30 Aralık 2011

HAKKARİ CİN ALİ'YE VE NİNEME BENZER



















              

Mem, Beko’yu oyundan kovmuştu, Tajdîn, Zîn’e âşık olmuştu, Sitê unuttuğu hikâyesinin içinde yüzünü durmadan gerdiren esmer bir Ajda Pekkan’a öykünüyordu… Bıçkın ve kurnaz köylülerin sofralarından yükselmeye başlamıştı Scotch viskiler eşliğinde Zeki Müren’in sesi. Bir kişinin ölümüyle aylarca sarsılan şehir, toplu cenaze merasimlerinde bile okey masasından kalkmayan lümpenlerle dolmaya başlamıştı… Bu şehir kendini vurmayı öğrendiğinde kimileri tarihin başlangıcı dedi buna; ben dâhil herkes buna böyle inandı…



Şehrin tarihini anlatırken aslında kendini anlatan, kendini anlatırken şehrin hikâyesini atlayan hikâye anlatıcısının Vizontele’si gibi değildi yaşananlar ve öyle yazmıyordu unutulmuşların tarihi… Dağlarda savaşmaktan yarılmış namlular ile ‘Her Şey Vatan’ için diye yeri göğü inletenler arasında savaş sürerken, Qîro’nun Sümbül’e bakan meyhanesinde Nasır’ın okuduğu payîzoklar ile Zeki Müren’in sesi arasında yaşanıyordu asıl savaş! Belki de kimsenin anlamadığı şey, yaşanan her şeyin aşırı basit bir denklem kadar zor oluşuydu. Şimdi, hiçbir tarihsel çözümleme yetmiyor düşen bir şehrin düşler tarihini anlatmaya ve düşe düşe tarihin patikalarında dizleri kanamaktan kabuk bağlamış bir Cin Ali’sin artık sen!



Türkçe bilmeyen çocukların Cumhuriyet İlk Okulu önündeki havuzda yüzdürdükleri kâğıt gemileri faşist bir öğretmen tarafından mütemadiyen yakılıyordu; yıllar sonra aynı çocukların kafa derileri yüzdürüldü dağlarda… Sen en cesur ve en bıçkın çocuklarını yitirirken çağsız ve zamansız, çağsız ve zamansız kadınların yaktıkları ağıtları biri yasakladı, öbürü o ağıtın içinden ‘en pazarlanabilir’ cümleyi ayıklayarak bir tek o cümleye estetik değerler biçti utanmadan…

 

Hakkâri’nin kuru ayazından kaçıp şehrin nadir kaloriferli binalarından biri olan Halk Kütüphanesine sığınan o çocukların çoğu sonradan üniversiteyi kazandığında kazandıran şeyin öğretmenlerin ve eğitimin kalitesi değil ‘dağ ayazı’ olduğunu bir tek onlar biliyordu. Daha sonra aynı çocuklar dağ ayazlarında donarak ölürken tarihin çarkı ‘Çerxa Şoreşê’ ye çoktan dönmüştü. Kompozisyon yarışmasında Türkiye ikincisi olan çocuğun muntazam Türkçesi öğretmeni tarafından övülürken sınıfın kapısını çalmadan paldır küldür içeriye dalan kız kardeşinin ‘Abê fazla qelem heye?’ derken abisinin yüzüne düşen o ağır utanma hissi, Otooryantalizm, Neokolonyalizm ve saire.



Gövdende ağır bir hasarla ilerlerken direniş tarihinin içinde, güvertende bağırdıkça sesleri kırılan ve gecikmiş devrimlere kül rengi şarkılar söyleyen o çocukların nerede sahiden? Ve şimdi soruyorlar: Sen kimin gemisiydin? Yanına kahraman çocuklardan başka kimseyi almayan Nuh’un mu? Sahici düşler satan sahte havarilerinin mi?



Qiran Mahallesinde bilye oynamayı subay çocuklarından öğrendiğimizde bir birimizin en esmer yanlarını kırıp dökmeye başlamıştık. Ve efendisini eğlendiren gönüllü gladyatörler gibi boğuştuğumuz o it dalaşlarımızın utancını gizleyemiyor artık en keskin direniş hikâyelerimiz bile. Bizim birbirimizle boğuştuğumuz o günlerde siyah beyaz Kızılderili filmleri oynatılıyordu televizyonlarda ve beyaz adam durmadan yeni şeyler öğretiyordu Ceronimo’nun atalarına…



Cin Ali hikâyelerindeki o ipince çizgiler, o çocukların sonradan tebeşirle asfaltlara çizilmiş cinayet siluetleriydi aslında…


Cin Ali’ye ve nineme ne çok benziyorsun! Bir deri, eğilip bükülmüş birçok kemik…




Not: bu yazı, talim terbiye kurulunun yasakladığı, toplattığı ve Depîn Çöplüğünde yaktığı ‘Cin Ali Çöplükten Beslenirken’ hikâyesinden alınmıştır.



Mart 2004 & Ekim 2023

                                                                                                    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder