18 Haziran 2012

ZÎLAN'DA BİR EŞKİYA FOTOĞRAFI VE TÜFEĞİN İHANETİ



















‘Bazen yüzüne kadar dökülen uzun saçlarını yana devirip öfkeyle konuşan, dağda bile üzerinde son derece şık elbiselerle gezen, Hesenevdal Medresesinde öğrendiği Ehmedê Xanî'den beyitler okuyan bu bakımlı eşkıya, ısrarla 'Bu savaşı kazanmak için tek bir yolumuz var. Zîlan Köylerine inip bütün çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim; bize ayak bağı olmasınlar; işte o zaman dünya alem görsün bakalım kimin kahraman kimin korkak olduğunu' diye ısrar ediyordu. Xalis Beg, gözleri çakmak çakmak olmuş bu adamı dehşetle dinliyordu...

 

Tarih, yerkürenin bütün sömürgelerinde muktedir için bir unutturma aygıtına dönüşürken direnen için her zaman bir hatırlama ve gözünü geçmişten ayırmadan yola devam etmenin silahına dönüşür. Bütün bu unutturma ve inatla hatırlama diyalektiğinin içinde hikâyenin en olmadık yerinden fırlayıp bize en çok göz kırpanlar devrimciler ve eşkıyalar olmuştur. Resmi tarih anlatısının tam ortasında eskimiş birer mayın gibi duran eşkıyaları, Kürtlük dünyasının derinliklerinden çıkarıp yüzeye çekenler daha çok dengbêjler olmasına rağmen Reşoyê Silo’nun hikâyesini bize görünür kılan daha çok ağzından kan akan bir eşkıyanın soluk fotoğrafı olmuştur.

Her direniş öyküsü kendi değerler skalasını büyütür, skala büyüdükçe yıkımın boyutu da aynı oranda büyür ve direniş sürdükçe bu ikili diyalektik tarihi bir tekerrür alanına dönüştürür. Onun içindir ki başkalarını anlatırken bile kendini anlatan devletin çelikten kibri, direnenin öyküsünü unutturmaya çalışırken elli yıl sonra aynı vadilerde Reşoyê Silo’nun izini Şêx Ararat ve Ahmet Kesip sürmüştür.

Eşkıya sırtını dağlara ve onu ihbar edecek bir ihbarcının erken infazına dayadıkça güvendedir. En çok ovalarda ve derin vadi boylarında vurulur eşkıyalar.  Bir kaç haini daha öldürmeden gitmiş olmanın pişmanlığını taşır eşkıya; çünkü keklik soyundandır o. Öldürülen bütün eşkıyaların fotoğrafında aynı imge hâkimdir: tilkinin kurnazlığı, korkusuz bakışlar, yaz ortasında bile giyilmiş kalın elbiseler ve keklik mahcubiyeti.

Çakırbey Karakolu basıldığında yeşil sarı kırmızı bir Acem kumaşını sırığın ucuna geçirip en önde yürüyen Reşo, 1926 sürgününde Batı'ya sürüleceğini bildiği andan itibaren yoldaşı Bekirê Qulixan ile birlikte dağları mesken tutar ve öldüğü güne kadar o dağlardan inmez! O dağların piridir ve kederinin düze indiği asla görülmemiştir!

Zîlan Direnişinde yanına eşi Zeyno'yu alıp seksen kişilik bir grupla Zîlan-Tendürek hattına çekilen ve adamlarıyla 1931'in kışına kadar direnen Reşoyê Silo'nun adamları bir tek açlıkla baş edemezler. Çünkü Zîlan Katliamından sonra bütün Zîlan mıntıkası boşalınca adamlarının arasında açlık ve çözülme başlamıştır. Reşo, yanına Mihemedê Xalit ve Emerê Xalit adlarındaki iki kardeş ile eşi Zeyno ve Zeyno'nun Kalkî Aşiretine mensup bir akrabasını alarak Tendürek Dağlarına çekilir.

 Bargirî-Erdîş sınırındaki bir mağarada saklanmışken Zîlan'da karın deşmekle ve kelle koparmakla ün salmış İbrahim Bey komutasındaki askerler, resmiyetin milis, Kürdün cahş dediği Sidîqê Keçel ve Feto'yu da yanlarına alarak pusuya düşürürler Reşo'yu. Reşo'nun çok güvendiği tüfeği tutukluk yapar. Kürdün tarihinin ve talihinin en çok tutukluk yaptığı zaman dilimlerinden biridir o günler. Reşo, kendisini teslim almaya gelen akrabası Feto'ya ilk kez yalvarır: Tüfeğini ver bana; benim tüfeğin namlusunda mermi sıkıştı. Feto, Reşo'yu teslimiyete zorlar. Reşo'yu oradan alıp öbür gün Zeyno'nun bulunduğu mağaraya götürürler. Zeyno direnir; teslimiyeti asla kabul etmez. Zeyno, Reşo'nun ısrarıyla teslim olur; öfkeyle Reşo'nun yüzüne bakar ve infaz edilene kadar yüzüne bakmaz Reşo’nun! İbrahim Bey, Zeyno'ya dönerek: Bak senin yiğidini yakaladım; ben mi yiğidim o mu? diye sorar. Zeyno hiç sektirmeden 'Sen Reşo'nun iti bile olamazsın! Senin emrinde askerler, milisler ve koca bir devlet var; Reşo’nun bir tek tüfeği vardı; o tüfek de ona ihanet etti! Bu cevap üzerine İbrahim Bey'in emriyle askerler ikisini yere yatırıp başlarını gövdelerinden ayırırlar ve kesik başlarını köy köy dolaştırıp teşhir ederler. Bu gelenek İbrahim Bey'den torunlarına kalır! Tarih süreğendir; sarmaldır; tekrar edilmeyi sever!

 

'Eşkıyalar' kitaplardaki resmi tarihe değil, hatırlanan tarihe aittir. Olaylar ve onları şekillendirenlerin kayıtlarından ibaret olan tarihin değil, teoride denetlenebilir olsa da fiilen denetlenemeyen ve yoksulların dünyasını belirleyen etkenleri simgeleyenlerin, yani halka adalet getiren kralların ve kahramanların tarihinin parçasıdırlar. Eşkıya efsanesinin bizleri hala harekete geçirebilme gücüne sahip olması bundandır.’

                                                                                  Eric J. Hobsbawm

 

Yıllar sonra İran'dan bir asker Reşo'nun infazından hemen sonra çekilmiş bir fotoğrafla birlikte bir mektup yollar Reşo'nun akrabalarına. Mektubun bir yerine bir cümle düşmüştür: İbrahim Bey Reşo'ya ‘Seni nasıl öldürmemi istersin ?’ diye sorduğunda Reşo: ''Tutukluk yapan o tüfek bana ihanet etti ve benim ölümüme sebep oldu. O sıkışan mermiyi namlusundan çıkarın ve o tüfekle infaz edin beni’ diye cevap verir.

Reşo’dan sonra dağlarda vurulan bütün eşkıyaların ağzından hala kan akmaktadır...



Yararlanılan Kaynak: Sedat Ulugana; Ağrı Kürt Direnişi ve Zîlan Katliamı (1926-1931) Pêrî Yayınları               




Göç-ük  & Göç-me & Göç-ertilme
 SELAHEDDÎN BİYANÎ
On yaşlarında bir çocuk kırık dökük bir kamyonun üstünden atlayarak köye doğru koştu! Boğazını yırtarcasına bağırıyordu: Gundînooo! Cêleka me li ser qamyonê da ket û şaxên wê şikestin! Köylüler toplanıp ineğin bulunduğu bölgeye gittiklerinde çocuklar ve anneleri ineğin başına toplanmış boynuzun kırılan yerinden akan kana bakıp ağlıyorlardı.  Bu insanlar topraklarından sökülüp atılmanın kederinden ağlamıyordu. Bir daha asla eskisi gibi olmayacağından emin oldukları ve bilemedikleri bir yaşama doğru ilerlerkenki korku da değildi onları ağlatan. Yara henüz sıcaktı; hem ineğin hem o insanların. İneği hemen orada kestiler; ineğin boynuna inen bıçak kimi kesiyordu; neyi kesiyordu; kimse bilmiyordu. Ne göç-ük ne göç-me ne göç-ertilme; bütün acıların üstüne çıkan o büyük acı: ineğin kırılan boynuzu!

Wexta em li gûnd çar-pênç mehan me kar dikir;
em donzdeh mehan têr û tejî bûn.
Paşê em hatin vî bajarê kambax;
em donzdeh mehan kar dikin; donzdeh mehan jî em birçîne…
                                                                                                               Xalê Evdilla (Wan)

Xalê Evdila’nın köyü Kato yamaçlarında yemyeşil bir vadinin ortasındaydı; eski bir Nasturî köyü olan bu köyün ortasından Zap’ın en büyük kolu olan Çemê Qetilê evlerinin hemen altından geçiyordu. Çoğu kez toplanmadığı için sadece kuşların yediği, Nasturilerden kalma o güzelim üzüm ağaçlarını unutamıyordu bir türlü. Wexta em li gund diye başlıyordu: o kadar çok üzüm bağı vardı ki çoğunu kuşlarla paylaşıyorduk. Şimdi bu berbat şehirde bazen aylarca meyve yemediği oluyor çocukların derken gözleri doluyordu. Wexta em li gund diye başlıyordu; konuşmanın her hangi bir yerinde wexta em li gund derken birden susuyordu. Bizde en erken ölen seksen yaşında ölüyordu; şehre geldikten sonra hiçbirimiz yetmiş yaşını dahi göremedik, derken kalorifer isinden simsiyah olmuş yanaklarından akan yaşı yine isli elleriyle siliyordu Xalê Evdila. Başladığı ve bitirdiği her cümlenin sonuna hiç sektirmeden yapıştırıyordu o meşhur repliğini: Wexta em li gund… Yaşamının başlangıcı ve sonu gibi: Wexta em li gund. Çünkü bir ömrün miadı ya büyük bir aşk ya da büyük bir ayrılıktı Xalê Evdila ve yeryüzünün bütün göçmenleri için…

Van Kalesi’nin arka tarafında kimseler onu tanımasın diye mantar tüfeğiyle çocuklara atış yaptıran Xalê Kamil babamı gördüğünde irkilir yolunu değiştirdi. Her defasında babamın yüzü dökülürdü. Bir keresinde Xalê Kamil diye seslendi babam. Xalê Kamil duymazlıktan geldi ve oradan uzaklaştı. Babama sordum; bu adamla kavgalı mısın diye? Hayır dedi. Xalê Kamil’in köydeyken beş yüz koyunu varmış; evinde her gün ortalama yirmi misafir besliyormuş. O zamanlar Bir Arap kırması Rahvan atı ve sürekli omzunda Kürtlerde bir ülke kadar kıymetli olan Buruno tüfeği olmadan hiçbir yere gitmezmiş. Köyleri yakıldıktan sonra Van’a gelmiş ve yaşamı binlerce yerden kırılmış. Sırf onu önceden tanıyan birine rastlamasın diye Van’ın en uzak bölgelerine çekilip mantar tüfeğiyle çocuklara mantar patlatıyormuş. Xalê Evdila’nın öyküsü, elli koyun verip muhtemelen Güneyli bir peşmergeden aldığı ve büyük bir gururla misafirlerine gösterdiği Burono tüfeğinden, çocukların beş yüz Türk Lirası karşılığı eğlendiğiren Mantar Tüfeğine doğu akan bir serüven değildi sadece. O kocaman adam, büyük bir mahcubiyetle, kimselerle konuşmadan; sessizce ve saklanarak öldü. Bir keresinde babam dolmuşta rastlıyor Xalê Kamil’e ve senin çok ekmeğini yedik; niye bizi gördüğünde yolunu değiştiriyorsun? diye soruyor. Babamın yüzüne hiç bakmadan Kürdün bin yıllık ezberini tekrarlıyor: Ez çi bikim? Agir bikeve mala felekê…

Göç, Colemêrg sokaklarında kiras û fîstan giymiş annesiyle arasına en az beş metre mesafe koyarak yürüyen ve bozuk bir Türkçe ile konuşan uzun topuklu esmer bir kızın annesinin her ‘keça min bicîk zû bimeşe’ ricasına ‘offf anne sende’ diye karşılık veren o ağır utancının kendinden utanmaya dönüştüğü o andır. Göçün yüzlerce adından biri de kendine ait olandan utanmaktır; Mersin, Amed ve Van sokaklarında…

Tarih, göçün sadece göç olmadığını, göçün aynı zamanda bir göçük altında kalma ve içten göçertilmeye denk düştüğü gerçeğini göçertilmiş kavimlerin kederli belleğine binlerce kez not düşmüştür. Yüzyıllardır milyonlarca Xalê Evdila, milyonlarca Xalê Kamil ve milyonlarca annesinin dilinden ve fistanından utanan Kürdün vatanı olmasın diye muktedirler tarafından başkalarının vatanlarına savrulmuş olmalarının diğer adıdır göç. Kürdün belleğinde göç sadece göç değildir; göçüktür, göçük altında kalmadır ve bir bütün olarak göçertilmedir! Otuz yıldır gözüm gibi sakındığım çeyiz sandığımı bile almama izin vermediler diyen bir kadının devlet resmiyeti tarafından alev alev yakılmış anılarıdır göç; aynı kadının rahmine düşmüş ilk çocuğun dağda vurulmasıdır göç. O çeyiz sandığının küllerine bakamadan ve rahmine ilk düşmüş çocuğun ölü bedenini dahi göremeden ölmenin kederi kadar ağırdır göç. Devletin külden ve cesetten bile korkarken zulme itiraz eden bir annenin kafasına indirdiği bir dipçiğin bıraktığı sızı gibidir göç. Xalê Evdila’nın Çiyareşk’te yaban nergizine dokunan ellerinin Van’da bir kalorifer borusuna yapışıp yanması ve avucundaki hayat çizgisinin kaybolmasıdır göç. Xalê Kamil’in köydeyken büyük bir onurla omzunda taşıdığı Buruno tüfeğinin şehirde mantar tüfeği ile takas edilmesidir göç. Hayatları boyunca birbirine yalan söylememiş Bahdînan Köylülerinin gelen ilk Kayserili ya da Antepli tüccara güvenip bütün hayvanlarını teslim ederek şehirde üç tekerli arabaları iterken alınlarında beliren boncuk boncuk ter damlalarıdır göç. Ait olmadığı topraklarda yeşerirken gövdesine enjekte edilen yüzlerce yabanıl aşı yüzünden binlerce yara bere ile büyüyen bir ağaç gibi olmaktır göç. Kendini tanımlayamayan mahcup bir kasabalı kimliğin zamanla kendinden çıkma ve hiçbir şeye bir daha benzememesidir göç. İç kanamanın içeriyi çürütürken dışarıda kimliği parçaladığı ve yoğun bir acının zamanla acımasız bir öfkeye dönüştüğü bir Beyoğlu külhaniliğidir göç. Bir tek yetersizlik duygusunun, bir çok yerden eksik kalmışlığa denk geldiği bir durumdur göç. Göç hayata, dünyaya ve çağa karşı bir bîyanîlik durumudur…


                                                                                                                      

4 Haziran 2012


ÜÇ MEVSİMDE DÖRT GÖÇ & SÊ DEMSAL ÇAR KOÇBERΠ


Not: Bu bir Kızılderili öyküsü değildir!


"Ermenî û pez, Kurd û rez bihevnakevin"
(Ermeni ile koyun, Kürt ile bağ-bahçe bağdaşmaz)

Lêwîn platosundan Kato ya da Çiyareşk doruklarına bir günde çıkan bir kadının üç bin metrede söylediği heyranok makamında öyle bir iniş çıkış vardır ki "heyran jaro'' diye asıldığı makamın nerede nasıl bir iniş ya da çıkış yapacağını asla kimse kestiremez. Müziğin tonalitesi ait olduğu kavmin coğrafyasından ve karakterinden beslenerek serpişir, büyür ve Behdînan'dan Serhad'a kadar uzanan bir dengbêjin kilamına takılır kalır.

Özgür aşiret toplulukları şeklinde yaşayan bu kadim kavmin müziğinde iktidar yoktur; yalındır; liriktir. En önemlisi Kürt müziğinin o ani ve sert iniş çıkışlarla dolu olması, diğer kavimlerin belli bir kalıp üzerinden ilerleyen müzikal totalliğine meydan okur. Zerzan, buna tonalitenin faşizmi der. Botan yöresinde herhangi bir payîzok dinleyen birinin Kürtler ile Kızılderililer akraba mı sorusunu sorması gayet normaldir. Çünkü doğa, aşk, kadın ve doğanın ritmi iç içe geçmiştir: Keremê Kor'un her kilamın arkasına serpiştirdiği o muhteşem replikler doğanın sesidir. Ya da Kawis Axa'nın bazen sesini keman inceliğine çekmesi Çemê Çetelê'den emanet alınmış bir doğal repliktir.

Kürdün kırılganlığı, alınganlığı, kendine karşı olan inadı ve yalnızlığı kederli tarihi kadar coğrafyasından miras kalmıştır. Ani öfke patlamalarını, inadını, hayattaki tek varlığı olan katırının inatlaşmasına inat onu vurarak öldürmesini ve başında oturup hüngür hüngür ağlamasını başka ne izah edebilir ki. Ya da deliler gibi sevdiği bir kadının çadırın önünde yüzüne bakmamasını ömür boyu bir ayrılık gerekçesi yapmasının ve o kadının ardından ömür boyu yas tutmasının başka nasıl bir izahı olabilir ki. Bu naif ve değişken karakter Kürdün başını nicedir çok ağrıtmaktadır. Bu ağrı, tarihsel bir pişmanlığın ve çaresizliğin izdüşümü gibidir. 

Yaylalar Kürtlerin yüksek yurdudur. Zoma-zozan-war-wargeh şeklinde tanımlanan yüzlerce yaylanın içinde Laleşîn, Faraşîn, Şerefdîn, Eledax, Elegez yaylaları Kürt dengbêj müziğinin her tarafına serpişmiştir. Örneğin Şakiro'nun belli bir ritimle ilerlerken birden ritmi inanılmaz bir iniş ya da çıkışla darmadağın etmesi ve belli bir tonaliteyi ret etmesi Bazîd ovasından Eledax yaylasına çıkan bir bêrîvanın ya da bir tirpankêşin dağ ile ova arasındaki uçurumi duygusundan çıkmadır. Dengbêj müziği anti-otoriterdir. Kürtlerin ince bir edebi ustalıkla ve harikulade bir hafızayla yarattıkları bu müzik türünün uzunluğundan yabancılar inanılmaz derecede sıkılırlar. Bir parmağı kulağında ve avucu yanağındayken ovaya karşı şarkı söyleyen birinin dünya umurunda değildir. Doğayla bütünlük halindedir. Kendini doğanın ve kendi iç doğasının akışına bırakmıştır. Anti-otoriterliği buradan gelmektedir bu müziğin; piyasa yoktur; beğendirme kaygısı yoktur! Bir göç yolunu saatlerce süren bir anlatımla ortaya koyar. Mahsun Kırmızıgül gibi her bir karesinden binlerce roman çıkarılabilecek Kürdi bir trajediyi bir filmde verme aceleciği, piyasacılığı ve kurnazlığı yoktur. Çünkü nicedir kürdün lügatında Yankilerin verdiği parayla Kızılderili şarkısı söylemek ve onları eğlendirmek omurgasızın soytarılığı olarak geçer.

''O kadar çok göç ederdik ki hiçbir ölümüze tabut bile hazırlayamazdık! İşe, aşa ve doğaya ihtiyacımız vardı! Yaylalarda ölen hiçbir yaşlının tabutu yoktur. Bir gün köylerimiz yakılıp boşaltıldı; kalan köylere de yaylalara çıkış yasağı geldi! O yaylalarda genç çocuklarımızın yüzlerce tabutsuz mezarı olduğunu öğrendik sonraları… Doğanın büyük bir cömertlikle bize sunduğu o otlaklar bizden sonra daha da gürleşti, o pınarlar hala akmakta fakat kocaman kazanlarda kaynayan sütümüzü burnumuzdan getirdiler. Önceleri köyde herkes şarkı söylerdi. Şimdi, şehirde yaşlılarımızın dışında herkes o şarkıları unuttu...''
                                                                     (Eliyê Qaso / Colemêrg-2009)

Botan ve Behdînan'da üç mevsimde dört defa göç yollarına düşülürdü. Birinci göçte, zozan, ilkbaharın sonuna doğru köye yakın bir yere kurulur; doğanın cömertçe sunduğu bereketli otlaklardan beslenen binlerce hayvanın sütünden peynirler yapılırdı. Yaza doğru ikinci zozan biraz daha yüksek bir platoya yada karlı kaplı dağların doruklarına kurulurdu. Burada berxbir denilen kuzu kırpma şenlikleri düzenlenirdi. Yün yapağı ve tereyağı üretimi yapılırdı. En son göç yani sonuncusu ise havaların soğumasıyla birlikte köye yakın mezralara yada vadi yataklarına yapılırdı. Teremast denilen kış yoğurdu bu zozanlarda yapılırdı. Koçlar burada dövüştürüldü. Havalar iyice serinlediğinde tekrar köye dönülürdü. Kürdi müziğin ritmi ve akışı bu göçlerin akışına göre şekil aldı yüzyıllarca.

Üç ahşap sütunun üzerine oturtulmuş, keçi kılından yapılmış simsiyah kıl çadır altında sütunun birinde Bruno marka (birno) tüfek, ikinci sütunda güneyden yirmi koyun karşılığı alınmış transistörlü bir radyo ve üçüncü sütunun üzerinde Şahmeran işlemesi olan patiska çantanın içinde bir Kuran olan o çadırda öyküler, şiirler, anılar anlatılırdı geceler boyu.O sütunlardan birine asılmış olan o radyodan yükselen "gelî guhdarên ezîz" diye başlayan Êrîvan ve Bağdat radyolarının kısa süren yayınlarının hemen  ardında kurulan dengbêj divanlarında çadırın arkasına saklanıp söylenen şarkıları dinleyen kadınların görüntüsü hala hafızamda tap tazedir. Tereyağı ve yoğurt yapılırken, deri tulumlar (pîst-hinban-meşk) bir bir temizlenirken kadınların söylediği şarkılar kadın ve doğa arasındaki ilişkiyi en çıplak haliyle verirdi...

Dağ, ova, nehir, eriyen kar, aşk, özlem, kıl çadırlar, yasaklı sevmeler, çaresizlik, kahramanlık ve pornografik sertliğe karşı aşkla yoğrulmuş bir erotizm... Dengbêjin sesiyle irkilen ruhların köklerini nerelere saldığını özetleyen Eskerê Boyîk'in deyimiyle: Kilam hem derde hem dermane / Kilam ji evda re dîn û îmane... 

                                                                                             (Selaheddîn Biyanî)