Mem, Beko’yu oyundan kovmuştu,
Tajdîn, Zîn’e âşık olmuştu, Sitê unuttuğu hikâyesinin içinde yüzünü durmadan
gerdiren esmer bir Ajda Pekkan’a öykünüyordu… Bıçkın ve kurnaz köylülerin
sofralarından yükselmeye başlamıştı Scotch viskiler eşliğinde Zeki Müren’in
sesi. Bir kişinin ölümüyle aylarca sarsılan şehir, toplu cenaze merasimlerinde
bile okey masasından kalkmayan lümpenlerle dolmaya başlamıştı… Bu şehir kendini
vurmayı öğrendiğinde kimileri tarihin başlangıcı dedi buna; ben dâhil herkes
buna böyle inandı…
Şehrin tarihini anlatırken aslında kendini anlatan, kendini anlatırken
şehrin hikâyesini atlayan hikâye anlatıcısının Vizontele’si gibi değildi
yaşananlar ve öyle yazmıyordu unutulmuşların tarihi… Dağlarda savaşmaktan
yarılmış namlular ile ‘Her Şey Vatan’ için diye yeri göğü inletenler arasında
savaş sürerken, Qîro’nun Sümbül’e bakan meyhanesinde Nasır’ın okuduğu
payîzoklar ile Zeki Müren’in sesi arasında yaşanıyordu asıl savaş! Belki de
kimsenin anlamadığı şey, yaşanan her şeyin aşırı basit bir denklem kadar zor
oluşuydu. Şimdi, hiçbir tarihsel çözümleme yetmiyor düşen bir şehrin düşler
tarihini anlatmaya ve düşe düşe tarihin patikalarında dizleri kanamaktan kabuk
bağlamış bir Cin Ali’sin artık sen!
Türkçe bilmeyen çocukların Cumhuriyet İlk Okulu önündeki havuzda yüzdürdükleri
kâğıt gemileri faşist bir öğretmen tarafından mütemadiyen yakılıyordu; yıllar
sonra aynı çocukların kafa derileri yüzdürüldü dağlarda… Sen en cesur ve en
bıçkın çocuklarını yitirirken çağsız ve zamansız, çağsız ve zamansız kadınların
yaktıkları ağıtları biri yasakladı, öbürü o ağıtın içinden ‘en pazarlanabilir’
cümleyi ayıklayarak bir tek o cümleye estetik değerler biçti utanmadan…
Hakkâri’nin kuru ayazından kaçıp
şehrin nadir kaloriferli binalarından biri olan Halk Kütüphanesine sığınan o
çocukların çoğu sonradan üniversiteyi kazandığında kazandıran şeyin
öğretmenlerin ve eğitimin kalitesi değil ‘dağ ayazı’ olduğunu bir tek onlar
biliyordu. Daha sonra aynı çocuklar dağ ayazlarında donarak ölürken tarihin
çarkı ‘Çerxa Şoreşê’ ye çoktan dönmüştü. Kompozisyon yarışmasında Türkiye
ikincisi olan çocuğun muntazam Türkçesi öğretmeni tarafından övülürken sınıfın
kapısını çalmadan paldır küldür içeriye dalan kız kardeşinin ‘Abê fazla qelem
heye?’ derken abisinin yüzüne düşen o ağır utanma hissi, Otooryantalizm, Neokolonyalizm
ve saire.
Gövdende ağır bir hasarla ilerlerken direniş tarihinin içinde, güvertende
bağırdıkça sesleri kırılan ve gecikmiş devrimlere kül rengi şarkılar söyleyen o
çocukların nerede sahiden? Ve şimdi soruyorlar: Sen kimin gemisiydin? Yanına
kahraman çocuklardan başka kimseyi almayan Nuh’un mu? Sahici düşler satan sahte
havarilerinin mi?
Qiran Mahallesinde bilye oynamayı subay çocuklarından öğrendiğimizde bir
birimizin en esmer yanlarını kırıp dökmeye başlamıştık. Ve efendisini
eğlendiren gönüllü gladyatörler gibi boğuştuğumuz o it dalaşlarımızın utancını
gizleyemiyor artık en keskin direniş hikâyelerimiz bile. Bizim birbirimizle
boğuştuğumuz o günlerde siyah beyaz Kızılderili filmleri oynatılıyordu
televizyonlarda ve beyaz adam durmadan yeni şeyler öğretiyordu Ceronimo’nun
atalarına…
Cin Ali hikâyelerindeki o ipince çizgiler, o çocukların sonradan tebeşirle
asfaltlara çizilmiş cinayet siluetleriydi aslında…
Cin Ali’ye ve nineme ne çok benziyorsun! Bir deri, eğilip bükülmüş birçok
kemik…
Not: bu yazı, talim terbiye kurulunun yasakladığı, toplattığı ve Depîn
Çöplüğünde yaktığı ‘Cin Ali Çöplükten Beslenirken’ hikâyesinden alınmıştır.
Mart 2004 & Ekim 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder