27 Aralık 2011

Popper ve Gelecek Mutlu Yarınların İflası

‘Yirminci yüzyılın şu son çeyreğinde yaşanan her şey, bizim ne kadar başarısız, kör ve korkak olduğumuzun bir kanıtıdır. Bu olaylar bize, içinde yaşadığımız yüzyılın bize öğrettiklerini öğrenmemizdeki isteksizliğimizi gösteriyor; biz savaşı, savaşla önledik. Evet, tarihselciliğe karşı çıkıyorum. Zira, tarih yaşanmıştır ve öncede kalmıştır. Bundan sonra olacakları tahmin etmek ve bazı şeyleri bir kahin edasıyla değiştirmek imkansızdır. Yapabileceğimiz en iyi şey yaşadığımız zamanda olabilecek en iyi şeyleri yapmak ve her şeyin daha iyi olmasını sağlamaktır.'   [Karl Popper]

Dostoyevski’den sonra neden roman yazılmadığı, bütün dünyayı yerinden oynatabilecek yada dünyayı şekillendirmeye muktedir teorilerin artık neden bırakın dünyayı, lokal düzeyde bile bir şeyleri değiştirmeye yetmeyecek kadar cılız ve güçsüz oldukları sorusunun cevabı sanırım Popper’in iflasını ilan ettiği tarihselci düşüncede gizlidir. Tarihin hiçbir kesitinde hiçbir düşünce, modernizm kadar insanları kendi zamanlarının ötesinde bir yerde durmaya zorlamadı. Herkes geleceğin idolü olmak için bu günü es geçip geleceği okumaya çalıştı. Sanatın, edebiyatın ve yaratıcı düşüncenin iflasını sağlayan tarihselciliktir.’ Hegel’den beri sıkıcı bir ezbere dönüşen felsefe, ütopyacı madrabazların elinde tam bir paçavraya dönmüştür. Dünyayı büyük ve güçlü bilimsel teorilerle hizaya getirmeye çalışan, keyfi arzuların kontrolünü büyük başarılar olarak kaydeden modern çağ bilimi, Adorno’nun ‘tümüyle aydınlatılmış bir dünya sadece felaketin ışıklarını saçar’ gerçeğini hiçbir zaman görmek istemedi. İnsan doğasının ve böylelikle evrenin bütün sırlarının yakın bir gelecekte çözülebileceği müjdesini verenler bilimin objektifliğini ve dolayısıyla bilimin kendisini öldürmek zorundadırlar. Bilim, düşüncenin serbest rekabetine, yani özgürlüğe dayanır. Demokratik özgürlük, bambaşka olabilme ve komşusu gibi olmama özgürlüğüdür. Çoğunluğa katılmama ve kendi yoluna gidebilme hürriyetidir. İnsan haklarının değil, insan kafalarının eşitlenmeye çalışıldığı bir bilim bütüncül bir kontrol sayesinde ilerlemenin sonunu hazırlayacaktır. İnsanların büyük bir hümanist projenin etrafında kenetlenmeleri için yapılan bir çağrı bile ne kadar kusursuz olursa olsun bütün rakip ahlaki görüşleri ve düşünceleri terk etmeye bir çağrıdır. Bu, düpedüz totalitarizmdir.

Popper kadar doğrunun hiçbir yere yaltaklanma gereği duymayan devrimci bir erdem olduğunu ayan beyan ortaya koyan kaç düşünür vardır sizce? Kendini doğrulamaya çalışan her doğru, günün birinde yanlışlanacağını da unutmamalı ve bu tevazuyu göstermeli noktasında direnç göstermiştir. Felsefenin derinlikli sularında yüzmek isteyenlerin yanlarına mutlaka almaları gereken şeyin özgürlük, sorumluluk ve yalnızlaşma cesareti olduğunu söylerken günün birinde göbekli ve ağızlarından Havana Purosu eksilmeyen liberal patronların değirmenine su taşıyacağı tehlikesini de görmüştü Popper. Belki de o yüzden totaliter ve baskıcı rejimlerin yanı sıra teknik ve etik düzeyde sıkı bir demokrasi ve liberalizm eleştirisi de sunmuştur.

Değişimin peygamberleri değişimden en çok korkanlardır. Bunun en somut göstergeleri kökenleri tarihin ilk dönemlerine dayanmasına rağmen aydınlanma felsefesiyle birlikte dinamik bir yükseliş gösteren ve kendini tarihin en devrimci anlayışlarından biri olarak takdim eden tarihselcilik yaklaşımında görülebilir. Oysa en az mitoloji kadar eski ve kocamış bir yaklaşım olan tarihselciliğin kendini devrimci bir cüretkârlıkla sunmuş olması büyük bir tutuculuktur. ‘Devrim gerçekleştiği ana kadar devrimcidir’ tezinden hareketle Popper, spekülatif metafiziğin en eski problemlerinden biri olan değişim probleminin aslında Heraklitt’ ten beri varolduğunu ama modern düşüncenin bunu her defasında yeniymiş gibi sunmasının bir nevi bilimsel sahtekarlık olduğunu bu durumun da modern bir bilim mitolojisi yarattığını söyler. Popper’a göre ‘değişmeyen bir dünyayı değiştirmek için değişmez kanunlar koymak zihinsel bir tatmin olayıdır ve fazlasıyla sahteliktir.’

Popper daha gençlik yıllarında hemen hemen herkesin uç bir felsefik ideolojiye sarıldığı bir dönemde pozitivizme ilk büyük reddiye sayılabilecek o meşhur kitabını yayınladı: Logik Der Foschung. Kitabında ‘bir hipotezi mutlak olarak doğrulamaya çalışmak, mutlak bir imkansızlık durumudur. Bilimsel metod, hipotezlerin doğrulanmasına değil yanlışlanmasına dayanıyorsa doğrudur. Bir doğru yanlışlanana kadar doğrudur; bunu hepimiz kabul ediyoruz. Bir doğruluk iddiasını doğrulamak zordur ama yanlışlamak için tek bir örnek bile yeterlidir. Zira bizler, bir şeyi ispat etmek için bütün durumların ve örneklerin desteğine ihtiyaç duyarken aynı şeyi yanlışlamak için söz konusu iddiaya ters düşen birkaç örnek bile iddiamızı tuz buz etmeye yetebilir.’ Popper’ın gözünden hiçbir zaman kaçmayan başka bir durum vardı. Bu durumun aslında bilimsel bir kurnazlıktan türediğini söylemedi hiçbir zaman. Ona göre önemli olan kuramın yanlışlanmaya açık biçimde formüle edilmesiydi. Fakat diğer bütün kuram sahiplerinin (Marx’ın diyalektik materyalizmi, Freud’un psikanalitik kuramı vs) hangi koşullar altında kuramlarından vazgeçebileceklerine dair en ufak bir açıklamalarının bile olmayışı Popper’ı haklı çıkarmaya yetiyordu. Doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar ona göre bilimsel olmayan kuramlardı. Popper, hangi kuram olursa olsun belli koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; oysa asıl bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas alması gerektiğini savunuyordu. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. . Poper’ in düşünce hayatında Felsefik haylazlığın patlamış ilk bombası bu oldu.

Hayatı boyunca durmadan totalitarizme meydan okuyan bu adam, Platon’un propaganda tekniklerini ve toplumsal adaletsizliği kutsayan ve sonradan sadece insanların kanı ve kemiği üzerine kurulan büyük imparatorluklara ilham kaynağı olmuş o büyük devlet kuramını, Hegel’ in kutsal devlet ve kutsal ırka dayanmış ve sonralarında tarihin en büyük toplumsal psikozlarından biri olan Alman faşizmine ilham kaynağı olmuş devlet felsefesini, Marks’ın toplumsal dinamizmi durduran, toplumsal renkliliği boğan, Stalin tarzı devrimci canavarlar yaratan, bürokratik ve baskıcı devrim teorilerine karşı durdu. Yani Poper’a göre toplum, jakoben bir tarzda, tepeden inmeci bir takım devrim ve reformlarla değil, sürece yayılmış ve parça parça ilerleyen bir takım düzenlemelerle yaşanılabilir bir hale getirilebilirdi.

Alman faşizminin palazlanmaya başladığı dönemlerde faşizme yaltaklanmayı red edip sıcak, güvenli ve iyi döşenmiş akademi odalarda homurdanarak gelen faşizmi susarak izleyen ya da ona methiyeler düzen akademisyen dostlarını da bırakıp Yeni Zelanda’ ya gitti. Daha sonra İngiltere’ye geçip 1969 yılına kadar mantık ve bilim metodolojisi üzerine dersler verdi.

Bilim metodolojisinde büyük çığırlar açan Popper, Avrupa’yı tam bir deliler arenasına çeviren, kökenlerini aydınlanmacı felsefeden ve pozitivist metodolojiden alan siyaset ve tarih felsefelerini eleştirmeye başladı. Ona göre totalitarizme karşı durmak, entelektüel ahlakın olmazsa olmaz koşullarından biriydi. En büyük eserlerinden biri olan Açık Toplum Ve Düşmanları kitabında doğrusal, tek yönde ilerleyen ve birçok aşamayı sırasıyla geçtiği varsayılan tarihselci anlayışı red etti. Amaçlı tarih fikrine meydan okuması demek, sadece Avrupa’yı değil neredeyse tüm dünya entellektüelizmini beslemiş olan Ploton, Comte, Marks ve Hegel dörtlüsüne savaş ilan etmesi demekti. Ona göre söz konusu dörtlünün düşünce tarihine katkıları yadsınamazda ama en büyük günahları totalitarizmin filozofları olmalarıydı. Marksizmi sahte bir bilim olarak nitelendiren Popper, Batı tipi liberal demokrasinin de sıkı dokunmuş bir eleştirisini oluşturmuştu. Ona göre demokrasi, diğer baskıcı rejimlere nazaran kötünün iyisiydi. Buna rağmen çok da iyi değildi. ‘Kesilmiş kafaları ve hapishanelere doldurulmuş insanları saymaktansa sandığa atılan oyları sayarak toplumu değiştirmek daha insani bir tavırdır’ diyordu. Hatta bir yazısında Popper, baskıcı ve hizaya getirmeci her sistemin kendisinde nasıl zihinsel ve etik bir alerji yarattığını şöyle anlatır: ‘Marksizmi red etmeme rağmen yıllarca sosyalist olarak kaldım. Eğer sosyalizm, bireysel özgürlüklerle kaynaşabilseydi hala sosyalist olabilirdim bu gün. Çünkü siyasal ve sosyal açıdan herkesin eşit olduğu bir toplumda gösterişsiz, sade ve özgür bir yaşam herkesin isteyebileceği türden bir yaşamdır. Fakat bunun sadece güzel bir hayal olduğunu kavramam uzun sürmedi. Yani özgürlüğün eşitlikten daha önemli olduğunu, eşitliği gerçekleştirme girişimlerinin özgürlüğü tehlikeye düşürdüğünü ve özgürlüğün yitirilmesi halinde özgür olmayanlar arasında bile eşitliği sağlamanın mümkün olmayacağını çok geç fark ettim.’

Popper, aslında insanların zihinsel dünyalarında totaliter ve hizaya getirmeci tavırları baz alındığında birbirine çok benzeyen komünizm ve faşizme fazlasıyla yoğunlaşmanın demokrasinin ve liberalizmin günahlarını görmemizi engellediğini söyler. Almanya da Hitler demokratik bir seçimle ( hem de %90 gibi bir oranla) iktidara gelmişti. Dünyanın demokrasi beşiği denilen ülkelerinin sömürgelerini terk ederken arkalarında bıraktıkları şey hep aynıydı: milyonlarca insan ölüsü ve sömürge ülkenin tamamıyla kurutulmuş kaynakları. Churchill, ‘daha kötü olan diğer tüm yönetim biçimlerini saymazsak, demokrasi en kötü yönetim tarzıdır. Demokrasinin iyi olan hiçbir tarafı yoktur aslında; iyi olan birkaç özelliği de dışarıdan gelmiştir. Demokrasi tiranlıktan ve diktatörlükten kaçınma biçimidir; hepsi bu. Fakat en kötüsü, demokrasi, demokrasiye inanmayan bir zalimi bile iktidara getirebilir.’ Popper’a göre, demokrasi sorgulanırken sorulması gereken en önemli soru, ‘kimin yöneteceği değil, nasıl yöneteceği’ sorusu olmalı. ‘öyleyse demokrasiler sadece egemenliğin halkın elinde olduğu yönetimler değildir, her şeyin ötesinde, kendilerini diktatörlüğe karşı savunmak üzere donatılmış kurumlardır. Bu kurumlar, gücün tek bir merkezde toplanmasını engel olmakla birlikte, devletin gücünü de sınırlandırmaya çalışırlar. Bu anlamda esas olan, demokrasinin, haklara ve görevlere saygı göstermeyen, sürdürdüğü politikanın yanlış olduğuna inandığımız bir hükümetten kan dökmeden kurtulma yollarını açmasıdır. O yüzden demokrasi, özgürlük ve eşitlik getirir paradigması sadece iyimser bir sayıklamadır ’

Popper, özgürlük ve devlet paradoksunu açıklarken, devletin gücünü kötüye kullanmasını engellemek için özgürlüğe ihtiyacımız vardır; lakin özgürlüğümüzü kötüye kullanmamamız için devlete ihtiyacımız vardır. Bir ülkede bu dengeyi sağlamakla görevlendirilmiş ve iyi çalışan anayasa mahkemelerinden çok toplumsal bir iyi niyete ihtiyacımız olduğunu söyler. Bu noktada, Hobbes, Marks ya da Hegel’in pederşahi, korumacı, bürokratik ve totaliter devlet anlayışlarına eleştirel yaklaşan Popper, bürokratik rejimlerde inisiyatif sahası en düşük bürokratın bile mini bir iktidar odağı olduğunu, her şeyleri devlet tarafından karşılanan toplumların aşağılanmış ve asalaklaştırılmış toplumlar olduğunu, halka karşı cömert ve yardımsever bir hükümetin en büyük despotluk olduğunu söyleyen İ. Kant ile paralellik gösterir. Tarihin en büyük liberal kuramcılarından olan Humboldt ve Stuart Mill’ in ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ anlayışıyla şekillenmiş ekonomik ve siyasal liberalizm anlayışlarının da bireye sınırsız bir serbestlik sahası verip devleti alabildiğince küçülten anlayışlarının da yanlış olduğunu söyler Popper. Verdiği şu muhteşem öykü bunun en somut örneğidir aslında: ‘ bir Amerikan vatandaşı, başka birinin burnuna yumruk atmakla suçlanır. Savunmasını yaparken, özgür bir vatandaş olarak yumruklarını istediği yöne hareket ettirme özgürlüğüne sahip olduğunu ileri sürer. Yargıç, yumruklarınızı özgürce hareket ettirme özgürlüğünüzün de bir sınırı vardır ve bu sınır, zaman zaman değişebilir. Ama aynı toplumda, birlikte yaşadığınız kişilerin burunları, her zaman bu sınırların dışında kalır.’

Popper, hayatı boyunca eleştirinin, değişimin, empatinin, anlayışın, olgunluğun ve toplumsal iyi niyetin felsefesini yapmıştır. Yarına dair tek bir cümle sarf etmeden. Mutlu ve özgür yarınların teorik alt yapılarını oluşturmadan ve tarihin farklı yönlerde akıp giden koordinatlarının iyimser ya da kötümser bütün ütopyaları yanlışlayabileceği ihtimalini göz ardı etmeden yapmıştır tüm bunları. ‘Bizler geleceğin doymuş ve eşitlenmiş toplumsal cennetini yaratmaya çalışırken insanların bu gününü tam bir cehenneme çevirdik’ diyen Bolşevik bir binbaşının sözlerini doğrular gibi yapmıştır tüm bunları. Sivil bürokrasinin minimize edilmesinin özgürlük sahalarını genişleteceğini söylerken, askeri bürokrasinin evrensel barış beklentilerini yerle bir ettiği konusunda insanları uyarmıştır. Yazdıklarıyla ve yaptıklarıyla daha insanca ve hiçbir rengin egemen olmadığı demokratik bir olgunluk kültürüyle bir arada yaşamanın bütün toplumsal ve kültürel olanaklarını yaratmaya çalışmıştır. Entelektüel onuru koruma adına bütün bedellerin verilebilir olduğunu her koşulda tekrar etmiş, insanın görevinin doğruyu ama sadece yanlışlanabilir doğruyu söylemek zorunda olduğunu söyleyip, Ortega Gasset, Adorno, Marcuse, W. Benjamin gibi bunun bedelini sürgün ve savrulmayla ödemiş bir modern derviştir Popper.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder