6 Ağustos 2013

TÜRK-İ FAŞİZMİN PSİKO-SOSYAL TAHRİBATI



















                                '' Ötekinin sesi bastırıldıkça elden kaçmaya mahkum olmuş bir adalet her zaman var olacaktır.'' Derrida


Oryantalizm, Kibir ve Horgörü

19. yüzyılda Batılı Beyazların üstünlük dünyası, bütün dünyanın kültürel ve sosyal haritalarını beyazların algı sınırlarına göre çizerken Beyaz’ın var olma biçimi, vahşi ve barbar olan ötekinin var olma biçimine göre tanımlamıştı. Negri’nin belirttiği gibi dünyayı kaba olarak soyut ikili karşıtlıklar üzerinden kurgulamak (Kürt-Türk / Siyah-Beyaz / Kadın-Erkek) diğer tüm toplumsal çelişkilerin üstünü örten bir sömürgecilik pratiğidir. Avrupa’nın sömürgecilik takviminde ırkçılık Foucault’un deyimiyle milliyetçiliğin bir dışavurumu değil bizzat milliyetçiliğin kurulabilmesi için zorunlu bir iç ektir. Jön Türk Hareketi, kurulacak olan ulus devletin kültürel ve ideolojik harcı için Avrupa Faşizminden farklı olarak Türklüğü uzun bir dönem Türk olmayanların düşük ve alt özellikleri üzerinden tanımlamamış fakat tıpkı Batı Faşizmi gibi Türklüğe üst insani değerler eklemleyerek ‘Türklüğün ayrıcalıklı konumuna’ bolca kültürel, tarihsel ve antropolojik gerekçe üretmişti. Batı Dünyasının ‘Barbar Türkleri’ muasır medeniyet kimliğinin Doğu-Batı sınırındaki kimlik taşıyıcısı olacaktı.  Bu gün, barış ve müzakere sürecinde barışmaya ve helalleşmeye karşı direnç gösteren kitlelerin megalomanlıktan beslenen refleksi, göreli de olsa Beyaz Türklerin ‘ayrıcalıklı konumlarını yitirme’ korkusudur. 1952 yılında Vatan Gazetesi’nin şehirleri tanıtan eklerinin birinde Hakkâri için ‘Cehennemi Andıran Vadilerden Sonra Mahrumiyet Bölgesine Girdik’ manşeti İspanyol sömürgecilerinin keşif kollarında yer alan Fernando Cortez’in Orta Amerika keşfinde oryantalist ve gizemi keşfeden şaşkınlığı ama aynı zamanda aşağılayıcı kibri ile paralellik gösterir. Aynı derginin İskenderun’u tanıtan ekinde ‘dünyanın ilk ışıklandırılmış caddesi’ gururla sunulmuştu.

Klasik eski ırkçılık ırksal üstünlüğe dayalı bir biyolojik seçkincilik ile kendini kodlarken bu günün ırkçılığı kültürel-seçkinciliği refere edip ırk yerine kültürlerin birbirine karşı hiyerarşik konumlarını merkeze alır. ‘Bu ülkede kendini Türk olarak görmeyenlerin mahkûm olacakları tek şey vardır: Türklere hizmetçilik yapmak’ söylemi 1940’ların devlet söylemi iken Nişantaşı Beyazlarının bu gün, ‘Kürt’ten sosyete olmaz’ söylemi aynı ırkçı sayıklamanın bir ürünüdür. Alt ve tali kültürlerin aşağıda olmasının sebebi çalışma ahlakı, kendine güven, oto-disiplin, oto-kontrol gibi değerlerden yoksunluktur. ‘Kürt’ten olsa evliya sakın sokma avluya’ ya da Güvensiz Arap, Hain Kürt, Tefeci Yahudi, Düşman Ermeni, Meşrep Rum, Hırsız Çingene, Kokan Zenci...


Irkçılığın bu günü ve gündelik dile sirayeti

Günümüzün kültürel ırkçılığı, biyolojik farklılığı merkeze alan klasik ırkçılıktan farklı olarak kültürlerin eritilip modern dünyaya eklemlenmesini değil, farklı kültürlerin bir arada yaşamak için en büyük engel olduğu kabulünden hareket eder. Irk kavramı yerine etnisite yada kültür, eşitsizlik yerine farkçılık, heterofobi (farklı olandan korkma) yerine heterefili (farklı olma hakkı) kavramlarını ikame etmiştir. Uyuşmazlık üzerinden kendini tanımlayan yeni Türk ırkçılığı özellikle son yıllarda ‘’ver kurtul, hem versek bile açlıktan ölürler’’ şeklinde ortaya çıkan bir orta sınıf refah şovenizmi ile ‘bir çakıl taşı bile vermeyiz’ şeklinde zuhur eden kaba bir lümpenlik ve tahammülsüzlük arasında gelip gitmektedir.  Melezleşme, karışma ve istiladan korkma, hor görme, aşağılama, ‘ben ırkçı değilim ama kültürlerin biyolojik ve biyo-psişik kategorileri vardır’ söylemi şeklinde ortaya çıkan cinsiyetçi ve milliyetçi yeni refleks, farklara sürekli gönderme yaparak önyargının kendini sürekli ürettiği bir ırkçılığa dönüşür. (Geleneksel değerleri savunmak, kültürel farkları abartmak ve bu farkları mahkûm etmek).

Özellikle 2000’li yıllardan sonra kendi ayrıcalıklı konumlarını yitirme korkusu ve refah çeperlerini barbar istilasından koruma güdüsüyle hareket eden kıyı faşistleri ve benzeri çevreler aslında ırkçı olmayan farklı muhalif yapıları ırkçı olarak damgalayıp resmi ideolojinin ve kitlenin nazarında kendi ulusalcılıklarını gizleme ve yasallaştırma olanağı yaratmaya çalışırlar. Miles’in dediği gibi, ırkçılık karşıtı bir politikanın bir dizi sosyal gücü bir araya getirme potansiyeli olmasına rağmen sıklıkla yaptıklarının ırkçılık olmadığını iddia eden ırkçı grupların etrafında kümelenmiş gruplar anti-faşist bir cephenin varlığını çoğunlukla imkânsız hale getirirler. Türk milliyetçiliğinin emperyalist sistemi hedef almayan anti-emperyalizmi, bütün öfkesini Batılı efendilere değil örneğin onların Arap uşaklarına ya da emperyalizme teslim olmuş(?) Kürtlere yöneltir. Milli tarih yazımı Kahpe Yunan ötekiliğiyle başladıktan kısa bir süre sonra Kalleş Arap figürü ikinci öteki olarak üretilmiştir. Oysa bambaşka etnik kimliklere sahip olan fakat cumhuriyet değerlerine ölesiye bağlı ve ehlileşmiş vatanperverler Kürt, Laz, Çerkez ya da Boşnak bile olsa resmiyetin lügatında millettaştır. Çözüm ve müzakere süreciyle birlikte bütün yasal düzenlemelerin yapılmasını hatta ırkçı söylemin yasaklanmasını bile varsayarsak yüz yıldır durmadan topluma enjekte edilen ırkçılık, kendini uzun bir dönem gündelik pratiğin ve dilin içinde yeniden üretmeye devam edecektir


Türk Milliyetçiliğinin Çeper Esnekliği ve Tutarsızlığı

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, bir dönem hükmettiği ülkelerde gelişmekte olan ulusal uyanışa ve milliyetçilik kalkışmasına karşı panzehir olarak bir nevi proto-milliyetçilik üretmiş ve bu ön milliyetçiliğin harcını İslam ile karmaya başlamıştı. Bir taraftan dağılan devleti restore etmeye çalışırken öbür taraftan milliyetçilik durağını medenileşmenin biçimsel bir şartı ve ilk adımı olarak ortaya koyan Fransız İhtilalının geç kalınmış bir versiyonunu hayata geçirmeye çalışıyordu. İslam reformizmi ile milli devletin kuruluşu birbirine paralel süreçlerdir. Türk Irkçılığının militanlaştığı dönemde inatla ret edilen ‘Osmanlının devamı değil, küllerinden doğmuş bir Cumhuriyetiz’ kuralı bu gerçeği örtmeye yetmedi. Birkaç yıl sonra Osmanlı’nın altın döneminin ‘’Esaslı bir Türki özden müteşekkil olduğu’’ mitosu üretilmeye başlandı. Türk milli kültünün ya da kültürünün kurgulandığı günden itibaren var olan melez, eklektik, kafası karışık, çetrefil, arıtmacı ve düzleştirici karakteri Türk kimlik kurgusunun abartılı düzeyde yapay bir karakter kazanmasını sağladı. Jakoben bir radikalizm ile bütün farklılıkları silip süpürmeye muktedir bir evrensellik tutturmaya çalışan Kemalizm, bütün farklı tasarımları ayıklayıp kendini nihai Evrensel Türklük merhalesi olarak sunuyordu. Pozitivist aydınların öncülük ettiği millet kurgusu Türk ırkı temeline dayanırken milletleşme kurgusu ile radikal bir modernleşme ve kapitalistleşme paradigmasına dayalı bir burjuva milliyetçiliğine dayanıyordu. 1930’lu yıllardan sonra Turancı hareket bir üst ütopya aşamasına geçip Kemalizm’in ve Türk Modernleşme Serüveninin Şark milletlerinin uyanışına esin kaynağı olabilecek bir anti-emperyalist milli uyanış ve kurtuluş nosyonu geliştirdi. Ömer Muhtar’ın başucu kitabı olduğu iddia edilen Atatürk’ün Nutuk kitabı, 2000’lerden sonra Che’nin çantasında aranmaya başlandı!

Cumhuriyet ile birlikte ordu hem kurtarıcı ve kurucu hem de modernleştirici ve devrimci bir role sahiptir. Resmi tarih yazımının birer çıktısı olan ders kitaplarında ordu-millet mitinin askerliği ve savaşkanlığı Türklük temelinde etnikleştirerek sonu olmayan tarihsel bir uzama yayması ve şehitlik başta olmak üzere dini motifleri ulusallaştırılması zamanla bu durumu kitlesel bir algıya dönüştürmüştür. Ordu için yapılan tüm fedakârlıklar ve duyulan sevgi bizzat devlete ve millete yapılmış sayılır.

Yukarıda saydığımız tüm bu hengâmenin içinde ötekinin sesinin inkâr edilmesi ve bastırılması için ötekiyi tarihten yoksun bırakma, ötekiyi siyasal ve tarihsel bir boşluğa hapsetme, öznellikten mahrum bırakma, tarihte hiçbir sesi ve varlığı olmayan varlıklara çevirme ve susturma edimleri Tarih disiplini sayesinde yapılır. İktidar siyasal birliği tehdit eden farklılıkları yekpare bir toplumsal birlik alanı içinde görünmez kılmak için tarihsel bilgiyi yedeğine alıp bir hakikat rejimi inşa eder. Kürt, Ermeni, Süryani ya da Rum kimliği egemenin kimliğini tanımlayan farklılıklar düzleminde ancak mevcudiyetini sürdürebilir. Bu ülkenin ötekileri Abbas Vali’nin deyimiyle yokluklarıyla mevcut olmuşlardır. Kendini temsil gücü olmayanların ve temsili olmayan bir gücün yine de kendini bir şekilde görünür kılmasının ve var olmasının paradoksudur bu. Kürtlerin statüsünü belirleyen bu paradoks tam yüz yıldır Türk iktidar yapısının Avrupalı olma yolunda ayağına takılacak ve iktidarın merkezindeki ‘yekpare birlik’ retoriğinin tam ortasında bir türlü kapanmayan bir boşluğa denk gelir. Bir tarafta inkâr edilmiş bir yaşam gerçekliği ve kimlik öbür tarafta çalınmış ve üstü kapatılmış bir tarih! Türk modern egemenlik sistemi Kürtleri ve diğer tüm kavimleri bastıran, inkârın ve yaratılan hınç kültürünün iki taraflı ağır travmasıyla yüzleşmedikçe bu travmada içkin olan karşılıklı şiddet eksilmeden devam edecektir. Türklük vurgusunun kendisi var olduğu süre içerisinde yekpare bir etnik kimliğe sahip olan egemen iktidar tarafından belirlenen siyasi ve hukuksal düzlem içinde Kürtler kültürel bir artık olmaktan öteye geçemeyeceklerdir. 

Nev-i şahsına münhasır Türk medeniyetçiliği ve Türk milliyetçiliği medeni insanlık ailesinin bir üyesi olmayı amaçlayan evrenselci bir yaklaşım retoriğine dayanır. Hegel’in dünya tarihsellik kavramından aşırılmış haliyle Türklük ‘bir dünya tarihi milletidir’. İnsanlık ve medeniyet tarihinde derin izler bırakmış bu seçkin millet, en eski kültür ve medeniyetlerin asli sahipleridir. Schiller’in Almanları eski Yunanlılarla paralellik kurup ‘insanlığın esası ve aynası’ sayması gibi Eski Yunan medeniyetinin eski Eti Türklerine dayandığı ve eski Yunan toplumunun Türk-Grek sosyetesinden teşkil olduğu iddia edilir. Yunan Mitolojisinin eski Türk mitolojisinden esinlendiği, Pisagor ve Homeros’un Türk asıllı olduğu söylenir. Ankara’nın eski sembolü Hitit Güneşidir; Hitit Uygarlığı Türki bir uygarlıktır! İktidarların savaş alanlarına dönüşen kentlerde semboller üzerinden süren çekişmeye en iyi örnek Ankara’dır. İslamcı belediye yönetimi devraldıktan kısa bir süre sonra Ankara’nın sembolü olan Hitit Güneşi yerini dört minareli camiye bırakmıştır. Mahmut Esat Bozkurt 1950’lerde Türk Irkçılığının Batı ve Doğu dünyası karşısındaki hayranlık-öfke karışımı travmatik durumunu şöyle özetler: ‘Bütün diğer milletlerden daha soylu bir geçmişi olan Türk, fakir düşmüş, fakat asil, görgülü ve terbiyeli bir adamdır. Sonradan görme zenginler gibi gülünç olmaz, eski tertemiz elbisesini kendine yakıştırmayı bilen görgülü bir soyludur o.’ Buyurgan ve kafası karışık her muhafazakâr milliyetçi gibi Cemil Meriç yıllar sonra şunu söylemiştir: Biz Türkler doğuya doğru ilerleyen bir trende yüzünü batıya dönmüş şaşkın yolcular gibiyiz.’

Türk milliyetçiliğinin modernlik iddiası biçimsel olarak kendini evrensel ve güncel değerlere açık bir karaktere sahipmiş gibi gösterir. Fakat dogmatik bir tarzda kabul edilen Batılı değerler skalası ile Türk geleneksel yaşamı arasındaki gerginlik ve bu gerginliğin yarattığı travmatik ruh hali Türk milli kültürünün gittikçe kendi içine kapanmış bir algı sınırına sıkışmasına neden olmuştur. Tanıl Bora’nın deyimiyle Evrenselci bir içe kapanış olarak tasvir edilen Türk aydınlanması bildiğiyle yetinen, meraksız bir aydın sınıf (?) yetiştirmiştir. Milli hayat lirizmi zaman zaman şeytanileştirme dışında, yabancı kavramına kapalıdır. Yabancı olan tekinsiz sayılır. Yabancı kavramının Osmanlıca karşılığı ‘ecnebi’dir. Ecnebi hem yabancı hem garip ve tekinsiz olandır. Yabancılardan uzak tertemiz vatan mitosu İttihat Terakki’den beri var olan düzleştirme ve yekpare Türk vatanı mitosunun olmazsa olmaz koşulu olagelmiştir.

Alman Faşizminde olduğu gibi Türklük vurgusunda da, hakları kısıtlanmış bireyler aynı zamanda milli varlıktan dışlanmış ve milli çeperin dışına düşmüş sayılırlar. Hakları kısıtlanmış olan Alman işçi sınıfı resmi söylemde ‘vatansız’ olarak geçerken Osmanlıda hakları kısıtlanmış olan gayri müslim tebaaya  ‘gavur’ denilirdi. Vatandaşlık hakları iade edildikçe bu kesimler milli çeperin içine dâhil edildiler. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte vatandaş tanımının içine girenler aynı zamanda vatanı olan ayrıcalıklılar olarak kodlandı. Kültürel vatandaşlık milli bir kimliğe sahip olmaya koşullandı. Yine Tanıl Bora’nın deyimişle içinde vatanperverlik, milli değerleri sürekli güncelleyen bir teyakkuz durumu olan bu militan vatandaşlık aynı zamanda çeperin içindekilere kuruculuk ve ilkesellik statüsü bahşetmiştir. ‘Kürtlerin cumhurbaşkanı bile olduğu bir ülkede hala mızmızlanmalarını anlayamıyorum’ söylemi Türkiye’de vatandaş olmanın herkesin nail olamayacağı bir şeref olduğuna gönderme yapar. Vatandaşlık haklarının vatandaşlık ödevleri karşısında çok cılız kaldığı bir siyasal iklimde kuşkusuz bu bir şeref olarak sayılacaktır! ‘Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır’ söylemi, aynı zamanda vatanı insandan çok daha üst bir niteliğe ve önceliğe yerleştirme başarısının ve bu aralar meydanlarda gürleyen ‘vur de vuralım, öl de ölelim’ sloganının tarihsel arka planını oluşturmuştur.  Bu bağlamda devlet millettin kolektif kişiliğini oluşturduğu için cumhuriyet dönemi boyunca birey ya da fert dönemin söyleminde insanın eksikliğine ve acizliğine sürekli gönderme yapmıştır. ’Ankara’da dayın yoktur; Mahmudo kurban niye doğdun?’1970’li yılların ünlü deyişlerinden biridir. Tebaa olmaktan çıkıp vatandaşlığı hak eden bu ayrıcalıklı insan topluluğu vatandaşlığı hak etmekle ve devlete koşulsuz bağlanmakla, milli bir rüşte ermiş ve kendini vatana karşı minnettar ve borçlu gibi hisseden yurttaşlara dönüştürülmüştür. Osmanlı devlet geleneğinde devlet-i kadim, din-ü devlet, devlet-i ebedi gibi resmi sıfatlar yeni tarih yazımıyla birlikte eski Türk devletlerindeki destan malzemelerinin içeriğine serpiştirilmiştir. Bir dönem toptan ret edilen Osmanlıcı değerlerden yükseliş dönemi ayıklanıp mitleştirilmiş, bu gün bile devam eden ‘devlete uzuv olanlar’ ile ‘devletin alakasızları’ arasındaki uçurumu büyütmüştür.

Kısaca özetleyecek olursak, militarizm bu ülkede salt ordu-siyaset ilişkisinin ötesine geçip toplumsal ve kültürel bağlamını yaratmış ve sivil alanın gündelik diline sirayet etmiştir. Doğallaştırılan militarizm egemen cinsiyet kurgusunu sürekli besleyerek popüler milliyetçi alanı sürekli genişletmiştir. Şehitlik ve gazilik kavramı militarizmin kendini sürekli yeniden üretmesini sağlamış, futbol stadyumlarından akademik alanlara kadar kendine yaşam alanları yaratmıştır.

Militarizm ve Beden
Bu ülkede erkek bedeni milliyetçi söylemde ideal ulus kurgusunun somut halini ifade etmeye dönüştürülürken savaşçı erkek ve savaşın sadece erkekler özgü bir yiğitlik gösterisi olduğu miti zorunlu askerlik uygulamasına gerekçe ve meşruluk zemini olarak sunulmuştur. Erkek bedeninin mitleştirilmesi sayesinde savaşçılık bir erkeklik paradigması haline gelmiş, ’ savaşa davet’ aynı zamanda ‘erkekliğe bir davet’ algısıyla birleştirilmiştir.  Türkiye’de militarist ideoloji bir taraftan makbul erkekliğin sınırlarını çizmiş, devlet ve kentler dikey bir düzlemde kurgulanıp yücelik payeleriyle onurlandırılmıştır.

Selim Sırrı Tarcan’ın da büyük katkılar sunduğu ve projelendirdiği İzcilik Okulları ve Jimnastik Okulları Alman jimnastik okullarından ve İngiliz izci birliklerinden esinlenilmişti; çünkü yaratılacak arı, disiplinli, itaatkâr ve karakter sahibi erkek yurttaşların oluşturacağı güçlü ordu-millet mitinin sürekli üretilmesi gerekiyordu. Kontrol edilemez bir bedensel enerjinin heba olmaması ve devlete muhalif bir potada kendini var etmemesi için fazladan bedensel enerji vatan-devlet ve milletin hizmetine sunulmalıydı. Avrupa’da Protestan ahlakın cinsel enerjiyi ve arzuyu ehlileştirip kapitalist üretimin fayda ilkesine hizmet edecek hale getirmesi ile ile yağız yiğitlerin potansiyel enerjilerinin vatana hizmete koşullandırılması biyo-iktidarcı bir sosyal mühendislik projesi olarak okumak sanırım abartılı olmayacaktır.

Türkiye’de milli eğitimin toplumu militarize edecek şekilde kurgulanması ve zorunlu askerlik eğitiminin tedrisatın bir devamı olarak kabul edilmiş olması, kışlaların neden bu denli ideolojik olduklarının da izahıdır. Askerlik, yurttaşları millileştirip erkekleştirirken katı disiplin sayesinde hem milliyetçi ideolojinin benimsenmesi sağlanmış hem de bu uygulama, kapitalist ekonominin gereksinimi olan üretken ve faydalı yurttaşların yetiştirilmesine hizmet etmiştir. Erkek çocuklarının ilk cinsel pratiklerinin ‘milli oldu’ şeklinde tanımlanması erkeklik ve milliyetçilik arasındaki diyalektik bağın gündelik dile sirayet etmiş şeklidir. Askerliğin yalnızca erkekler için zorunlu olması, kadınların tamamıyla dışarıda bırakıldığı anlamına gelmez; çünkü belli kimlikler aracılığıyla (şehit annesi, şehit ablası, gazi annesi) militarist ideolojiye bir şekilde eklemlenirler. Zorunlu askerlik uygulamasında annenin rızasının ve destekleyici tutumunun ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu bağlamda sakat asker bedeninin militarist ideoloji için en sorunlu durumların başında gelmesi de büyük bir problem değildir. Bir taraftan asker sakatlığı medyada özellikle çeşitli stratejilerle görünmez kılınırken, gözden kaçmayanlar ise vatan için uzuvlarını yitiren ve kendini kurban edecek kadar vatan sevgisiyle dolu kahramanlar olarak sunulur. Sosyal yaşamda yer edinme, kendini kanıtlama ve itibar-güç kazanma hâkim söylemde savaşkanlık, kahramanlık, intikam ve itaat temalarını içeren bir şeref ve milli menfaatler ile çatışmayan bir bağlılık ve üretkenlik algısı çerçevesinde düşünülmüştür.

Bu çerçevede çocuğa verilen en büyük armağan cumhuriyetin ve vatanın geleceğini oluşturan en değerli bileşen olduğunun şeref payesidir! Askeri başarılar, şehitlik ve gazilik, askerlik anıları bireysel ve kolektif hafızada sürekli canlı tutulmuş, savaşçılık ve fedakârlık mutlak iyiliğin, savaşamayanlar ve hainler ise mutlak kötülüğün cephesine saf tutmuşlardır. Milliyetçi ideolojide ulus kurgusunda vatan ve kadın bedeni özdeştir, vatan kadınsı (doğurgan, vefakâr ve bereketli) özelliklere sahiptir; bu kutsal kadını koruma ve sahiplenme rolü erkeğindir.  Kadını doğa ve doğal olan ile erkeği ise akıl ve rasyonel olan ile ilişkilendiren aydınlanmacı gelenek, kamusal-özel alan sınırlarını cinsiyet rollerine göre sınıflandırmıştı.  Eril bir ideoloji olan milliyetçiliğin ulus kurgusunda geleneksel ataerkillik modernize edilerek aydınlanmacıların özel alana hapsettiği kadın, kamusal alana kısmen de olsa eklemlenir ve böylelikle milliyetçiliğin eril karakterine meşruluk kazandırılır. Kadınların kamusal alana dâhil edilmesi ve üretken özne olarak kodlanması sayesinde kadın ulusal kalkınmanın dişi emekçisi olarak projeye eklenir. Fabrika ve tarlada çalışan kadın figürünün Cumhuriyet dönemindeki yaygınlığı bunun bariz bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Ulusun biyolojik devamını sağlayacak olan vefakâr kadın, milliyetçi söylemin ulus ve vatan tanımında çoğunlukla anne ve sevgili metaforuna dönüşür. Sert erkekler rüştlerini ispat etmek için kadını-vatanı koruyarak o büyük şerefe nail olurken vatanı için savaşmayanlar korkak, aciz ve kadınsı olmakla suçlanır. Savaşamayanlara atfedilen bu dişil özellikler Türk milli kültüründeki cinsiyet politikasının turnosal kağıdıdır.

Tüm bunların yanında Egemen Millet Sendromu ve üst ulus kompleksi Ermeni, Kürt, Rum ya da komünistleri zimmi (himaye edilenler) kategorisinde ele alınırken, 1990 sonrası Kürtler bu zimmi vatandaşlar olarak kategorize edilmiş seçim barajlarıyla sadık olanlar buraya, olmayanlar dışarıya söylemi pratik düzlemde ve siyasal algıda egemen kılınmıştır. Devletin ve resmi söylemin yüz yıldır azınlıklara ve bütün toplumsal farklılıklara karşı işlediği bu ağır suçlar ve hak ihlalleri ile ‘yüzleşmesi’ ve ‘hesaplaşması’ bir kenara, toplumun önemli bir kesiminde yarattığı devlet aklına paralel gelişmiş toplumsal akıl, bu gün kapımıza dayanmış olan barış sürecinin önünde en büyük engel olarak durmaktadır. Osmanlı’nın zimmi unsur dediği gruplara İstanbul Valisinin marjinal demesi toplumsal barışın önünde bir engel olarak okunmadıkça, resmi tarihin yarattığı bu algıyı ve zehirli dilini terk etmedikçe bu topraklarda kardeşliği ve dayanışmayı yeniden örmek imkansız gibi görünmektedir. Bu yazının yazıldığı saatlerde Bülent Arınç, Kürt tarafının büyük bir iyi niyet göstergesi olan geri çekilme süreci ile ilgili ‘cehennemin dibine gitsinler’ söyleminin sadece bir edep ve terbiye sorunu olmadığının altını çizmek bir zorunluluktur. Ermeniyi kovan, Rumu tepeleyen, Kürdü ehlileştiren bu anlayış ve yarattığı toplumsal karşılık, ancak yeni bir dil ve dilin üreteceği yeni bir düşünce sayesinde bertaraf edilebilir. Barış ve toplumsal mutabakat çok önemsiz görünen yerlerden örülür bazen. Örneğin bütün yemin metinlerini ortadan kaldırıp ‘Varlığım hiç bir ulusun, bayrağın ve ırkın varlığına armağan olmasın’ şeklinde tersyüz edilmiş bir toplumsal algı yaratmaya niyetlenmek gibi. İflas etmiş ve cilası tamamıyla dökülmüş bir tekçiliğin ve donukluğun karşısına hayatın şenlikli ve devrimci karakterini yeniden hayatın tüm alanlarında örmek gibi. Neşeyle ve içtenlikle…


1 Nisan 2013

PARİS'TE VURULUP AMED'DE TOPRAĞA DÜŞMEK




‘Lice’de patlayan bir G-3 mermisi Şemdinli’de bir tütün yaprağını parçalayabilir ki kötülüğün menzili o denli uzaktır...’'

 

 

Temmuz 1989’da Avrupa’nın en iyi korunan başkentlerinden biri olan Viyana’da, içinde daha sonra Ahmedinejad’ın da yer aldığı ortaya çıkan İran devletine bağlı bir infaz timi, İKDP Genel Sekreteri Dr. Qasimlo ve üç yıl sonra da İKDP Başkanı Dr. Şerfkendi, MK Üyeleri Fettah Abdullah ve Mummayoun Ardalan’ı bir restoranda katlettiler. 24 yıl sonra yine Cezayir ve Kuzey Afrika’da katlettikleri halkların kanlarını ellerinden halen temizlememiş olan Fransa’nın Paris’inde, Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan katledilirken Kürtlerin aklına şu sorular gelmekteydi: Batılı devletlerin yüz yıl önce kurup halkların başına bela ettikleri işbirlikçi ulus-devletlerin tetikçilerine belli anlaşmalar üzerinden ev sahipliği yapma gibi bir misyonları olabilir mi? Birkaç gün önce Rojava’da Fransız menşeili ambulansların içinden sivil Kürtlere ateş eden çeteler ile Fransız hükümeti arasındaki ilişkiyi bir tarafa not düşerek…

 

Ekim 2007 tarihinde Tayyip Erdoğan ile W. Bush arasında geçen görüşmede Amerikan devletinin Türkiye’nin önüne sunduğu ev ödevlerinden birisi de Türkiye’nin İran, Suriye ve Libya konusunda Amerika’nın çıkarlarına paralel hareket etmesiydi. Amerika, bunun karşılığında Türkiye’nin özellikle sınır boylarındaki hareketlilikleri gözlemleyecek ve Amerikan devletine günde 1 milyon dolara mal olacak bir bilgi ve istihbaratı Türkiye devletiyle anında paylaşacaktı. Roboskî gibi kazaların olması da olağan bir savaş uygulamasından sayılacaktı haliyle; ya da istihbarat hatası!

 

7 Aralık 2007’de Amerikan Büyükelçisi tarafından gizli ibareyle yazılan ve daha sonra Wikileaks tarafından deşifre edilen gizli notunda Sakine Cansız, PKK’nin finansörü, silah ve taktik stratejisti olarak tanımlanmaktaydı. Aynı belgede Sakine Cansız'ın ismi büyük harflerle yazılarak, bu insan hakkında son derece dikkatli olunması konusuna da gönderme yapılıyordu. Sakine Cansız ve Rıza Altun’un ne kadar tehlikeli olduklarına ısrarla vurgu yapan belgenin sonunda Avrupa devletlerinin bu insanların serbest dolaşımı konusunda gevşek davrandığına dair sitem dolu cümleler yer alıyordu. Dêrsim’de Mazlum Doğan’la başlayıp Ankara’da süren ve Fis Köyü'nden Diyarbakır Cezaevi'ne, oradan Kürdistan dağları ve Avrupa metropollerine uzanan bu uzun soluklu yaşam Paris’te sonlandığında ''Kim yaptı'' sorusunun cevabı aslında tarihte, bu günde ve egemenlerin gelecek kurgularında gizlidir.

 

17 Ekim 2012 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone, Türkiye’ye Usame Bin Ladin’i yakalamak için kullandıkları yöntemi öneriyordu. Bu öneriden hemen sonra Erdoğan PKK’nin El Kaide olmadığını ve bu yöntemin uygulanabilirliğinin mümkün olmadığını söyleyerek tersinden bir algı yaratıyordu. Kürtleri tedirgin etmek için olmadık yöntemler deneyen Erdoğan, bir taraftan bu öneriyi ret ederken, diğer taraftan bu öneriye tam olarak da kapalı olmadıklarını meşhur şifreli konuşmalarıyla ortaya koyuyordu. Kullandığı beden dilinden bunu okumak hiç de zor değildi aslında.

Egemenler, bazı zamanlar kitleler üzerinde kafa karışıklığı, tedirginlik ve kaynağı belirsiz bir korku yaratma yoluyla kendilerini ve iktidarlarını süreklileştirirler. Suriye politikası ve dolayısıyla komşularla sıfır problem stratejisi iflas eden, Kürt muhalefeti karşısında çaresizliğini bazen gizleyemeyen,  'bir taraftan görüşüyorum, bir taraftan vurmaya devam ediyorum' imajını vermeye çalışarak içerideki basıncı azaltmayı hedefleyen, diğer yandan durmadan Kürt siyasal temsillerine buyurgan bir tavırla akıl vermeye çalışan Erdoğan’ın hem Türk hem Kürt tarafında yarattığı kafa karışıklığı ve hedef şaşırtma taktikleri gerçekten takdire şayandır. Erdoğan ve hükümetine Ortadoğu’da biçilen bu büyük tarihsel misyona karşı Avrupa devletlerinin Türkiye’yi içeride ve dışarıda rahatlatmak için bu cinayete destek verdiği ya da göz yumduğu hatta bunu Türkiye devletine karşı bir jest olarak ortaya koyduğu düşüncesi bile defalarca yazılıp çizildi. 

 

Dipten gelen ve büyüyen bir ekonomik krizin sinyallerinin yarattığı panik, BDP’nin neredeyse bütün kadrolarının operasyonlarla siyaset dışına itilmesi ve askeri sahada büyük operasyonlara rağmen durdurulamayan Kürt muhalefeti hükümeti oldukça zorlamaktadır. Bununla birlikte çeteci faaliyetlere verilen büyük desteklere rağmen otonomiye gün be gün yaklaşan Rojava'daki Kürtlerin yarattığı korku, Erdoğan ve hükümetinin uzun vadeli bütün stratejik planlarına engel teşkil etmektedir. AKP’nin kaderi Rojava ve Güney Kürtlerinin evrileceği noktaya ve Kuzey Kürtlerinin elde edecekleri statü ya da sürdürecekleri savaşa bağlıdır. Bu noktada Sayın Öcalan ile yürütülen müzakerelerin seyrinin süreçte ne kadar etkili olacağını hükümet kanadı dahil artık herkes kabul etmektedir. Şimdiye kadar Abramowitz’in deyimiyle durumu iyi idare eden Erdoğan’ın kaderi, çok kısa sürelerde olağanüstü tarihsel değişimlere şahit olan Ortadoğu topraklarındaki gelişmelere bağlıdır.

 

Batı için Libya, Mısır ve Suriye’nin kontrolünü Şiilikten alıp Yeşil Sünni İslam’a devretmek -ki Arap Baharı’nın birinci stratejik hedefi bu idi- böylelikle İran’ı yalnızlaştırmak ve içeriden çökertmek için Erdoğan ve Gülen hareketine en azından konjonktürel olarak bugün ihtiyaç vardır. Paris suikastını bu denklem üzerinden okuduğumuzda, Avrupa’nın bu cinayete sessiz kalması, cinayetin bağlantılarını bir türlü çözmeye gönüllü olmayışı hatta olayı münferit bir olay olarak lanse etme girişimlerinin bu katliamın Türkiye devletine sunulmuş bir hediye olduğunu da akıllara getirmektedir. Bu katliamı yapanlar kuşkusuz bu katliamın uluslararası arenada ve Kürt tarafında oluşacak tepkilerini de hesaplamışlardır. Sadece bir psikopat kişiliğin işleyeceği türden bir cinayet olmadığı gün gibi ortadadır. Aslında katliamla verilmek istenen mesaj şudur: emperyalistler ve onlara göbekten bağlı olan işbirlikçi ulus devletlerin ortak çıkarı ve kazanımlarını korumak adına her türlü operasyon, katliam ve suikast yapılabilir. Dünyanın ve Kürtlerin bu katliam karşısındaki tepkileri bile inceden inceye hesaplanmıştır! Siyasi bir suikast ülke menfaatleri için olsa bile içeride ve dışarıda belli bir bütçe, planlama ve üst bir makamın onayı olmadan asla işlenmez.

 

Barış dönemlerinde savaşın çok farklı yöntemlerle hatta daha sert, derin ve kanlı süreçlerle ilerlediğini tarih birçok kez not düşmüştür. Kürt halkı yüzyıllardır birçok devrimci evladını ‘welatê xerîbiyê’ dedikleri uzak ülkelerde yitirmiştir. Fakat tarih, sürgünde ölmeyi ölmenin biçimine göre kategorize ederek bu duruma bir şerh koymuştur: Bir devrimcinin ülkesinden çok uzakta ölmesi sürgünde öldüğü anlamına gelmez, çünkü siz hayatınız boyunca bir halkın ve bir ülkenin kalbine yürümüşseniz dünyanın neresinde ölürseniz ölün, öldüğünüz yerin uğruna yaşamınızı verdiğiniz o halka ve o ülkeye uzaklığı aynı mesafededir. Üç devrimci Kürt kadınının cenazesini Amed‘de karşılamaya gelen yüz binler, bu halkın her üç evladının aslında Paris’te değil Amed’de toprağa düştüklerini bir kez daha dosta düşmana açıkça beyan etmişlerdir…

 

21 Şubat 2013

İKİLİ KARŞITLIK, ÇOKLUK GERÇEĞİ VE KÜRTLER

                                                                            Selaheddîn Biyanî

 


                       
 ‘Madde 1: Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak için, Kürt milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir Özerk Yönetim kurmayı taahhüt eder.”
(Büyük Millet Meclisi - 10 Şubat 1922) [1]

“Zêr dizane, zor dizane, devê tifinga mor dizane.”
(Kürt Teali Cemiyeti Diyarbakır Sorumlusu Dr. Fuat - 1925) [2]

 1- Kürtler ile Osmanlı ve Osmanlının devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında yaklaşık yüz elli yıldır süren gergin ve kanlı ilişkinin, siyasal ve kültürel parametrelerinin doğası ile Batı Avrupa merkezli siyasal ve kültürel yelpazenin (milliyetçilik, ulusal kimlik kurgusu, alt-üst kimlik ilişkisi, kimlik çatışmaları, ulus-devlet inşası) doğasını karşılaştırmalı bir yöntemle ele almak.
2- Neredeyse bütün siyasal mücadeleler tarihi boyunca, çoklu çatışmalar üzerinden ilerlemesine rağmen kaba bir indirgemecilikle ikili çatışmalara indirgenen ve daha sonra Antonio Negri tarafından temellendirilen tekçi karşıtlığın siyasal ve kültürel mücadelelerde yarattığı paradoksları ve çıkmazları ele almak.
3- Ulusun ve kurtuluşun içine düştüğü tıkanıklığın klasik mücadele perspektifleri ve mücadele/müdahale yöntemleri ile aşılmayacağından hareketle, çağa özgü tüm teorik ve metodolojik belirsizliklerin ve hayatımızın kılcallarına kadar sızmış olan iktidar yapılarının içinde alternatif direniş olanaklarını, Kürt siyasal mücadelesi ekseninde tartışmaya açmak yazımızın temel teorik çerçevesini oluşturmaktadır.

Dörtten fazla parçaya bölünmüşlük ve geç kalınmış devrim
Kürtlerin son iki yüz yıllık tarihi, bölgesel ya da küresel azgelişmişlik paradigması ya da kaba indirgemeci sosyolojik tahlillerle açıklanmayacak kadar karmaşıklaşmış tarihsel koordinatların içinde ilerleyen bir geç kalmışlığın ve tarih sahnesinden silinmek istenen kadim ve inatçı bir kavmin hikayesidir. Modern dönemde ülkeler ilk önce haritalar üzerinde bölünür. Özellikle tarihin yakın dönemlerinde, resmi elbiseli ya da üzerinde çok fazla rütbe bulunan üniformalarıyla birkaç adamın, gülerek ve cilveleşerek geniş bir masa etrafında toplandığına ve masaya çarşaf gibi uzatılan haritaların üzerinde ülke sınırlarını cetvellerle çizdiklerine çokça şahit olmuşuzdur. Bölündüğü hiçbir şekilde belli olmasın diye Lozan’dan bu yana devlet kurumlarında duvarlara asılan siyasi haritalara inat ve dört devletin, bazen vahşete varan kültürel, siyasi, ekonomik ve askeri basıncına ve görmezden gelmeciliğine rağmen Ortadoğu tarihinin en güçlü direniş kültürlerinden biri son iki yüz yıldır Kürdistan’da ortaya çıkmıştır.
Büyük Selçuklu Devletinden Osmanlı’nın yıkılışına kadar süren bin yıllık tarihsel kesitte, bütün resmi yazışmalarda ve gündelik dilde, Kürdistan diye tanımlanan toprakların belli parçalarına yirminci yüzyılın başlarında üç tane ulus devlet kuruldu. Çok daha önceleri kurulmuş olan İran’ı da katarsak söz konusu devletler, neredeyse yüz yıldır Kürtlerin, uluslaşmalarını ve devletleşmelerini engellemek için bütün devlet sistemlerini, anti-demokratik, gerici, militarist, milliyetçi ve merkeziyetçi bir karaktere büründürmeye çoğunlukla razı olmuşlardır. Uzun bir zamandır Türk, Arap ve Fars milliyetçiliği genellikle Kürtlük karşıtı bir söylem üzerinden kendini var eder. Her üç devletin devlet karakteri ordu-millet-devlet-erkeklik ve geçmişe tapınma özelliklerini barındırır. Ulus-devletin harcını sağlamlaştıran bu özellikler, din kardeşliği demagojisine rağmen, toplumların bilincinde, ruhunda ve vicdanında derin yarıklar, bilenmiş düşmanlıklar ve onarılması çok güç gedikler açmıştır.
“Ulus kavramı hakim kesimin elinde hareketsizlik ve restorasyon sağlarken, alt kesimlerin elinde değişim ve devrim için bir silah olur.” (Antonio Negri)

Alman faşizmine göz kırpan milliyetçiler
İnsanlık tarihinin en sancılı coğrafyalarından birinde konumlanmış olan Kürtlerin en büyük tarihsel trajedilerinden biri de, federalizme benzer bir tarzda örgütlenmiş olan Osmanlı’nın, 19. yüzyılda ulus-devlet illetine bulaşması ile başlamıştır. Söz konusu dönemde, modernleşme siyaseti güden her ülkenin kurucu kadrolarının tasavvur dünyasında ulus-devlet olmak, tarihsel bir ayrıcalık, aynı zamanda ilerlemenin ve modernleşmenin zorunlu bir tarihsel durağı olarak kabul ediliyordu. Ayrıca, Osmanlıya bağlı halkların ayaklanıp bağımsızlık ilan etmeleri ile başlayan ve imparatorluğun merkezini derinden sarsıp panikleten küçülme ve parçalanma korkusu, yerelin bütünüyle merkeze bağlanmasını zorunlu hale getirmişti.
Alman faşizmine göz kırpmakta ve hayranlıkla önünde eğilmekte bir sakınca görmeyen Türk Jakoben milliyetçileri, kuracakları devletin yanına bir ulus koymak zorundaydılar. Söz konusu zorunlu ulus kurgusu, Osmanlı döneminde Balkanlı uluslar ile kıyaslandığında üvey evlat sayılabilecek, adı sadece yoksulluk, göçebelik ve ağır vergilere karşı isyan etmelerle anılmış olan bir Türklükten türetildi. Sonradan oluşturulan Türklük kurgusu, bir zamanlar Osmanlının ağır vergilerine ve savaş dayatmalarına birlikte isyan etmiş doğulu kavimlerin yurdu olan Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasını sadece kanın rengine büründürmeyi göze alacak bir renksizleştirme hırsına dönüştü. Bayrağın kızılı, savaşta düşen gençlerin kanıdır! Bir zamanların mazlum ve yoksul kavim gerçeği, mitolojik bir tarihsellik ve antropolojik kurgularla iyice mistifike edilen bir üst kimliğe yani şanlı bir Türklüğe terfi edecekti. Türk ulus mitinde türeyiş ve dünyaya yayılma efsanesinin adının Ergenekon olması ile Türk devlet geleneğinin en derin, en kanlı ve en büyük gizli yapılanmasının adının Ergenekon olması adeta tarihsel bir ironidir.


Ulus-devletin çözülüşü ve yeni bir özgürlük politikası

Özgürlüğe ve kurtuluşa giden yollar artık tuzaklarla doludur, tehlikelidir, her an tersine dönebilen hedefler ve her an kötü mecralara akabilecek iyi niyetli ereklerle doludur. O yüzden artık devrim, mutlak kurtuluştan ziyade bir kurtuluş olasılığıdır. 1930’larda Modern Batı’da barbarlığın sıkıştığı yerden infilak etmesi ya da aydınlanmacı aklın büyü bozumu denilen dönemi ve 1990’larda reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan alternatif sol ve Marksist yorumların teorik kalkış noktaları olan post-kolonyalist, demokratik federalizm, ekolojik ve feminist, anti-otoriter, otonumcu ve özgürlükçü söylemler Kürt siyasal mücadelesinin gündemine özellikle son yıllarda yoğun biçimde girmiştir.
1970’lerin sonundan başlayarak ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ şiarıyla yola çıkan Marksist-Leninist Kürt Hareketi, (“Stalîn digot: sîleh û sîleh”) [3] marşlarından, konfederalist ve barışçı, aynı zamanda bütün Ortadoğu’yu kapsayan demokratik biraradalık paradigmasına evirilmiştir. Bu evirilmeyi tetikleyen en önemli etken, ilk bakışta ulus-devletlerin küresel ölçekte itibar kaybına uğrayıp aşınması, bunun yerine devletlerarası bölgesel blokların hayata geçirilmeye çalışılması olarak görülebilir. Fakat asıl neden, Kürtlerin özellikle bölgesel ve siyasal parçalanmışlıkları ve üç devlet tarafından neredeyse ekonomi dışı bırakılıp merkeze bağlı kılınmış olmalarının, sonuç olarak kendi topraklarında bir devlet kurmalarının zorluğunun Kürt siyasi kadroları ve Kürtlerin büyük bir kısmı tarafından kabul edilmiş olmasıdır. Ayrıca Öcalan’ın, özellikle İmralı süreci sonrasında gerçekleştirdiği yoğun alternatif teorik okumalarının da etkisiyle, alternatif direniş ve kurtuluş olanaklarını kadrolara yaymaya çalışmasının payı büyüktür.
Avrupa’nın sömürgecilik takviminin ilk sayfasında, burnunda metal bir halka olan çıplak bir Afrikalı erkek figürü ve hemen üstünde şık giyimli, misyoner bir Avrupalı tacir vardır. Avrupa üst kimliği ve kültürü başkalık ve ötekilik figürlerini kurmaya başladığında bu figürleri aynı zamanda sömürgeciliğin diyalektik zorunluluğu haline getirmiştir. Avrupa üst kimliğinin ve kültürünün başkalık ve ötekilik figürlerinin en önemli özelliği, kendilerinden olmayan her şeyi negatif bir öteki olarak inşa etmiş olmalarıdır. Oysa Türkiye Devletinin kurucu kadroları, Türklük kimliğini inşa ederken Türklük kimliğini diğer kimliklerin negatif ve zayıf nitelikleri üzerinden tanımlamakla kalmamış, Türklük kimliğini, diğer kimliklerin reddiyesi, diğer kimliklerin üstünü örten, çoğunlukla öteki olanı görünmez kılan, hatta diğer kimliklerin aslında kendileriyle aynı soydan gelen zayıf kimlikler olduğu (Kürtlerin Oğuz boyundan geldiği şeklinde ortaya atılan teorik şaka) demagojisi üzerinden kurmuştur.
Türkiye insanının daha çok devlet, medya ve Kürt bölgelerinde görev yapmış bol malumat sahibi memurlar tarafından şekillendirilen Kürtlük algısında, çapraz fişekliği ve tüfeğiyle haksızlığa baş kaldıran bir eşkıya ve on çocuklu cefa çeken üç etekli bir kadın figürü üzerinden tanımlanan, dürüst, saf ve her an kandırılmaya hazır iyi niyetli bir Kürtlük mevcuttu. 60’lı ve 70’li yıllar boyunca, Hikmet Kıvılcımlı, İbrahim Kaypakkaya ve birkaç devrimciyi saymazsak, Türk sol hareketinin Kürtlük algısı böylesi romantik, karmaşık ve gizemli bir iyi niyetten öteye geçmemişti. Özellikle 1990’ların ortalarından itibaren milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerin nazarında, devlete isyan eden, hain, içtiği kaba tüküren, çocuk parasına tenezzül eden, kapkaççı, güvensiz, kriminal bir Kürtlük algısına geçiş olmuştur. Türkiye sol cephesinde ise algı hala çarpıktır, hala kompleksten beslenmektedir, hala üstten bir bakıştır, burun kıvırmacıdır ve aynı zamanda komplocudur.


Kürdün çıplak gerçekliği yerine Türk üst kimliğinin bir ötekisi
Frantz Fanon’a göre “kolonileştirilen dünya sadece fiziksel ve belli bir toprak parçası olarak değil, düşünce ve değerler bakımından da Avrupa uzamından dışlanır.” Avrupalılar kolonileştirdikleri insanları ‘biz onları anlayamayız, onlar için insan hayatı ucuz ve değersizdir, onlar ancak şiddetten anlar, kendilerini kontrol edemezler’ şeklinde tanımlarken aynı zamanda bütün negatif özellikleri (kötülük, barbarlık, sapkın cinsellik, gizemli, belirsiz, karanlık) yüklemekten de geri kalmazlar. “Kimliklerin hem biyolojik hem de kültürel olarak arılığı ve saflığı büyük önem taşır. Çünkü Avrupai değerler her an kolonileştirilmiş ırkla ilişkiye geçer geçmez geri dönülmeyecek şekilde zehirlenebilir ve sakatlanabilir. Kolonyal hukuk, sınırın iki yanında ayrı ayrı uygulanır. Çünkü simgesel bile olsa bir sınır çizilmek zorundadır.” [4] OHAL döneminde Kürt coğrafyası için oluşturulan hukuksal çerçeve, yaşanan vahşet ve hukuk skandalları, bir dönemler İzmir Türk Budun Derneğinin Kürtleri kısırlaştırmak için yaratmaya çalıştığı kamuoyu süreci, İstanbul Valisinin ‘İstanbul’a giriş yapan Kürtlere vize uygulanmalıdır’ demesinin altında yatan milliyetçi bilinçaltı refleksi takdire şayandır. Ayrıca internet haber sitelerindeki yorumlar kısmı, Batı yakasında Kürtlerin nasıl algılandığına dair sosyolojik ve toplumsal algı ile ilgili çok değerli ipuçları vermektedir.
Başkalık, verili değil üretilmiştir paradigmasıyla yola çıkan Edward Said’e göre “Şark denilen yer, doğanın değişmez bir olgusu değil, bizzat yaratılmış, kurulmuş ya da şarklılaştırılmıştır. Bu durum, Avrupa’nın bizi hem yaratma ve aynı zamanda dışlama biçimidir.” [5] Avrupa, kolonileştirdiği dünyanın yerli ötekilerini Avrupa’ya ithal edip ihraç ederken tüm bunları kültürel antropoloji ve akademik disiplinleri yedeğine alarak yapıyordu. Türkiye’de ise durum yine en az kurucu ideoloji ve kurucu ideolojinin sosyolojik gerçeklikle kurduğu bağıntılar kadar çarpık ve biçimsizdi. Öyle ki, egemen söylem tarafından inatla dış güçlerin kışkırttığı ve aslında hiç olmayan bir etnisitenin bölgesel, ekonomik bir sorunudur diye tanımlanan Kürt sorunu, Kürt sorunu olmaktan çok bir Türkleştirme sorunundan kaynaklanıyordu.

Bir kimlik mezbahanesi: Türkiye Cumhuriyeti
Avrupa, Doğuyu kendi zihinsel kalıpları içerisinde tanımlayıp ötekileştirirken Türkiye Devleti, Kürtlüğü kendi hakim kültürel paradigmasına eklemleyip ‘onlar da bizden’ geçiştirmesiyle görünmez kılmaya çalıştı. Örneğin İngilizlerin Hindistan tarihini yazıp tekrar Hindistan’a ihraç etmeleri ile devletin kurucu kadrolarının Ankara’da icat ettikleri Kürtlüğü tekrar Kürtlere satmaya kalkması benzerlik gösterir. Böylece Kürdün çıplak gerçekliği yerine Türk üst kimliğinin bir ötekisi, muasır medeniyetler teleolojisi içerisinde, daha ilkel bir aşama olarak kabul edilen bir Kürtlük temsili oluşturulmaya çalışıldı. Sonraları postmodern anlatıların, gerçeğin yanlış temsili şeklinde temellendirdiği bu süreç aklın gerçeğe taktığı bir çelme idi.
Hepimizin tarihi birdir yalanını halklara yedirmeye çalışan, kurucu elitler, halkların en küçük itiraz anlarından en şiddetli başkaldırı anlarına kadar hemen hemen her dönemde askeri ve bürokratik bir hastalık olarak tanımlanabilecek kestirme ve kibirli bir tavırla, ‘Türkiye’de kendini Türk hisseden herkes Türk’tür’ dediler. Tarihin en büyük ironilerinden biri, bu gün Kürtleri, sürekli kimlik siyaseti yapmakla suçlayanların Anadolu coğrafyasındaki tüm kimlikleri sakatlayan, birbirine egemen kılmaya çalışan, ve tam bir kimlik mezbahanesi yaratan güçlerin ve onların devamcılarının olmasıdır. Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman olan Devletin GEN’lerden ve RNA’lardan Sorumlu Bakanı Cemil Çiçek’in “Nijeryalılara Türkçeyi öğrettik. Hakkâri ve Diyarbakır’dakine öğretemedik” demesi ile “Anadil hakkı ertelenemez bir insani haktır. Kürtler bizden resmi olarak anadil hakkı istemesinler” diyen imam hatipli, erkek, sünni, vatanperver Türkiye Başbakanı kimlik siyasetinden öte kültürel ve ırksal teröre destek vererek aleni bir faşizme çanak tutmaktadırlar.


Sömürgeciliğin diyalektik kurgusu

Negri’ye göre “Kolonyalizm, aynılık ve başkalık üreten soyut bir makinedir. Kolonyalizmin yarattığı ırksal terörün ve tabi kılma ilişkisinin en büyük tehlikelerinden biri de ezilen toplumu tek bir ulus çatısı altında toplayıp reel toplumsal farklılıkları homojenleştirip görünmez kılma tehlikesidir.” [6] Sömürgeciliğin diyalektik kurgusunu oluşturan Beyaz ve Siyah, Avrupalı ve Doğulu, Sömüren, Sömürülen vb. unsurlar, birbiriyle ilişkili işlev kazanan temsillerdir. Fakat söz konusu bu temsillerin doğada, biyolojide ve zihinde hiçbir somut karşılığı yoktur. Yine de kolonyal durumda bu farklılıklar ve aynılıkların sanki mutlak ve doğalmış gibi bir işlev görmesi sağlanır. Kürtlük ve Türklük aslında birleştirilmeye çalışıldıkça birbirinden uzaklaşan iki taraflı bir karşıtlığa dönmüş ise bunun en büyük sorumlusu, yüz yıl önce Kürtlerin temel insani haklarını gasp edip Kürdü kendi kolonyal söyleminin ötekisi ilan eden üniter cinnettir. Oysa bu topraklarda bütün çatışmanın Türk ya da Kürt olmaktan kaynaklandığı şeklinde lanse edilen retorik, reel toplumsal farkları homojenleştiren tek karşıtlık ilkesi yani, kolonyalizmin diyalektiğidir.
Devletin resmi ve meşru şiddeti, faşizm ve yoksulluk, kadın sorunu, askeri ve bürokratik hegemonya, eşitsiz dağılım gibi yüzlerce sorun Kürdün de Türkün de temel yaşamsal kaygıları iken ulus ve ulusal karşıtlık tavrı bu çelişkileri görünmez kılıp muhteşem bir görme darlığı yaratmakla kalmıyor, toplumsal bir uyuşturucu işlevi de görebiliyor. Milliyetçi histerinin palazladığı empatik sefalet yüzünden, milliyetten taraf olmuş herkes, çoklu, herkesi aynı anda vuran bu sarmal vahşeti bir taraf için mubah, bir taraf için haksızlık olarak göstermekte adeta ustalaşmıştır.
‘Türkiye Türklerindir’ demek nasıl tarihin en kederli kavimlerinden olan ve şu anda bile bazılarımızın evlerinde oturduğu şanlı ulus tarihinde İzmir’de denize dökülen Rumları ve Frenk’leri incitiyorsa Kürdistan Kürt’tür demek, tarihin en acımasız jenositlerinden geçmiş olan ve şu anda bile onların ektiği meyve ağaçlarının altında oturduğumuz Keldani, Êzîdî, Asuri, Nasturi ve Ermenilerin tarihsel acılarına acı eklemekten başka bir şeye yaramaz. Türkiye Türk’tür; Kürdistan Kürt’tür demek, kocasından sürekli dayak yiyen bir kadının bedeninde ve ruhunda his ettiği acıyı azaltarak; Batman’da farklı, Konya’da farklı kılmıyor.


Kan ve kemikten kurulmuş devletler
Çocuğu okula giderken cebine harçlık bırakmayan babanın mahcubiyeti Şemdinli’de de aynıdır; Ankara’da da. Kasıklarına polis tekmesi yiyip yumurtalıkları parçalanmış bir genç kızın bir daha anne olamayacağını bilmesi Diyarbakır ve İstanbul sınırlarını aşan bir acıdır. Ağrı’da zorla evlendirilen bir genç kızın hayata ve erkeğe olan öfkesi ile Karaköy Genelevinde her gün onlarca adamla cinsel ilişki kurmak zorunda kalan yirmi yaşındaki bir kadının öfkesi birbirine kardeştir. Çocukları dağda vurulan ve çocuklarının duvara asılan resimlerine bakan annelerin acısı her zaman birbirine denktir; bu denklik ve acının şiddeti, şehitliğin çok ötesine bir yerlere düşer. Makatına cop sokulan gencecik bir insanın aşağılanmış ve kırılmış ruhu Metris, Diyarbakır ya da Mamak cezaevlerinin çok ötesinde devletler ve toplumlar üstü bir yayılım gösterip bütün insanlığın ruhunu parçalar.
18. yüzyılda sömürgeleştirdikleri yerli ötekilerle karşıtlık ilkesi üzerinden uluslarını inşa eden Avrupalıların asıl kimliği, kolonyal bir ırkçılık üzerinden yükselmiştir. Tarihin hiçbir döneminde ulus, halk ve ırk kavramları birbirinin çok uzağına düşmemiştir. Homojen bir ulusal kimliğin ne kadar sağlam kurulduğu, ulusu besleyen ırk gerçeğinin ne kadar homojen ve pürüzsüz kurulduğuyla bağlantılıdır. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Türk ırkı vurgusunun milli marşlarda boy göstermesi ve tarihin en tuhaf teorik safsatalarından biri olan güneş dil teorisinin ortaya atılması, ulusallaşma macerasının ırkçılığa uğramadan var olamayacağı gerçeğinin bir tezahürüydü. Günümüzde göç ve farklılığın Avrupalıların bilinçaltında bu kadar güçlü bir ötekilik ve ırksal paranoya yaratmasının en büyük sebebi aslında Avrupalı hiçbir ulusun saf bir ulus olmadığını bilmesinden kaynaklanır.
Türkiye’de en katı milliyetçi ve şoven kitlelerin genellikle Türk olmayanların içinden boy vermesi bu tezi doğrulamaktadır. Baştan sona kan ve kemikten kurulmuş devletlerin şehitliklerinde yatan gencecik insanların genetik kodları çözüldüğünde ırkçıların ödünü patlatacak bir renklilik ve aslında vatan ve ulus uğruna ölen insanların büyük bir çoğunluğunun uğruna öldüğü vatandan ve ulustan olmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır.
 

Halk ya da ulus kimliği toplumsal farklılıkları gizleyen ya da saf dışı bırakan bir düzlemde kutsal ve parçalanamaz bir birlik algısı yaratarak, bütün çatışmaları ve krizleri minimize eden, insanların varlığını feda edebileceği bir cemaati yani ulusu önce hayali olarak kurar. Pratik düzlemde ise gündelik hayatın her tarafını kuşatan ulusal birlik algısı, totaliterliğe ve yüce devletin uygulamalarına boyun eğmeyi emreder. Böylelikle devletin ağzını sulandıran toplumsal arılık, temizlik ve saflık ortaya çıkar.
Fransız Devrimi ulus maskesinin altında yatan totaliterliğin ve baskıcı karakterin ilk ortaya çıktığı devrimdir. Ulus, toplumsal krizlere karşı bir marihuana (uyuşturucu) kadar etkili olmasıyla aslında karşı devrimcidir. Muhteşem bir yatıştırıcıdır. Bir ulus ancak tek bir genel çıkar üzerinden kendini yaşatabilir. Toplumsal düzen ve birlik bunlardan biridir. Fransız Devrimi, ulusallığı devrimci bir cephe olarak kurgulamıştı. Fakat çok geçmeden her gün bir meydana kurulan giyotinler, Danton’un uçurulan kellesi, eşitlik kandırmacasıyla devrim alanlarına sürülen yoksul sınıflara uygulanan baskı ve işkenceler, Fransız ulusçuluğunun aslında devrimci karakterinden ziyade tarihin en büyük gericiliklerinden biri olduğunu ortaya çıkarmıştı. Bu yönüyle ulusal egemenlik ya da halk egemenliği ruhsal bir kurgu yani bir kimlik kurgusunun ürünüydü. Çünkü ulusal egemenlik kavramının burjuva kavrayışı tikeldir, hegemoniktir, tarihselleşen burjuva egemenliğinin zaferidir ve Fransa’dan dünyaya yayılmış zehirli, aynı zamanda kudretli bir evrenselliktir. [7]

Ulus denilen hayali cemaat
Kemalist Reformculuğun, Birinci Paylaşım Savaşının devamı sayılabilecek ama her nedense resmi söylemde ulusal kurtuluş savaşı olarak geçen döneminde, cepheden cepheye koşan ve milis kuvvetler şeklinde örgütlenip bölge savunmaları yapan solcu, Kürt ve dindar kesimlere karşı uyguladığı tasfiye hareketi Fransız Devrimindeki ulus, kimlik ve toplumsal birlik kurgusuna bir yönüyle benzemiyordu. Temel retorik, ülkenin işgali ve bütün Anadolu halklarının, dolayısıyla İslam dünyasının onurunun çiğnendiği şeklinde somutlaşan ezilen ve yok edilmek istenen halkların ortak yurt savunması tuzağıydı. Fakat ortalık durulduktan sonra Fransa’da ve Anadolu’da ortaya çıkan sonuçlar fazlasıyla birbirine benziyordu.
Dışa karşı ulus denilen hayali cemaatin gücünü, otonomluğunu, birliğini hatta özgünlüğünü göstermek amacıyla savunmacı rol oynayan yapılar, içeride aynı cemaatin çoğulluğunu yok sayarak baskıcı bir rol oynadılar. Ulus, bir müphemlik ya da belirsizlik ya da bir düş olarak kaldığı sürece ya da egemenlikle bağ kurmadığı sürece ilericidir. Fakat aynı ulus, egemen bir devlet olarak biçim kazanmaya başlar başlamaz bütün ilericiliğini yitirir. Zamanla, iki tarafı keskin bir kılıç haline gelir ulusal kimlik. Jean Genet “Filistinlilerin kurumsallaştıkları gün onların tarafını tutmayacağım; ya da onlar da öteki uluslar gibi bir ulus haline geldikleri gün orada durmayacağım” [8] demişti.
Foucault, günümüzün radikal siyasetlerinin birçoğunun özcü ve karşıtlığa dayalı düşünüş biçimleri yüzünden hayal gücümüzün büyük oranda öldürdüğünü söyler. Durmadan yeni toplumsal hiyerarşiler ve yeni suçlular yaratan ve basit ikiliklere indirgenmiş ve ufkumuzu daraltan siyasal düşünüş kalıpları, bizim eşcinsel olmamızın, siyah olmamızın ya da kadın olmamızın mutlak anlamda bir direniş kimliğine sahip olmamız gerektiği yanılsamasını yaratır. Bu durum, sık sık baskı yapılarını yeniden üreten bir hınç kültürü yaratır. Yer tuzağına düşer ve bu yüzden anti-otoriter ahlakın tam karşısında yer alır. ‘Eril ve şovenist bir düşüncenin kadına kara çalmasıyla feminist söylemin erkeği iblisleştirmesi arasında fark yoktur aslında. Karşıtlığa dayalı bu tür söylemler iktidarı yeniden üretmekten başka hiçbir işe yaramaz.’

Gelenekseli aşan bir söylem gerekiyor
Sosyal ve kültürel şovenizmin bu topraklarda bu kadar kök salmasının bir nedeni de, Kürtlük algısının kendini Türklüğün aşağılamasına ve baskın karakterine karşı belli bir direniş kültürü üzerinden tanımlarken, Türklük algısının kendini Kürtlük de dahil diğer alt kimliklerin üstünü ve başat rolü üzerinden tanımlamasından kaynaklanır. Yirminci yüzyılın neredeyse tüm toplumsal mücadeleleri iktidar yapılarını tam olarak çözümlemeden iktidarı devraldıkları için çağın en iyi niyetli devrimleri bile korkunç bir hınç ve faşizm kültürünün tuzağına düşmüştür. Yaşam tarzı ve kimlik siyasetleri çoğu kez dünyayı sadece kendi mahallesinden ibaret gören bir bencillik tarafından kuşatılır. Siyahları ezen beyazlar, eşcinselleri ezen heteroseksüeller, kadınları ezen erkekler gibi birbirleriyle geniş ve karmaşık bağıntılara sahip çoklu kimlikleri de görünmez kılar ve sömürü algısını sınırlandırır. Bu kadar karmaşık kimliklerin ve sosyal konumlanışların içinden tüm gerginliği ve çatışmayı iki karşıt kimliğin ya da pozisyonun varlığına bağlamak bütün mücadele olanaklarını sınırlandırabilir; kuşatabilir ve olması gereken asıl direniş hattını görünmez kılabilir.
Geleneksel tanımlamalar, kategorileştirmeler, direniş reçeteleri, aşırı güven veren umut dolu lirik propaganda metinlerinin çok ötesinde bir şeyler söylemek gerekiyor artık. Salt Kürtlük kimliğinden beslenen ve dünyayı Kürtlükten ibaret gören bir Kürt mücadelesi Kürde en fazla her birinde bir bayrağın dalgalandığı resmi kurumlar ve Kürtlerin kolektif ruhunu okşayıp bir arada tutabilecek yeni semboller armağan edebilir.

Alternatif bir direniş kültürü için birkaç son söz
En ufak hücresine kadar iktidarın ve tahakkümün sızdığı bilgi kalıplarını red edip yeni bir direniş ve özgürlükçü dil yaratmak, melezleşen ve karmaşıklaşan aidiyetlerimizin ve kültürlerimizin önünde geniş bir soluklanma alanı yaratabilir. Bu melezliğin ve karşıtlığın içinde bile dünyanın bu günkü egemenlerinin yarattığı ırkçı, cinsiyetçi ve kolonyalist kurguları besleyen ve sadece ikili çatışmaya indirgenmiş ben ve öteki kavramına meydan okumak zorundayız. Tıpkı, ‘Sakarya ne zaman kendini bir günlüğüne bile olsa Cizre’nin yerine koymaya başlarsa o zaman kardeşleşiriz’ diyen Cizreli bir baba ile, ‘bin bir yoksullukla büyüttüğüm oğlum ülke sınırları içinde niçin gittiğini bilmediği bir yerde vuruldu’ diyen İzmirli bir annenin gösterdikleri zihinsel olgunluğa yabancı olmayan bir dil üretmek zorundayız.
“Kendi başına ne farlılık, ne melezlik, ne arılık, ne hareketlilik ne de hakikat bizi özgürleştirmez ama hakikati ve tüm saydığım değerleri üreten araçları elimize geçirmek yapabilir. Gerçek devrimci pratik üretim düzeyine gönderme yapar.” (J. Holloway)

Güven duygusunu kazanmış toplumsal projeler...
Parçalanmış toplumsal kimlikleri onaracak tek şey ulus devletlerin egemenliğini ve beraberinde getirdiği tüm hiyerarşilere karşı çıkmanın araçlarını ve imkanlarını yaratmaktır. Rönesans hümanizmi ile başlayıp bilincin tüm ütopyalarını denetlemeye aday olmuş, modern egemenlik güçlerine karşı yeni bir yaşam politikası geliştirmek zorunludur. Post-kolonyalist, anarşist ve Marksist olan bütün özgürlük hareketlerine karşı bağışıklık kazanmış olan modern kapitalizm Negri’nin deyimiyle artık finans manzaralar, tekno manzaralar, etno manzaralar olarak görünüyor. Kendini farklılık ve çokluk üzerinden tanımlıyor. Che’yi Converse ile sentezliyor! Her farklılık bir fırsattır saikıyla ilerliyor kapitalizm.
Halkları ve kültürleri zehirlemekten ve birbirine düşürmekten başka hiçbir işlevi olmayan ulus devletlerin yerine, konfedere biçimde örgütlenmiş, zengin bir benlik ve yeterlilik duygusuna sahip çok yönlü kişiliklerin ortaya çıktığı bir yaşam kültürü yaratılmak zorundadır. Solun tasavvur dünyası, bütün ekonomik sektörlerin kendi aralarında serbest dolaşımının getireceği ve insanların deneyim zenginliğini arttıran, kapitalizmin ve ilerleme ilkesinin böcekleştirdiği zavallı insanların yerine kendine güven duygusunu yeniden kazanmış bireylerden oluşan toplumsal projeler üzerine yoğunlaşmak zorundadır. Tanıl Bora’nın deyimiyle yerelciliğin ve refah şovenizminin dar kafalığına sıkışmadan, hem milliyetçiliğin gerilemesi hem de taşranın ayakta kalabilmesi için federalizm tutarlı bir siyasal alternatif olabilir.

Kibirleri ve ırkçılıklarıyla yüzleştirmek gerekir
Tüm bu zorlu devrimci pratiklerin içinde, verili bütün siyasal kavramlar yeniden tanımlamaktan çok daha zengin içeriklerini yaratmak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Eko-teknolojinin uygulanması, tüketimin akılcı ve dengeli dağılımının sağlanması, kısa sürede bozulan malların yerine dayanıklı malların üretilmesi, uluslar arası işbölümünün zayıflatılması gerekir. Uluslar arası işbölümünün zayıflaması kapitalizmin can çekiştiği zamanın diğer adıdır. Yerelci yönetimlerin yalıtımcı ve özyeterlilik ilkesinin yanlış algısı sayesinde kültürel dar görüşlülüğe ve yerel şovenizme sapabileceği hatta yerelin kendi baronlarını ve derebeylerini yaratabilme tehlikesine karşı Kayseri’nin en büyük düşmanın Diyarbakır değil küresel iktidar odakları ve onların yarattığı siyasal ve kültürel değerler skalası olduğunu gür bir sesle haykırmak zorundayız. Buna rağmen “bir kent ya da bir kasabada yer alan belediye binası, bir ulus devletin başkentinden ya da parlamentosundan çok daha masumdur” [9] diyen Bookchin’e kulak kabartarak, Paris Komünü ve 1930‘lu yılların İspanya geleneğini, orada kurulan biat etmeyi red eden komünal ruhu Anadolu ve Ortadoğu şehirlerine taşımakla büyük bir toplumsal dönüşüm yaratılabilir. Küçük burjuva konformizminin bütün nimetlerinden faydalanan, ‘ver kurtul, zaten doğu yıllardır tepemizde asalak gibi duruyor, biz olmazsak onlar açlıktan ölür’ diyen batılı kibiri ve refah şovenistlerini utandırmak ve onları kendi kibirleri ve ırkçılıklarıyla yüzleştirmek gerekir.
Yerel yönetimler, politik özgürlüğün; politik özgürlük ise bireysel özgürlüğün zeminini sağlamlaştırır. Dayanışmacı bir yaratıcılık, insan ile doğa arasında hiyerarşik olmayan yeni bir ilişki modeli yaratmak, toplumu devletten azad etmek, doğal yaşamın reddine dönüşen, yalnızlığın ve parçalanmaların mabedine dönüşen kentleri, eko-cemaatler ve eko-sistemlere uygun yeniden yapılandırmak, teknolojinin tahrip eden karakterinin yerine teknolojinin yaratım potansiyelini koymak, devlete karşı yurttaş örgütleri ve halk meclislerini kurmak, küresel kapitalizmin ve onun en güçlü ayağı olan ulus-devleti fazlasıyla zorlayacak olan devrimci zorun diğer adıdır. Mevcut ekolojik hareketlerin ekolojiyi sadece çevreyi koruma bilincinden ibaret gören kör ve dar algısını aşan, ekolojik hareketi, bir toplum ve bilim felsefesi, anti-hiyerarşik ve anti-otoriter bir toplum projesi, bir eylem ve yaşam tarzı olarak kurmak verili olana karşı devrimci bir müdahaledir.

Merkezsiz yeni iktidar yapıları
Artık eskisi gibi tek bir merkezden yayılan ve toplumu total bir baskı altına alan iktidarların yerine merkezsiz, her yerde bulunan ve sürekli kendini üreten bir iktidar ile karşı karşıyayız. Bütün ulusalcı, sol ve Marksist hareketlerde iktidarın tek bir merkezden yayıldığına dair inanç aynı zamanda bu iktidarı devirecek yegane gücün öncü bir devrimci parti olabileceğine dair bir inanç yaratmıştı. Bu gün, merkezsiz, dağınık ve ağlarla birbirine bağlı bir iktidar yapısında öncü partiye ihtiyaçtan çok yaşamın bütün gözeneklerine sızmış ve merkezi olmayan bir direniş hattına ihtiyaç vardır. Savaş, savaşan güçleri zamanla iki noktada birbirine çok benzetir: Birincisi benzeşme, milyonların şanlı direnişine rağmen, önder kadroların iç iktidar yapılarının ‘ben savaştım; ben yarattım; sahip benim’ türünden bir psikolojik tutumdan beslenen ve zamanla bir nevi grup ve lider oligarşisine dönüşmesidir. İkincisi benzeşme ise temsili olduklarını ve uğruna savaştıklarını iddia ettikleri halk kitlelerine karşı küçümseyici, dışlayıcı, homojenleştirici ve hizaya getirmeci yaklaşım biçimlerinde kendini gösterir. Devrimin kendi çocuklarını boğazlamasını önlemenin yolu, zamanla mücadeleyi zehirleyen ve mücadelenin hücrelerine kadar sızan iktidarı boğazlamaktan geçer.
Deleuze ve Guattari’ye göre özgürlük, toplumsal beklentilerden kaçıp kurtulma özgürlüğü değil, aksine toplumsal ilişkilere girme özgürlüğüdür. [10] Devrim senaryoyu yırtıp atmak, içselleştirilmiş gelenekleri, beklentileri, dışsal politik ve ekonomik kurumları unutmak veya yıkmak sorunu olduğunda, geriye hiçbir ilişki kalmaz. Aksine devrim, senaryoya eklemelerle, başka yerlerden stratejiler ödünç alıp umulmadık değişikliklerle gerçekleşir. Kuramsal normları doğrudan bir kenara fırlatmak yerine, başka yerden düşünceler taşıyarak, sapmalar ve alternatifler dizisi sunarak hegemonik söylemelerin tutarlılığı yerle bir edebilir. Dünya devrim tarihi boyunca, geleneğin ve bizden olmayan herkesin reddi üzerine yükselen dar örgütçülük, totaliter ve merkeziyetçi parti disiplini, devrime sadece bol miktarda ölen ve küsen devrimci armağan etmiştir. Dünya devrim tarihi, katı olan her şeyin buharlaştığı bir yaşam gerçekliğini kafamıza vura vura, iktidar üretmeyen toplumsallıkların acilen oluşturulması üzerine bize zengin dersler ve deneyimler bırakmıştır.


Acil olan bireyin devletten kurtarılmasıdır

Yine Tanıl Bora’nın deyimiyle “Mezopotamya’yı ‘baştan aşağı Kürt’ gören ve her baktığı ‘şey’de Kürtlük gören bir bakışın hakim olduğu bir iklimde, yerinden yönetim, âdemi merkezileşme vb. ilkeler, taban demokrasisini değil, yerel otokratların gücünü pekiştirmeye yarayacaktır.” [11]
Özerklik kavramı, zamanla iktidarların bu bizim iç meselemiz şeklinde oluşacak bir pervasızlığına dönüşebilir. Demokratik bir federasyon talebi, çoğulculuk ilkesine, ortak ilkeselliğe ve demokratik bir kültüre dayanmadığı sürece içe kapanma, yerelci bir tutuculuğa meyillenip bütün evrenselliğini yitirebilir. Söz konusu tehlikeyi aşmanın yolu, devrimin sadece kurumları ve ekonomik ilişkileri değil, canlı ve cansız bütün evrenle girdiğimiz ilişikleri, bilinci, yaşamı yorumlayışımızı ve arzularımızı kucaklama gerçekliği olduğunu kavramaktan geçer. “Tüm tahakküm ve hiyerarşi tarzlarına, sadece burjuvaziye değil, tüm toplumsal sınıflara ve mülkiyet biçimlerine karşı olan özgürlükçü bir bilinç ve bir eylem tarzı yaratmak zorundayız.” [12]
Devrim, toplumsal donuklaşmaya ve donmaya karşı sadece bilimin ve kültür politikalarının yetersiz olduğunu, sanatın dönüştürücü ve uyarıcı gücünün özgür ve eşit üstün insanlar cemaatinin pratik koşullarını yaratmada en önemli silahlardan biri olduğunu kabul etmek zorundadır. Bireyin devletten kurtarılması o kadar acil ve öncelikli bir hal almıştır ki, yerküre tarihin hiçbir döneminde iktidar karşıtı ve total itaatsizlik barındıran bir provokasyona bu kadar ihtiyaç duymamıştı.



KAYNAKÇA:
[1] Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda Kürdistan’ın Özerkliği Yasası 64’e karşı 373 oyla kabul edildiğinde, İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold’un Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yazdığı yazıda geçen ve meclisçe onaylanan 18 maddelik yasanın ilk maddesi. (10 Şubat 1922)
[2] “Zenginlik belirler, güç belirler, hiç biri belirlemezse, mor tüfeğin namlusu belirler.” Dr. Fuad düzmece tutanaklarla 1925 Şeyh Said yenilgisinden hemen sonra Diyarbakır’da idam edilir.
[3] ‘Stalin derdi ki: silah illa da silah’
[4] Frantz Fanon - Yeryüzünün Lanetlileri - Versus / 2007
[5] E. Said & Şarkiyatçılık & Metis / 2004
[6] A. Negri & M. Hart / İmparatorluk / Ayrıntı / 2008
[7] A. Negri & M. Hart / İmparatorluk / Ayrıntı / 2008
[8] Jean Genet ‘İnterview Avec Wischenbart & Paris 1991
[9] M. Boockhin /Kentsiz Kentleşme/ Ayrıntı / 1999
[10] P. Goodchild / Deleuze & Guattari Arzu Politikasına Giriş Ayrıntı / 2006
[11] Tanıl Bora / Federerasyonu Düşünmek / Birikim Dergisi
[12] M. Boockhin / Ekolojik Bir Topluma Doğru / Ayrıntı / 2005