3 Haziran 2014

Yurtseverlik, Başkalaşım ve Milliyetçilik







"Şehrin sokaklarını, meydanlarını ve okul duvarlarını her gördüğümüzde, orada yazan 'vatan' ve 'İtalya' sözcükleri artık midemizi bulandırıyordu. Çünkü onların önüne faşist sıfatı eklenmişti ve aslında orada savunduğumuz ülke, cadde ve meydanlarımızdı; sevdiklerimiz, çocukluğumuz ve oradan geçen tüm insanlar… Bütün o tanımadığımız insanların sevgisi ve bilinmeyen bir geleceğin hayal meyal uzaktan gelen sezgileri uğruna, yıkım, yokluk, dayanışma ve parıltı içerisinde, her birimiz kendisini ve hayatını kaybetmeye hazırdı."

                                                                                                     Natalia Ginzburg


İnsanlığın 'ülke' ve 'kavim' diyalektiğinin hastalıklı durağı olan milliyetçilik, yurtseverliğin çalınmış, çarpıtılmış ve başkalaşmış dilidir. Modern zamanlarda yurtseverliğin, milliyetçiliğin ve faşizmin ana malzemesini teşkil eden 'ülke' ve 'kavim' kurgusu devrimcilerin elinde özgürleşmenin ve devrimin silahına dönüşürken, milliyetçiliğin ve faşizmin elinde ise 'birlik ve bütünlük' hatta 'soykırım meşruluğunun' silahına dönüşmüştür. Yurtseverliğin meşru direniş masumiyeti ve yarattığı kavramlar dizgesi, milliyetçiliğin kışkırtıcı doğasını sürekli besleyen devasa bir repertuara dönüşmüştür. Milliyetçilik, çoğu zaman cinnet haline dönüşen hastalıklı durumuna sevimlilik efektleri eklemek ve kitleler nezdinde meşruluk zemini kazanmak için 'çıplak faşizmine' yurtseverlik ismini koymuştur.

Yurtseverliğin de, milliyetçiliğin de dilinde aşk ve bağlanma vardır; ikisi de temel malzemesini kolektif dayanışmanın temeli olan halktan almasına rağmen milliyetçinin halkı, milletidir; halk onun tasavvur dünyasında belirsizdir, dağınıktır ve çoğunlukla yekvücut milletinin çoğunlukla güven vermeyen uzuvlarıdır.

Vatan toprağı kavramı Paris Komünü'nde "bir dostluk ve dayanışma ilişkisi" iken Hitler Almanyası'nda "yüce Alman ruhunun" coğrafik tezahürüne, Turancı faşizmde ise "yüce Türklük dünyasının savaşçı ve erkek faziletlerine" dönüşür. Yurtseverliğin belki de en büyük tarihsel trajedisi, milliyetin ve vatanın yüceliği ve kusursuzluğuna sürekli göndermeler yapan zengin faşist retoriğe karşı kendine ait bütünlüklü bir dilinin hiçbir zaman ortaya çıkmamış olmasıdır. Çünkü faşizmin rasyonel dilinde "ulus", "vatan", "ordu" dışında kalan her şey teferruat iken, yurtseverin dili binlerce hatıradan oluşan zengin, renkli, dağınık, binlerce birbirine zıt ya da çelişik durumun yer aldığı bir coğrafya ve kültür atlası gibidir.

Milliyetçinin birliğe ve bütünlüğe sürekli çağrılar yapan saldırgan diline karşı yurtsever, yurdun içinde haksızlığa uğramış herkesi içine alan savunmacı bir dil kullanır. Milliyetçinin dili alabildiğince rasyonel ve hesaplamacı iken yurtseverin dili daha lirik ve daha tutkuludur. Modern milliyetçiliğin sevgisi ülke sınırının bittiği yerde biter; yurtseverlik bu sınırlarda milliyetçilik tarafından pusuya düşürülüp o sınıra sıkıştıkça, uğruna savaştığı özgürlüğün dili biraz daha çorak ve biraz daha kekeme kalmıştır.

Yurtsever, katı ahlaki buyruklar ve ayetler indirmeye gerek duymaz. Çünkü ülkeye karşı duyduğu sevgisi ve o sevginin yarattığı ahlak, öz olarak ülkeye bir nevi borçlanmışlık halidir. Bu borç aynı zamanda yaşamındaki bütün amaçlara ve görevlere özel bir biçim ve içerik kazandıran ahlaki bir tutuma dönüşmüştür. Yurtsever, milliyetçinin koşulsuz bağlanma ilişkisine karşı, 'Adaletsizlik ve eşitsizlik ortadan kalkıncaya kadar bu ülkeyi sevmekte tereddüt etme hakkım saklıdır' şeklinde bir şerh koyma hakkını her zaman saklı tutar. Buna rağmen yüzünde ve bakışında halkına ve ülkesine borçlanmış bir insanın mahcubiyetini ve tamamlanmamışlığını asla gizleyemez; tarihin içinde 'halk' ve 'ülke' için insanın kanını donduran ağır bedeller ödeyerek ilerlemiş olmasına rağmen...

Yurtseverlik, insanın başka bir insana duyduğu nazik sevgiyi ve hassasiyeti bir sanata dönüştürürken, milliyetçilik canavarca bir şehveti, hastalıklı bir aşırılığı ve bencilce bir ihtirası büyütür içinde. O yüzden aziz vatanı, yüce milleti ve kahraman ırkı kendi şişkin ve obez egosuna yedekleyen kravatlı ve takım elbiseli milliyetçiliğin tam karşısında, ölüm oruçlarında düşen ve "Mezar taşıma 'halkına borçlu öldü' yazın" diye yoldaşlarına salık veren tevazunun ve adanmışlığın devrimcileri vardır.

Milliyetçinin dilinde koşulsuz bir sadakat ve dışlayıcı bir bağlanma hâkim ton iken, yurtseverin dilinden sevgiyi merkeze alan bir cömertliğin tınısı yükselir. Milliyetini yücelttikçe yücelten milliyetçinin megaloman ve kibirli sesi çoğu kez yurtseverin sesindeki tevazu ve naifliği "revizyonist bir kaçışa" da yorumlar. Oysa yurtseverin bütün revizyonizmi, bizzat kendi tarihsel korkularından beslenmektedir. Kurtuluş şiarıyla başlayıp tekçi iktidarlaşmaya dönüşen bir ülke ve halk sevgisinin ülkeyi ve dünyayı nasıl bir cehenneme çevirebileceğine dair yurtseverin belleği binlerce korkutucu örnekle doludur.

Milliyetçinin ülke aşkı dışlayıcıdır; sağırdır! Kendini anlatırken herkesi dışarıda tutar; başkasını anlatırken bile aslında kendini anlatır. Konuşurken o kadar çok bağırır ki kendi söylediklerini bile anlayamaz! Kendi milli kültürü, hem yabancının kültürel ve politik istilası hem de kendi halkının zaafları ve yozluğu yüzünden sürekli tehdit altında kalan yegane hazinesidir. Buna karşın yurtseverin ülke aşkı daha ölçülü ve daha makuldur. Direniş anılarına vakur bir gülümsemeyle bakarken, iktidarların onun ülkesinde halkları birbirine boğazlattığı anılar, onu utandırır. Bu, belki de yurtseverin sevgisinin en ayrıksı özelliğidir. Onun sevgisi, içinde mutlak kabul ve saldırganca bir bağlanmayı barındıran milliyetçinin hastalıklı "vatan aşkına" karşı aynı zamanda bir panzehir görevi görür.

Ülkesi için kanını akıtmaya hazır ama aynı zamanda başka kültürlerin ve kavimlerin hak ve özgürlüklerini reddeden kültürlü yurttaş örneklerinin yarattığı milliyetçi histerinin tarihte binlerce şaheseri mevcuttur! Yerkürede, insanların vatanlarına karşı hissettikleri şey, sevgiden ziyade çoğunlukla hastalıklı bir bağlanma ilişkisine dönüşmüştür. Bu duygunun adı ne olursa olsun, o duyguya biçim veren temel şeylerden biri de kendine az gelmenin, kendine yetememenin yarattığı hınç dolu bir aşağılık kompeksidir. Milliyetçi retorik, yoksulların, işsizlerin, kafası karışık entelektüellerin ve orta sınıfın aşağılanmış ve zedelenmiş benliğinin imdadına koşar ve o parçalanmış benliklerin yerine şanlı bir milletin ferdi olmanın yarattığı bütünlüklü bir kolektif gururu ve onuru ikame eder.

Bu ülkenin tarihi boyunca birkaç devrimci entelektüelin dışında milliyetçiliğe göğüs germeye muktedir bir sol yurtseverlik gelişememiştir. Çünkü devrimci sol, milliyetçilikle onun kendi sahasında mücadele etmekten kaçmış, yıllarca kendi mahallesinin girişlerinde durup "kahrolsun faşizm" diye bağırmıştır. Kimliğe karşı bir cevabı olmuştur olmasına ama cevap ya kaba genellemeci bir mantık ve üstten bakışçı bir tavırla ya da sürekli bir ertelenmişlikle, kimlik sorununu devrimden sonraya bırakmıştır. O yüzden bu ülkede kızılın rengine boyanabilecek yoksul mahalleler, bugün yeşil ve beyaz hilallerin rengine boyanmıştır.

Yurtseverliğin görevi, rasyonel ve ahlaklı bireylerin ne yapması gerektiğini dayatmaktan çok, özgürlüğe bağlanmış insanların tutku ve özlemlerini, baskı ve ayrımcılığın ateşli ve rasyonel holiganlarına karşı daha güçlü kılmaktır. Paris Komünü'nde, Madrid Direnişi'nde, Sierra Dağları'nda ve bugün Rojava'da direnenlerin rasyonel dünyaya yapılan gereksiz akınlardan vazgeçip tutkular dünyasına bağlanmaları ve o muazzam tutkuyu tutarlı bir retorik ve eylem yoluyla şekillendirmeye çalışmaları bundandır. O direnişçiler, büyük bir tevazunun eşlik ettiği ve milliyetçi kibrin izine rastlanılmayan bir dostluk ülkesinde aynı sofraya oturan halklar için komünal bir ev düşü inşa ettiler ve ediyorlar. Bununla birlikte belagat ve lirizmle süslenmiş güçlü, keskin ama asla küstah olmayan bir dil yarattılar.

Yurtseverliğin de milliyetçiliğin de heybesinde en çok bulunan şey hatıralardır. O hatıralar, her iki taraf için de geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki döngüde sürekli ilham kaynağı veren sağlam bir nostaljik kale işlevi görür. Bu değerli anılar, milliyetçinin belleğinde "ulu vatan" ve "ulu millet"e ait olmanın yarattığı milli bir kibri büyütürken, yurtseverin belleğinde "özgürlük" ve "sevginin" ötesine düşen bütün kutsiyet savaşlarını çoğunlukla geçersiz kılar. O yüzden tarih kitapları, kışlalar, anne-babalar ve öğretmenler, Deleuze'ün "siyasi tutsaklar" dediği çocuklara milli gururu değil özgürlük aşkını besleyen hikayeler anlatmadıkları için faşizm, yurtseverliği soluksuz bırakmıştır bu ülkede.

Milliyetçi, eşitlenmemiş insanların yaşadığı ülkesinde, "Bir ve güçlü olmalıyız" diye başlayan emirler manzumesini sıralarken, özgürlükçü yurtsever, "sevgi ve adalet" ilişkisiyle kurulmamış bir ülkeyi kendi hapishanesi gibi görür. Mazinni o yüzden, "Yabancının olduğu ülke, ülke değildir" demişti. Yurtseverin "birlikten dayanışma çıkar" ilkesi, milliyetçiliğin zehirlediği bir vatanda "birlikten faşizm çıkar" diyalektiğine dönüşür.

Ülke, sadece sınırlarında gümrük kapıları ve mayın tarlaları olan bir toprak parçası değildir; o toprak parçasının zihinde bıraktığı anlam ya da o anlamın izdüşümüdür. Yurtseverlik, doğası gereği politik ve ahlaksal hayal kırıklıklarına yatkındır; çünkü onun uğruna savaştığı, toprak değil, o toprağın üzerinde yaşanmış olan ve yaşanacak olan her şeydir. O yüzden sonradan haksızlığın, adaletsizliğin ve ayrımcılığın topraklarına dönüşen ülkelerde, "özgürlük" için toprağa düşen ve büyük acılar çeken devrimcilerin yurt özlemi biraz da yurtsuz oluşlarındandır.

Ülkeleri kuran yurtseverlerin direniş anıları çoğunlukla, "ulusal ruhun biricikliğine" ve kendi dışındaki herkesi etnik bir atık ve pisliğin içinde yüzen ötekiler olarak gören faşizme hala malzeme taşımaktadır. Bu topraklarda Turancı fantezinin, Almanya'da ise Spartalı ve Aryan seçkinlerine duyulan nostaljik özlemin karşısındaki en büyük tehlike, karışmış genler ve kültürlerdir. Bu karışım ve heterojenliğe karşı duyulan kin ve hıncın ifadesi, Almanya'da Auschwitz Kampı'na, bu ülkede Diyarbakır Cezaevi'ne dönüşmüştür. Alman devletinin kuruluşunda parasal desteğini esirgemeyen bir Yahudi burjuvanın torununun Auschwitz Kampı'nda gaz odasına yollanması ya da Urfa'yı Fransızlara karşı savunurken ölmüş bir Kürdün torununun Diyarbakır Cezaevi'nde elektrik akımıyla can vermesi, "vatan" ve "millet" savunmasının nerede durabildiğine örnektir.

Bütün bunlara rağmen, "Eğer bir ülkeniz yoksa sesiniz ve haklarınız sürekli tehdit altındadır" kuralı binlerce yıldır geçerliliğini korumaktadır. Ülkeniz yoksa insanlığın güvenilmeyen serserisi olabilirsiniz; bir yerlerden sürekli kurtuluş mucizesi ve mucizevi bir adalet bekleyen şaşkınlara dönebilirsiniz. Yurtseverin tedrisatında ülkeye adanmamış bir sevginin insanlığa hiçbir faydası olmadığı gibi, insanlığa adanmamış bir sevginin de ülke için hiçbir faydası yoktur. O yüzden yüzyıllardır içeride özgürlüğü kutsayan ama kendi dışındaki insanlığın özgürlüklerine burun kıvıran, görmezden gelen ve yer yer bastırmaya çalışan Batılı ülkelerin politik Mesihçiliği mide bulandırıcı bir ikiyüzlülük barındırır. Tıpkı bu ülkedeki, "Malatya'nın ötesine bir sınır çekin; açlıktan ölsünler" diyen sosyal refah şovenistlerinin yurtseverlik sandıkları faşist hezeyanları gibi...