24 Eylül 2012


KÜRT AYDINININ KOLONYALİST BİG BROTHER İLE RİTMİ BOZUK TANGOSU 


Dokunulmamış bakir Kürdistan, Nişantaşı'ndan bu tarafa geçmeye tenezzül buyurmayan Kürt romancının roman malzemesi için iç sömürge haline gelir. Kürdün romanını yazdıysam Kürdün politik güçlerine hakaret ya da iftira atabilirim pervasızlığı ve şımarıklığı burada devreye girer.




"Bugün bu topraklarda Apiah'ın deyimiyle Batı eğitiminden geçmiş, dünya kapitalizminin kültürel meta ticaretine çevre ülkelerde aracılık işlevi gören küçük bir yazar ve düşünce grubu akil adamlar listesine girmiştir. Komisyoncu entelektüeller güruhu! Sarf ettikleri kelam ne kadar değersiz ise sesleri o denli gür çıkıyor!" 
                                                  D. Shayegan & Yaralı Bilinç

Shayegan'ın tanımına büyük oranda uyan ve akil adamlar listesine çoktan terfi etmiş olan stüdyo fetişisti Kürt aydın tipi, kendini Türkiye medyasına ve kamuoyuna çoğunlukla doğulu küçük kardeş imajı ile sunar. Büyük kardeş, bunları kendi izleyici kitlesine şöyle tanıtır: Bakın! Kürtlerin içinde ne kadar aklıselim kardeşlerimiz var; bütün Kürtler aynı düşünmüyor ki! Oysa bu aydın türü aydın olmanın asgari ölçütlerinin hiçbirini taşımaz; en azından ahlaki olarak. Agamben'in deyimiyle postkolonyal dönemin entelektüeli bir ötekilik makinesi gibi çalışır. Temel rolü başkalık imalatında çalışmaktır. Kürtlüğün kıyısında konumlanıp kendini ötekinin daha ötekisi ya da iki tarafın da mağduru olarak kodlamak ve seçkinci kurnazlığın bütün akrobatik hareketlerini ustalıkla yapabilmek en üstün meziyetler listesinin başında gelir. Orhan Miroğlu'nun 'Diyarbakır Cezaevinde dünyanın işkencesini çektim; Musa Anter cinayetinde onca kurşun yedim; gel gör ki bugün Kürtler tarafından da aforoz edilmiş bulunmaktayım' söylemi bunun en bariz göstergesidir. Biraz mağduriyet, masumiyetin kışkırtıcılığını iyi bilen birkaç gözyaşı ve gerçeği dillendirdikçe daha çok yalnızlaşırsınız retoriği, önünüze altın tepsilerde sunulacak bir erk ve iktidar ziyafeti açabilir; tabii ki Çankaya Meclisi'nin yolunu da. Halbuki gözyaşı, ekranlardan değil herhangi bir kayıp annesinin göğsüne yaslanıp akıtılsa insanı en çok insan yapan ağlama eylemi işte o zaman ritüel olmaktan çıkıp sahici ve gerçek olacaktır. 

Kürdün romanını kim yazar?
Kürtlerin günümüzdeki kültürel ve politik direnişten sağladığı üretiminin yanında Kürtlüğün kendi varlığını muhafaza etmesini sağlayan onca gelenek (dengbêjler, Kürdistan'ın yazılmamış tarihi, kilamlar, sözlü anlatılar, folklorik zenginlik vs.) postkolonyal romancının kasvetli ve safını şaşırmış vizyonuna bir panzehir gibi gelir. Dokunulmamış bakir Kürdistan, Nişantaşı'ndan bu tarafa geçmeye tenezzül buyurmayan Kürt romancının roman malzemesi için iç sömürge haline gelir. Kürdün romanını yazdıysam Kürdün politik güçlerine hakaret ya da iftira atabilirim pervasızlığı ve şımarıklığı burada devreye girer. Yeter ki bir kırmızı koltuk, birkaç kamera, bir gıdım reyting olsun; yeter. Bugün, bu dramatik durum kişiler üzerinden ilerleyen bir durumdan çok tarihsel ve sosyolojik bir duruma dönüşmüştür. Devleti ali'nin bahşiş kesesinden sunduğu Karttan Kurttan Sesler Korosu olan TRT 6'ine balıklama atlayan sevgili aydın ve yazarlarımızın durumu gibi. TRT 6 bir tuzaktır diye kendilerini uyaran insanları, Kürtlüğün onay mercii siz değilsiniz diye tersleyenlerin hayal kırıklığının son noktası, 'keşke Kürt doğmasaydım' şeklinde ete kemiğe bürünen Rojîn pişmanlığıdır. Geçmişler ola...

'Stüdyo aydınları'nın söz etmedikleri
Eagleton, postkolonyal söylemi eleştirirken, postkolonyal söylemin kendi anlatısında kültürel farklılık vurgusunu durmadan dillendirirken ekonomik sömürü ile ilgili neredeyse hiçbir şey konuşmadığını söyler.  Kürtlerin kültürel zenginliğini ayyuka çıkarmaya bayılan sevgili stüdyo aydınımız, Kürdistan'ın petrolünden ve madeninden asla söz etmez. Batman'da ilk petrol bulunduğunda sırf orada ulusal ve kültürel bir aydınlanma başlamasın diye Siteler semtinin nasıl devlet tarafından Batman'dan izole edildiğini ve bütün teknik personelin nasıl batıdan getirildiği konusunu çok tehlikeli bulur! 1920'li yıllarda Diyarbakır'ın yıllık toplam ekonomik üretiminin Türkiye il sıralamasının ilk beşine girdiğini söylemeyi de sevmez! Ekonomik olarak merkeze bağımlı kılınmış olan Kürt illerinde Cumhuriyet'le birlikte milletvekillerinin önce ağalardan, sonra şeyhlerden, şimdi de komprador müteahhitlerden seçildiğini de söylemez! Sınıf okuması tehlikelidir; lakin Van depreminde kimlerin zengin olup kimlerin cezaevlerine doldurulduğuna dokunduğu anda sistemin merkezine giden bütün yolların kapanacağını çok iyi bilir. Batılı entelektüellerin teori yarıştırma dediği oyun tarzı bu ülkede aşık atma oyununa dönüşmüştür. Marka isimlerden oluşan bu stüdyo aydınları, Kürtlerle ilgili kim daha çok şey biliyor yarışması düzenlemeye bayılırlar. 

"İktidarın önlerine altın tepsilerde sunduğu her türlü zehiri büyük bir iştahla mideye indiren insanlar, sadece iktidarın değil, aynı zamanda acemiliğin, körlüğün, basiretsizliğin ve köksüzlüğün tuzağına da düşerler."

Uzun bir zamandır bu ülkede strateji uzmanları, devlet sosyologları ve akil adamlar, Kürdü Kürde acındırmanın, hatta Kürdü kendi kendine acındırmanın incelikli yöntemlerini gündelik dile eklemek için insan üstü bir çaba göstermektedirler. Kürdün yoksulluğunu ve yoksunluğunu abartılı bir drama bulayarak vıcık vıcık bir samimiyetsizlikle pazara sun; sorun ekonomiktir ısrarını diri tut; sonuçlarını bekle ve gör stratejisidir bu. Söz konusu algıyı stüdyoya çağırdığın şivesi bozuk birkaç Kürt aydınına da onaylattır; gerisi iyilik sağlık. Sosyal medyada konfor şovenistleri tarafından istilacı, çirkin insanlar ve Türklüğün hijyenik mayasını bozan Kürtler, bir taraftan aşağılanırken Kürdistan illerinin bütçeden aldıkları payın diğer birçok ilden fazla olduğuna dair yapılan ezber bozucu ısrarlı vurgu sayesinde Kürde ne yaparsan yap Kürt nankördür mesajı anında Batı yakasında kalan herkese akmaya başlar! Tam o sırada stüdyo aydını AKP bu sorunu çözecekti; süreci Kürtler kesintiye uğrattı; diye tuhaf sesler çıkarmaya başlar; bu berbat tiyatral gösteri böylece sürer gider.

Xweşmêr ile qeşmerler
Bir şekilde diasporaya savrulmuş, cezaevlerinde eza ile hizaya getirilmeye çalışılmış ve başlarına gelebilecek her şeye rağmen bu halkın yanında durabilen aydınların dışındaki klasik Kürt aydın tipi Bahdînan'da ironik bir yiğitlik vurgusu olan xweşmêr (yiğit) ile özdeşleşmiştir. Kitlenin algısında kendini yiğit olarak kodlatıp sıkıştığı anda yüksek manevra kabiliyeti gösteren bu tarz insanların dünyasında xweşmêr (yiğit) ile  qeşmer (puşt) sürekli yer değiştirir! Her an kendine güvenenleri satabilecek bir kurnazlığı yedeğinde tutan bir yiğitliktir bu. 1990'ların ideolojik söylemi ve felsefik kavrayışından lirik ve mitolojik kurgulara geçiş ile birlikte devrimci parti kültürüne sokağın dili bulaştı; bu dilin bana uygun olmadığını anladım; harekete soğudum ve koptum diyebilecek kadar entelektüel zarafeti ve artistliği elden bırakmayan seçkinci bir aydın tipidir bu! Dağın ardına bakarken dağın önünü bile göremeyen bir politik miyopluk ile işe kalkışanlara Nietzsche'nin çekiç dediği felsefesi cevap verir: 'Dağlarda olanların içinde kimsenin göremediği daha büyük dağlar vardır...'

Efendilik ve kölelik diyalektiği
Hegel, efendilik ve kölelik diyalektiğini ortaya attığında insanın içinde iki kişilik olduğunu, bunlardan birinin efendi diğerinin köle olduğunu söylemişti. Hegel'e göre otorite, farklılıkları kabul eder; fakat kendi kabul ve ret ölçülerini ortaya koymadan yapamaz bunu. Özgürlük istemi ile bazen özgürlükten vazgeçişi bile göze alabilen otorite kalkarsa parçalanırız korkusu, ortada nur topu gibi gergin ve bölünmüş bir bilinç bırakır. Halbuki bir otorite sizden ne kadar uzaksa o denli korku ve huşu uyandırmasına rağmen size yakınlaştığı oranda onun güçsüzlüğünü görürsünüz. O yüzden otorite ile yüzyüze geldiğinizde, otoritenin sahte sevgisi karşısında eğilip bükülmek ve kendi mağduriyetini bir kalkan olarak kullanmak insanı Mehmet Metiner ya da Ümit Fırat çizgisine kadar çekebilir! O yüzden bugün Kürtler egemenin sahte sevgisine karşı çıkarak, onun gibi olmayı ret ederek özerkleşmek istiyoruz diye bas bas bağırıyorlar!

Ezilenlerin iki cephesi
Ezilenlerin yaşam kültüründe keder, şüphe, mutsuz bir bilinç, bazen bir trajediyi bile rasyonalize etme gibi zihinsel kalıpların olması evrensel bir hakikattir. İşte bu noktada ezilenler iki ayrı cephede konumlanırlar: Birinci cephe, içinde zerre kadar samimiyet ve sevgi olmayan bir otoritenin aşkıyla yanıp tutuşan, hatta bu aşk uğruna bazen geçmişinin toptan bir reddiyesini sürekli gündemleştiren, aşırı idealize edilmiş bir sıradanlığın hüküm sürdüğü insanların cephesidir. Diğer cephede ise yok olmayı bile göze alabilecek bir özerklik ve özgürlük istenciyle yaşayan, otoriteyi en iyi kavramanın yegane yolunun ondan kopmak olduğunu iyi bilen insanların cephesi. Birinci cephenin en bariz özelliği otoriteyi, otoriteye biat etme yoluyla öğrenmiş olmalarıdır. İkinci cephe ise otoriteyi, otoriteden koparak kavramıştır. Birinci cephedeki insanlar yüce otoritenin yaptıklarını yapmayın, etmeyin geçiştirmesiyle yumuşatır; hesap sormadan ve bir isyan duygusu geliştirmeden yani maskelenmiş bir otorite karşıtlığı ile yaparlar bunu. İkinci cephe ise tasfiye yoluyla ve otoriteye açık bir devrimci tavır alarak kendini ortaya koyar. İkince cephede duran insanlar tıpkı Pir Sultan'ın Hızır Paşa'yatarih seni yazsa bile benim sayemde yazacak derler! G. Peri'nin kurşuna dizilmeden önce 'az sonra masmavi şarkılar söyleyen yarınların şarkısını sizlere mırıldanacağım' demesi gibi gülerek ölüme giderler! Bugün, stüdyo aydınları Kürtlüğe dair bütün malumat heybelerini bir çerçî (Kürdistan'da eşek ve katır sırtında gezen seyyar satıcılar) gibi oraya buraya pazarlamaya devam ede dursun, Kürtler kendi hainlerinin isimlerini bile ağızlarına almadan binlerce çocuğuna kendi kahramanlarının isimlerini vererek çerçîlere benim adıma konuşma diye öfkeleniyorlarsa bu topraklarda adanmışlığın ve özgürlüğün tedrisatını yazanların ruhu huzura eriyor demektir!