‘Bazen yüzüne kadar dökülen uzun
saçlarını yana devirip öfkeyle konuşan, dağda bile üzerinde son derece şık
elbiselerle gezen, Hesenevdal Medresesinde öğrendiği Ehmedê Xanî'den beyitler
okuyan bu bakımlı eşkıya, ısrarla 'Bu savaşı kazanmak için tek bir yolumuz var.
Zîlan Köylerine inip bütün çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim; bize ayak
bağı olmasınlar; işte o zaman dünya alem görsün bakalım kimin kahraman kimin
korkak olduğunu' diye ısrar ediyordu. Xalis Beg, gözleri çakmak çakmak olmuş bu
adamı dehşetle dinliyordu...
Tarih, yerkürenin
bütün sömürgelerinde muktedir için bir unutturma aygıtına dönüşürken direnen
için her zaman bir hatırlama ve gözünü geçmişten ayırmadan yola devam etmenin
silahına dönüşür. Bütün bu unutturma ve inatla hatırlama diyalektiğinin içinde hikâyenin
en olmadık yerinden fırlayıp bize en çok göz kırpanlar devrimciler ve eşkıyalar
olmuştur. Resmi tarih anlatısının tam ortasında eskimiş birer mayın gibi duran eşkıyaları,
Kürtlük dünyasının derinliklerinden çıkarıp yüzeye çekenler daha çok dengbêjler
olmasına rağmen Reşoyê Silo’nun hikâyesini bize görünür kılan daha çok ağzından
kan akan bir eşkıyanın soluk fotoğrafı olmuştur.
Her direniş
öyküsü kendi değerler skalasını büyütür, skala büyüdükçe yıkımın boyutu da aynı
oranda büyür ve direniş sürdükçe bu ikili diyalektik tarihi bir tekerrür
alanına dönüştürür. Onun içindir ki başkalarını anlatırken bile kendini anlatan
devletin çelikten kibri, direnenin öyküsünü unutturmaya çalışırken elli yıl
sonra aynı vadilerde Reşoyê Silo’nun izini Şêx Ararat ve Ahmet Kesip sürmüştür.
Eşkıya sırtını
dağlara ve onu ihbar edecek bir ihbarcının erken infazına dayadıkça güvendedir.
En çok ovalarda ve derin vadi boylarında vurulur eşkıyalar. Bir kaç haini daha öldürmeden gitmiş olmanın
pişmanlığını taşır eşkıya; çünkü keklik soyundandır o. Öldürülen bütün
eşkıyaların fotoğrafında aynı imge hâkimdir: tilkinin kurnazlığı, korkusuz
bakışlar, yaz ortasında bile giyilmiş kalın elbiseler ve keklik mahcubiyeti.
Çakırbey
Karakolu basıldığında yeşil sarı kırmızı bir Acem kumaşını sırığın ucuna
geçirip en önde yürüyen Reşo, 1926 sürgününde Batı'ya sürüleceğini bildiği
andan itibaren yoldaşı Bekirê Qulixan ile birlikte dağları mesken tutar ve öldüğü
güne kadar o dağlardan inmez! O dağların piridir ve kederinin düze indiği asla
görülmemiştir!
Zîlan
Direnişinde yanına eşi Zeyno'yu alıp seksen kişilik bir grupla Zîlan-Tendürek
hattına çekilen ve adamlarıyla 1931'in kışına kadar direnen Reşoyê Silo'nun
adamları bir tek açlıkla baş edemezler. Çünkü Zîlan Katliamından sonra bütün
Zîlan mıntıkası boşalınca adamlarının arasında açlık ve çözülme başlamıştır. Reşo,
yanına Mihemedê Xalit ve Emerê Xalit adlarındaki iki kardeş ile eşi Zeyno ve
Zeyno'nun Kalkî Aşiretine mensup bir akrabasını alarak Tendürek Dağlarına
çekilir.
'Eşkıyalar' kitaplardaki resmi tarihe değil, hatırlanan tarihe aittir. Olaylar ve onları şekillendirenlerin kayıtlarından ibaret olan tarihin değil, teoride denetlenebilir olsa da fiilen denetlenemeyen ve yoksulların dünyasını belirleyen etkenleri simgeleyenlerin, yani halka adalet getiren kralların ve kahramanların tarihinin parçasıdırlar. Eşkıya efsanesinin bizleri hala harekete geçirebilme gücüne sahip olması bundandır.’
Eric J. Hobsbawm
Yıllar
sonra İran'dan bir asker Reşo'nun infazından hemen sonra çekilmiş bir
fotoğrafla birlikte bir mektup yollar Reşo'nun akrabalarına. Mektubun bir
yerine bir cümle düşmüştür: İbrahim Bey Reşo'ya ‘Seni nasıl öldürmemi istersin ?’
diye sorduğunda Reşo: ''Tutukluk yapan o tüfek bana ihanet etti ve benim
ölümüme sebep oldu. O sıkışan mermiyi namlusundan çıkarın ve o tüfekle infaz
edin beni’ diye cevap verir.
Reşo’dan sonra dağlarda vurulan bütün eşkıyaların ağzından hala kan akmaktadır...
Yararlanılan Kaynak: Sedat Ulugana; Ağrı Kürt Direnişi ve Zîlan Katliamı (1926-1931) Pêrî Yayınları