın
Önünde’ denilen kısa öyküsünde mahkemeye çağrılmış bir adam yasanın açık kapısının
önünde bekletilir. Yasa tarafından dışlanarak içlenmiş, içlenerek dışlanmış bu
adamın hapsedildiği bu belirsizlik mıntıkası devletin mahkemelerine düşmüş
yüzbinlerce Kürdün ve devrimcinin hikâyesiyle birebir örtüşmektedir.
Doğa durumunun
insanları kısa, kötü ve vahşi bir duruma mecbur bırakması sonucu devlet denen
canavarın zorunlu olarak ortaya çıktığını iddia eden Hobbes’e karşı Agamben,
bizzat egemenliğin kendisini bir şiddet biçiminde ortaya koyduğunu söyler. Roma
Hukuku’nda geçen bir figürü refere ederek ‘homo sacer’i teorisinin merkezine
alan Agamben, kutsal insanın belli bir suçtan dolayı toplumdan sürülmüş, herhangi
biri tarafından öldürülebilir ama dini bir kurban etme ritüelinde asla kurban
edilemez kişiyi betimlediğini söyler. Yakışıksız bir hayat sürmüş ve yakışıksız
biçimde ölmüş olan Homo Sacer’in Türk egemen tanımındaki karşılığı ‘leş’tir!
Hukuk onlar için uygulanamaz ama aynı zamanda onlar hukukun koruması
altındadır. Bu nedenle hem yasanın içinde hem de yasanın dışındadırlar.
Neyin istisna olup
neyin olmayacağına dolayısıyla yasanın uygulanıp uygulanmayacağına karar verenin
‘Egemen’ olduğunu iddia eden Schmitt’e karşı Benjamin, tartışmayı istisna
halinin artık bir kurala dönüştüğü noktasına çekmiştir. Buradan sözü devralan
Agamben, istisna halinin yasanın varlığı ile yokluğu arasındaki gizli ama asli
ilişkiyi tesis ettiğini, bunun bir boşluk olduğunu ve yasanın yokluğu
olasılığının mütemadiyen arttığını iddia etmiştir. Terörü asli odağı haline
getiren bir devlet bizzat teröristleşme tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Tam
da burada devletin bütün yasal ve yasal olmayan terörüne karşı tarihin en büyük
demokratik direnişlerinden birini ortaya koyan Kürtler, nefretin, terörün ve
yıkımın yol açtığı koşulların daha da büyümesini engellemek için olağanüstü bir
mücadele yürütmektedirler. Daha çok nefreti, terörü ve yıkımı göze alarak
üstelik…
Kaba bir tarih
belirlenecekse 20. yüzyılın başında kurulan dört ayrı ulus devletin hukuk ve
hukuk dışılığının belirsiz alanına mahkûm edilen Kürtler, Fraenkel’in tarif
ettiği ikili devlet hukukuna karşı tarihin en zorlu direnişlerinden ve
demokratik mücadelelerinden birini vermek zorunda kalmışlardır. Fraenkel’in
Nazi Almanya’sını merkeze alarak kuramsallaştırdığı ‘İkili Devlet’ modelinde devlet
ikili bir yapıdan teşkil olmuştur: Birincisi kendi ‘yasal meşruluk’ zeminini
yasalara ve kurallara bağlayan ‘norm devleti’ ve dönemsel gelişmeler ve keyfi
kararlarla ülke yöneten ve kendini bile var eden normlar silsilesini yok sayan
bir ‘önlem devleti.’ Söz konusu ikili yapı, yan yana var olabilir; bazı
alanların norm, bazılarının önlem devletinin hükmü altında olduğu bir iş bölümünden
de söz edilebilir. Dönem dönem bu iki alan birbirinin ayağına dolanabilir,
rekabete girişebilirler. Fakat en nihayetinde hangi zaman hangi yapının yüzünü
göstereceği asla belli değildir. Bu belirsizliği arttıran, yaşamın tümünü
güvencesizleştiren bu düzen, kudretin eninde sonunda önlem devletinin elinde
olduğunu bize gösterir. Abluka boyunca onlarca sivilin yaşamını yitirdiği ve
kentin büyük oranda yıkıldığı Silopi’ye 4 Mart 2016 tarihinde giden Ahmet
Davutoğlu’nun orada yaptığı konuşmada kullandığı şu cümle tam da son sözün
hangi devlet tarafından söylendiğinin net bir ifadesi olarak okunabilir: ‘Devlette iki şey vardır. Kudret ve şefkat.
Teröristler kudretimizi test etmeye kalktı bu kudreti gördüler. Şimdi şefkat
zamanı…’ Davutoğlu’nun geçtiği devlet tedrisatında, kutsal olan hayatından
vazgeçmeyi bile göze alabilen ve iktidarın politik bir özne olarak değil
kültürel ve politik bir atık olarak kurguladığı Kürt, egemen tarafından hayata
döndürülmek için öldürülebilir. Bu dehşetli hizaya getirme ediminin sonunda
devletin şefkati, o sinsi sırıtmasıyla sırasını beklemektedir çünkü!
Karll Schmitt,
egemenin hem hukuk düzeni içerisinde hem de dışında bulunuyor olmasının
kesinlikle fazlasıyla belirleyici bir durum olduğunu, egemen hukukun
geçerliliğini askıya alma konusunda yasal yetkiye sahip olanın kendisini
yasanın dışında tutmasının şu paradoksu ortaya çıkardığını aktarır: ‘Hukukun dışındaki egemen olarak ben, hiçbir
şeyin hukukun dışında olmadığını ilan ediyorum!’ Egemenlik sorunu, siyasal
düzen içerisinde iktidarı elinde bulunduran güçlere indirgendiğinde kurulu
siyasal düzenin kendi eşiği ve onu var eden diğer tüm dinamikler gözden
kaçırılır. Reel sosyalizm ve anti sömürgeci mücadeleler dâhil bütün dünya
devrimlerinin yolunda onları bekleyen ve gelinen bütün yolu geçersiz kılan
büyük bir mayınlı arazi karşımıza çıkar: Devlet Teorisi! Türkiye devletinin
‘sahada oyun kuran’ olarak tanımladığı ama özünde alt emperyal bir güce
dönüşmeye çalıştığı, olağanüstü bir rejimi olağana evirdiği, bütün
kurumsallıkları tasfiye edip Neo-Osmanlıcı fanteziyi ve onunu savaş ekonomisini
yaratmaya çalıştığı tarihin bu döneminde savaşın bir cephesi de hukuk üzerinden
yürütülmektedir. Kürtlerin verili siyasal egemenlik tarzına ve onun hukuksal
sistematiğine karşı alternatif bir yaşam arayışı tam da bu verili zemin
üzerinden meşruluk kazanmaktadır.
Güzide uygarlığın
merkezi demokrasilerinde bile insanların özgürlük ve mutlulukları bağımlılık ve
boyun eğişler sarmalına sıkıştırılmışken, çıplak hayatın, kampın ve istisna
hallerin olağan kurbanlar yarattığı bir tarihsel eşikte ‘demokrasiye en uzak
demokrasilerden’ biri olan Türkiye egemenlik sisteminin biyopolitik iktidar
alanını nasıl bir hoyratlık ve vahşet üzerinden kurguladığına hem retorik hem
de pratik süreçler üzerinden her gün şahit olmaktayız.
Agamben’in deyimiyle ‘Bugün siyaset, hayattan başka bir değer
tanımıyor; dolayısıyla hayattan başka bir değersizlik de tanımıyor. Bu gerçeğin
içerdiği çelişkiler yok edilmedikçe Nazizm ve faşizm hayatlarımızdan asla
çıkmayacaktır’
Kürtlerin demokrasi ve
adalet mücadelesinin en sert geçtiği mekanlardan biri de devletin yasal şiddet
mekanizmaları ve mahkemeleridir. Çünkü bu ülkede adalet bizzat yasalar eliyle
ilga edilir. Devletin topluma karşı işlediği suçlarda fail belirsizleştirilir,
fiilin kendisiyle orantısız cezalar verilir. Dönemsel gelişmelere bağlı olarak
yargılanan fail, bir dönem sonra iktidarın ortaklığına terfii edilir. Türkiye
hukukundaki cezasızlık politikası, yasayı keyfi yorumlama, devlet aklının
hükmettiği ideolojik yargı mekanizması, fiili hatalı nitelendirirken bile fiili
ve faili yasadan kaçırtıp suçu örtbas etme, zaman aşımında o suçu tarihsel bir
uzama hapsedip yok sayma gibi edimler Kürtlerin bu ülkenin demokrasisine ve
yargısına olan bütün inancını yok etmiştir. Devletin meşruluk krizi olarak
tevarüs eden bu tutum, Kürtlerin kendi alternatif kurumsallıklarını oluşturma
ve zıtlık üzerinden değil alternatif projeler üzerinden yeni bir yaşam
politikasını tahayyül etmelerini sağlamıştır. Üçüncü Yol, Demokratik
Cumhuriyet, Demokratik Ulus gibi teorik yaklaşımları aynı zamanda bir inşa
hareketi ve kendi praksisini yaratmaya çalışan bir zihinsel devrim ve tarihsel
bir zorunluluk ilkesi üzerinden okumak gerekir.
İttihat Terakki’den
başlayıp yakın tarihte özellikle 1980 Darbesinden sonra ve 1990’larda devlet
adına işlenen ağır suçları zamanaşımı üzerinde fiili bir cezasızlığa tabii
kılma pratiği, failler için cezasızlığı doğuran bir yargının adalet
karşısındaki direnci olarak tanımlayabiliriz.
Cezasızlığın fail için yarattığı ayrıcalıklı alan, şiddeti yeniden
üreten bir mekanizmaya dönüşerek suçların daha pervasız ve aleni işlenmesine
zemin hazırlamıştır. Son beş yılda parçalanmış cesetleri, kıyımları ve vahşet
tablolarını gözümüze sokan pornografik şiddettin bu denli artışı failin bu
konforlu ve korunaklı alana yaslanma rahatlığından da kaynaklanmaktadır. Faillerin
mütemadiyen işledikleri suçlar için dokunulmazlık zırhlarını bizzat yargının
kendisi üretmekte ve bu durum savaşın bütün aygıtlarıyla sürdürülebilir
kılınmasında işlevsel bir rol üstlenmektedir. Linç, pogrom, katliam, cinayet
şeklinde uzanan suçlar silsilesi, yargı tarafından zaman aşımı, haksız tahrik,
iyi hal indirimi, ceza erteleme, cezayı paraya dönüştürme, delil yetersizliği
ve zaman aşımı gibi stratejiler üzerinden inşa edilen bu mekanizma, yargı eliyle
yaratılan bir koruma olmanın da ötesine geçerek 2016 sonrası hukuki denetimden
muaf kılındı. İnşa edilen bu hukuksal mekanizma, daimî savaş mekaniğinin ve
egemen hukukun tarihteki en nadide iş birliği örneklerinden biridir. 2015-16
yıllarında Kurdistan kentlerinde bizzat kolluk eliyle işlenen yıkım, göç ve
toplu kıyımlarla ilgili açılan davalar meşru müdafaa, delil yetersizliği gibi
gerekçelerle takipsizlikle sonuçlandırıldı.
İkili devlet
mekaniğinde hangi devletin ne zaman devreye gireceğini daha çok koşullar
belirler ilkesi, kendini en çok 2015-16 Özyönetim Direnişleri ve 2016 Cemaat
Darbe Girişimi sonrası göstermiştir. Örneğin, askeri güçlerin kent
merkezlerinde operasyon düzenleme ve sokağa çıkma yasağı ilanı Anayasanın 15. maddesinin
belirlediği normatif çerçeve içerisinde usulüne uygun bir olağanüstü hâl veya
sıkıyönetim ilanı kapsamında mümkünken devlet tüm bu hukuksal çerçeveyi rafa
kaldırarak olağan bir dönemde bütün savaş tekniklerinin kullanıldığı istisna
bir rejim yarattı. Yürütmenin olağanüstü yetkilerle kendini donatıp Anayasayı
devre dışı bıraktığı bu uygulama, her tür yasal denetimden muaf, kural dışı,
kendini yasanın dışında ya da üstünde sayan yeni bir kontra dinamiğini devreye
soktu. 10 ilçe ve 1 il merkezinde tarihin en ağır insanlık suçlarından birine
imza atan devlet, yasaklar sona erdikten sonra 6722 sayılı Kanun ile olağanüstü
hali, olağan dönemde de yürürlükte tutabileceği bir düzenleme yaparak Sur’un
belli mahallelerinde 2015 Aralık ayından beri hala devam eden tarihin en uzun
süreli sokağa çıkma yasağını uyguladı. Yapılan yasal düzenleme ile vatanın ve
ulusun bekasını esas alan terörle mücadelede devlet adına işlenen her türlü
suçun yargılanması neredeyse imkânsız hale getirildi. Bütün askeri güçleri
harekete geçirme yetkisinin Reisicumhura devredildiği yeni düzenlemede terörle mücadele
kapsamında işlenen suçlar ile ilgili asker ve sivil kişiler hakkında soruşturma
izni alınıncaya kadar gözaltı ve tutuklamanın önü kesildi. Bireysel olarak
işlenen suçlarda bile failin değil bizzat devletin yargılanacağı ilkesi
getirilerek failin bedeni devletin çelikten bedeninin içine alınarak koruma
altına alındı. Suçun somutluğunu
belirsiz ve soyut bir düzlemin içine alarak suçluyu yargıdan kaçıran bu
mekanizma suçlunun yargı önünde hesap vermesini olanaksızlaştırarak yargının
göreli özerkliğini de tamamıyla ortada kaldırdı. Olağan yargı rejimini
olağanüstüleştirme şeklinde betimlenen bu uygulamada devlet, teröre karşı
savaşta süngüyü ileriye doğru uzattıkça hukuku geri çeker ve kendi meşruluğunun
kaynağı olarak gördüğü yasallığı gri ve belirsiz bir alana hapseder. Agamben bu
istisna halinin sadece totaliter rejimlerin değil demokratik rejimlerin de
normaline dönüştüğünü iddia ederek yeni bir egemenlik sistemine dönüştüğünü
söyler. Özellikle cezasızlık mekanizması, siyasi iktidarın düşmanlara karşı verdiği
savaşta olağanüstü halin yeniden üretebilmesi için sonsuz bir savaş stratejisinin
meşruluğuna hizmet için son derece kullanışlı bir aparat işlevi görür.
Kısacası hem geçmişte
hem de gelecekte işlenme ihtimali yüksek suçların hukuk eliyle aklanması,
devlet şiddetinin süreklileştirilmesine hizmet etmenin yanında kalıcı bir
istisna halinin yaratılmasına zemin yaratır. Mağdur için bütün adalet
mekanizmalarının devre dışı kalması, mağdurun her türlü saldırı ve imhaya açık
bir çıplak hayata (homo sacer) dönüşmesini sağlar. 2007 yılında kolluk
güçlerine öldürme yetkisinin kapılarını aralayan 5681 No’lu yasa, Gezi Direnişi
sonrası uygulamaya konan İç Güvenlik Paketi, 2016 yılında yayınlanan 667 ve 668
No’lu KHK’ların her biri cezasızlığı yeniden üreten ve temel yasalar kadar
kalıcı ve güçlü kararnameler olup her biri birer Düşman Hukuku ve Yurttaşın
Düşmanlaştırılmasına dönük birer hukuk vesikası olarak tarihe geçmiştir.
Kurulduğu günden beri
yapısal bir bütünlük oluşturamayan ve yüz yıllık tarihine üç askeri, bir post
modern ve iki de darbe girişiminin yanında, onlarca sıkıyönetim dönemi, ıslahat
fermanı ve olağanüstü haller sığdıran devletin tarihinde olağan dönemler
parmakla sayılacak kadar azdır. Toplumu kendisi gibi yapay bir icat olarak
kurgulayan devlet, toplumu korku, endişe ve panik üçlüsü sayesinde sosyal bir
imalat nesnesine dönüştürmüştür. Hikmet Acun’un deyimiyle, ‘Eksiklik hissi ve kurgusal bir ideolojik harçla karılan Türklük
ideolojisini siyasal tarihinin içine yerleştiren, tüm toplumsal tahayyüllere
bizzat şekil veren, kendini zıtlıklar üzerinden tanımlayan, uzlaşımsızlık ve
olumsuzlama üzerinden kendini her türlü müzakereye kapatan itaati, erkekliği ve
yekpare bir düzeni, uyum, ahenk ve simetri mekaniğine oturtmaya çalışan bir
devlet aklından’
Kuşkusuz ne
Fraenkel’in İkili Devlet kuramı ne de Agamben’in Biyopolitik İktidar
çözümlemelerini bugün Türkiye’de yaşanan gerçekliğe indirgemeci bir tarzda
giydirmek analitik olarak bizi bir dizi yanlışlarla yüz yüze getirecektir. Fakat
bu kuramsallıklar, bu topraklarda olan bitenin biraz daha görünür olmasını
sağlayan birer projektör görevi görebilirler. Totaliter rejimlerin kodlarını
çözmek için biyoiktidar ile egemenliğin bağını çözümlemeye çalışan Agamben
batılı anlamdaki bütün politikaların en başından beri biyopolitik olduğunu,
modern iktidarların yaşam ile siyaset arasındaki dinamik bir özdeşlikten teşkil
olduğunu iddia eder. Türkiye devleti gibi kökleri kan ve toprak esasına dayanan
bütün iktidarların Anayasalarında devletin nitelikleri açıklanırken ilk başta
demokratik çerçeveler çizilir ve tüm bu demokratik teamüller, başlangıçta
belirtilen ‘değişmez temel ilkelere’ göre son derece kırılgan hale getirilir.
Özetle, resmî ideolojik kurgudaki tekçilik ve yekparelik ethos’u temel amaç,
hukuk, insan hakları ve demokrasi tüm bu amaçlara hizmet eden araçlar konumuna
yerleştirilir. Günümüzde aşınan ve
aşındıkça daha çok terk edilen ulus devlet formasyonunu ısrarla sürdüren, 82 Anayasası’nın
bile gerisine düşebilen bir hukuksuzluk düzleminde ülkenin bütün seküler ve
muhafazakâr faşist öbeklerini ve küresel güçlerle birlikte bir iktidar bloğu
yaratan devlet, tek adam rejimi altında yeni bir ittihatçı rejim inşa etmiştir.
Anayasanın girişinde
yer alan ‘Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden
eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanacağı, bu haklara doğuştan sahip
olduğu’ ifadesi, insan hakları bütün evrensel bağlamından koparılarak
millileştirilmiştir. Üstelik kimlerin o milli çepere dâhil olup olmadığı da
yargı süreçlerinde yargının verdiği kararlardan bariz olarak ortaya
çıkmaktadır. Bununla birlikte söz konusu ilke ‘evrensel insan hakları’
anlayışına değil, sınırları bu Anayasada çizilen insan hakları anlayışına
dayandırılarak üstüne de şu eklenir: Türkçeden başka dillerde eğitim yapılması
yasaktır! Anayasanın neredeyse her maddesi, ‘devlet için birey’ esası üzerinden
şekillenir; toplum güvende yaşamak istiyorsa devlete iradesini teslim etmelidir
ve devletin sınırlarını çizdiği bir özgürlük ve demokrasi ile yetinmek
zorundadır.
Mitlerin, ayinlerin,
sembollerin ve ideolojik kurgusallıkların cumhuriyetinde kutsiyetler skalasının
en tepesine toplumun ve bireyin bütün haklarını korumakla görevli bir
tanrısallık yerleştirilir: Yüce Türk Devleti! Tanrısal mükemmellik ve
ulaşılmazlığın uzamına yerleştirilen devlet elbette tebaanın hukukunun nerede
başlayıp nerede bittiğine karar veren ilahi kelamın da mutlak sahibidir. Benjamin’in
deyimiyle tanrıların akıl sır ermeyen ve önceden kestirilemeyen hiddeti, bütün
ölümlüleri tanısal bir şiddetin potansiyel hedefleri olarak tehdit eder ve
onları birer suçlu özne konumunda bekletir. Bu hiddet insanların hem bu gününe
hem de yarınına hükmeden tanrısal bir yazgı olarak kabul ettirilir. Hukuk bu
noktada kasten kendini muğlaklaştırarak ve şiddetinin sınırlarını
belirsizleştirerek kendini bir kader olarak inşa eder. Hukuk muğlaklaştıkça ve
öngörülemez oldukça daha çok tanrısal bir güce erişir. ‘Türkiye’de
şu an yaşanmakta olan hukuksuzluklar, hukukun askıya alınması olarak görünse de
aslında, insanların yaşamlarının hukukun araçları yoluyla giderek artan bir
kontrolüdür.’
AKP’nin iktidara
geldiği ilk dönemlerde tedbir devletiyle sürtüşmeye giren ve ona ayak direyen
mahkemeler varken süreç ilerledikçe bu sürtüşme azalarak norm devletinin tedbir
devletine tamamıyla adapte olduğu ve gittikçe onun tamamlayıcısı olduğu bir
aynılaşma yaşandı. Basit bir analoji kuracak olursak Nazilerin iktidara
yürüyüşünde bir manivela görevi gören Weimar Anayasası ne ise AKP’nin özellikle
2016 sonrası iktidarına geniş yetkiler tanıyan olağanüstü hâl rejimi neredeyse
aynıdır. Fraenkel, bütün totaliter ve faşist rejimlerde ikili devletin sonsuza
kadar sürmediğini, belli bir noktadan sonra tekleşerek bir diktatörlük rejimine
dönüştüklerini belirtir. Bataille’nin deyimiyle ‘öldürme yasağını çiğneme
gücünü elinde bulunduran egemen’ devletin ateşten kutsiyetine dokunup elini
hemen geri çeken AKP, anayasa değişikliklerinde devleti tanımlayan ibarelere en
fazla formel birkaç düzenleme yaparak kutsal devlet ibaresi yerine yüce devlet
ibaresini getirebilmiştir. Fakat aynı partinin başkanı İstanbul İl Kongresi’ndeki
konuşmasında aynen şunu demiştir: “Bizim başarımızın sırrı iki kelimede yatar:
Sadakat ve Teslimiyet”
İstiklal
Mahkemeleriyle başlayıp Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri,
Özel Yetkili Mahkemeler, Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlara Bakan Mahkemelerle
uzayıp giden bu Özel Mahkemeler Silsilesi,
cumhuriyet rejiminin mütemadiyen bir olağanüstü hal rejimi üzerinden kendini
inşa ettiğinin göstergeleridir. Bugün ise hukuk devletinin yasalara dayanma
prensibi yerini kararname devletinin geçici ve bazen de kalıcı hükümlerinin
sürekliliğine bırakmıştır. Olağanüstü hâl geniş bir zamansallığa yayılarak
bütün mekânsallığı kuşatmış kendi meşruluğunu dayandırdığı yasallığını terk
ederek istisna rejimini kalıcılaştırmıştır. Kuruluş felsefesi ve kurucu ideolojik kodlarının
geçmişte ve bugün yaşanan bütün yapısal problemlerin bizzat kaynağı olan Türk
siyasal egemenliği ve onun hukuksal sisteminden tutarlılık, demokratik bir eşitlikçi
yapı ve yaklaşım beklemek hayalî bir iyimserlikten başka bir şey değildir. Çünkü
tüm bu düşman hukuku ve gayri hukukî nizam, bizzat kendini mevcut hukuk
üzerinden yeniden üretmektedir. Bu bağlamda yeni bir hukuksal tanımlama ile
yeni bir egemenlik tanımı birbirine sıkıca bağlı momentlerdir. Her iki momentin
yeniden tanımlandığı bir anayasal değişimi esas alan radikal bir talep ve bu
talebi karşılayacak bir duruş ve direniş gerçekliği oluşmadan Kürtler için
tarihin hangi eşiği olursa olsun, dönemsel egemen kim olursa olsun istisna hali
asla değişmeyecektir. İlk başta değişmesi gereken şey Türklük ve Türklüğe
yüklenen bütün hukuksal egemenliğin yeni bir toplumsal gerçeklik tanımı üzerinden
yapı sökümüne uğratılmasıdır. Bu tarz bir radikal değişim ancak radikal
demokratik bir mücadele perspektifi ile mümkündür. Kürt siyasal öncülerinin bu
gün Demokratik Ulus olarak kuramsallaştırdığı yeni yaşam politikası mevcut
hukuksal egemenlik biçiminin de radikal bir dönüşümünü esas almaktadır. Kürt
meselesinin barışçıl ve demokratik çözümünün ilk durağı, tüm toplumsal
kesimlerin uzlaşısına dayalı yeni bir demokratik anayasal uzlaşmanın bizzat
kendisidir. Demokratik Ulus meselesini yeni bir politik, ahlaksal, hukuksal ve
kültürel yaşam tahayyülünün inşa mücadelesi olarak görmediğimiz süre içerisinde
söz konusu hukuksal belirsizlik alanının içinde ‘hukuksal statüsü belirsiz’
birer Homo Sacer olarak kalmaya devam edeceğiz.
Kaynakça:
Acun, H. (2020). Komun
Dergi.
Agamben, G. (2013).
Kutsal İnsan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Düşmanı Yargılamak.
(2020). Schmitt'e Karşı Freankel. Ankara: Zoe Yayınları.
Ernst Fraenkel, İkili
Devlet (2020) İstanbul: İletişim Yayınları
Agamben, İstisna Hali
(2006) İstanbul: Otonom Yayıncılık
Ayrıntı Dergi, (Yaz
2020) İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder