‘Tecavüze
uğramış kadın, erkekliğin/milletin mağlubiyetinin simgesidir. Bundan böyle
önemli olan kadınların çektiği acı değil, erkeğin/milletin kırılan onurudur.’[1]
Devletli erkek bilinçaltının
lağımlı dehlizlerinden çıkma bir cinsiyetçilikten türemiş ve nev-i şahsına
münhasır iki zat-ı muhteremin aşağıdaki faşist infilaklarına dair hiçbir yorum
yapılmayacaktır:
‘Özür
dileyerek söylüyorum, taş gibi delikanlı oğlanlar var elimizde, yirmi yaşında.
Yani kalkıp bir kıza bu yoldan işkence yapacaksa, copa müracaat etme ihtiyacını
his eder mi? Değil mi? Yani bazı şeyler var, böyle mantıkla çürütülüyor.’ [Turgut Sunalp 12 Mart
Sıkıyönetim Komutanı / Nisan-1973]
‘Gülay
Göktürk Hanfendi belki farkındasınız ama o laf attığınız ordu, sizin bacak
aranızı da koruyor!’
[Fatih Altaylı Haber Türk Aralık 2008]
Özellikle sosyal medyanın
yaygınlık kazanmasıyla birlikte sıkıştığı yerden patlayarak kendini iyice
görünür kılan toplumsal bilinçaltının her tarafından sızan cinsiyetçilik ve
faşizm her çıkışıyla başka bir kepazeliği yüzümüze çarpmaya devam etmektedir. Ölü
bir kadın bedenini teşhir ederek o beden üzerinden tecavüz fantezilerini
dolaşıma sokmak sadece toplumsal ahlakın çürümesiyle izah edilemez. Bu alçalma
hali, tarihseldir, sosyolojiktir ve ideolojiktir!
Sınırı geçerken yakaladıkları
mülteci bir kadının önce parasını alan ve sonra tecavüz eden yirmili yaşlardaki
askerlerin geçtikleri ahlaksal ve politik tedrisatın arka planı korkunç bir
savaş, talan ve erkeklik geleneğinin temsilidir. Bu gelenek, örgütlü şiddeti
bir toplumsal varoluş biçimine dönüştüren, uygarlığı ise evcilleştirmenin ve
tecavüzün oyun alanına eşitleyen, hükmetmeyi ve talan etmeyi toplumsal
bütünlüğün ideolojik bir tutkalı olarak kullanan savaşçı ve ziyadesiyle erkek
ataların geleneğidir! Zerzan, ‘kadınların
ikincil konuma itilmelerinin savaş ideolojisi sayesinde olduğunu ve savaş
ideolojisinin bizzat erkek ideolojisi olduğunu’ söyler. [2]
Erkekliğin tarihi boyunca erkeğin
topluma kabul edilme ölçüleri savaşkanlık ve güçle ilişkilendirilerek kadın
bedeni bu gücün bir uygulama alanına dönüştürülmüştür. Duygudan çok performansa
indirgenmiş bir savaş ve beden pornografisi eşliğinde zaten parçalanmış olan
mahrem alanlarımızı kolektif bir tecavüz alanına dönüştürmek için kapitalist
uygarlık saat başı yeni operasyonlarla hayatlarımıza saldırmaya devam
etmektedir. Rojavalı kadına tecavüz eden askerlerin bulundukları sınır
kapılarının ve kulübelerinin hemen üstünde büyükçe bayraklar dalgalanır.
Zerzan, ‘savaş hem devletin sebebi hem de
sonucudur’ der ve ekler: ‘savaşı
yaratan sembolik kültürdür; bu kültürün en güçlü göstergelerinden biri olan
ulusal bayraklar, hemcinslerimizi insandan saymamamızı salık veren sistematik
tür içi katliam çağrıcılarıdır.’ Hem Rojava’da kaybedilen bir savaş,
muktedirin şanlı zaferler hanesinde erkekliğinden ve yüce Türklüğünden
utanmasını sağlayan kapkara bir eksiye dönüşebilir her an. Spivak’ın dediği
gibi, ‘Savaşlardaki tecavüz, toprak
kazanmanın yerine geçen bir tür kutlama törenidir.’
Savaşın
Büyük Ganimeti: Kadın Bedeni!
Savaş, uygarlığın gıdasıdır. Bu
gıdanın üretildiği en güçlü alanlardan biri olan fallik ideoloji, kendini en
çok savaş ortamlarında yeniden üretir. Vatanla özdeşleşen toprak ana imgesi
işgal ve talana uğrayan kadın bedenidir. Muzaffer tarafı erkek, mağlup tarafı
kadın temsil eder. Spivak’a göre ‘Milliyetçi
söylemde ana, eş, sevgili, bakire imgeleriyle bezenmiş, -somut özelliklerini
kaybedip soyut bir ideale indirgenen – kadının namusu aynı zamanda milletin
namusunu, kadının utancı milletin utancını temsil eder. Cinsel şiddet, aile
olarak kurgulanan muhayyel cemaati yani milleti sevgilisinden, anasından yoksun
bırakmaktır. Bu yüzden savaşta arzu ve korkular kadın bedenine yönelir.’ [3]Aktaran:
Arus Yumul
Fetih savaşlarında talan ve ganimet
repertuarının içinde en çok yer alan şeylerden biri de kadın bedenidir. Çünkü
kadın bedeni, erkek savaşçının bilinçaltında hem bir savaş alanı, hem vatan,
hem düşmanın onuru, hem de bir zafer ödülüdür. O yüzden bu ülkede erkek ordu,
erkek millet ve erkek devlet ideolojisinin ardında bıraktığı korkunç enkazın
içinde bizzat devlet adına tecavüz edilmiş on binlerce kadının hikâyesi
gizlidir. Kürt şiirinden politik müziğinin kılcallarına tevarüs etmiş olan
‘Welat / Dayik’ analojisi aynı şekilde derinlikli bir yapı söküme uğratılmayı
beklemektedir. ‘Ağrı Direnişinin ünlü komutanı Biroyê Heskê Têlî, yenilgiye
yakın bir dönemde kendi eşi ve kızı düşmanın eline geçmesin diye kendi
elleriyle öldürmüştür’ hikâyesi Kürdistan’da hala çok yaygındır. Ebu Garip
Hapishanesindeki Iraklı kadınlar hapishaneyi basan Iraklı savaşçılara ‘Bizi, bu
hapishaneyi ve karnımızdaki Amerikan piçlerini birlikte yakın’ diye
yalvarmaları bu toprakların başka bir öyküsüdür...
Ya Benimsin Ya
Toprağın…
‘Ya benimsin ya toprağın’ şarkısı sıradan bir Ferdi Tayfur şarkısından çok daha fazlasıdır. Kendine yenilmiş, zayıf hatta zavallı bir erkek egosundan çıkma bu haykırış erkek iktidarının kadını nasıl bir kurgusallığın içine hapsettiğinin de turnusol kâğıdıdır. Bu topraklarda aşk denilen ama aşkın dışında bütün bozulmuş duyguları bünyesinde barındıran o ‘muhteşem cinnet patlamaları’ yüzünden kadına tecavüz eden ya da öldüren erkeklerin bu kadar çok oluşu, erkeğin kadın bedenini kendi iktidarını sürekli teyit ettirdiği bir etkinlik alanına dönüştürmüş olmasındandır. ‘Ya Benimsin ya Toprağın’ felsefesi milyonlarca cinnet anını basit bir magazinel göstergeye dönüştürürken Ferdi Tayfur’un ‘ya benimsin ya toprağın’ şarkısının olduğu kaseti milyonlarca satmıştır. Mahsun Kırmızıgül’ün ‘Olmaya ki bana yanlış yapasan’ şarkısı erkeğin kadına karşı sürekli tetikte olan gözetleyici, hizaya getirici ve son kertede gözdağı verdiği hatta gerekirse kadını öldürme veya rezil rüsva etme tehdididir! Kadir İnanır’ın sert ve güçlü eliyle Serpil Çakmaklı’ya attığı tokatın acısı bu ülkedeki kadınların yüzünden hala çıkmamışken Kadirizm diye garip bir erkek akımı o dönem toplumsal zeminde sert, maço ve güçlü bir erkekle özdeşleşerek erkekliğin ideolojik bagajına bol miktarda malzeme taşımıştır.
Erkeğin Güçsüzlük
Gösterisi
Her güç gösterisi aynı zamanda
güçsüzlüğün dışavurumudur. 1970’lerin ‘zenginlik hayalleri kurarken kötü yola
düşürülmüş, fabrika patronunun oğlu tarafından kandırılmış, ünlü olmak için
İstanbul yollarına düşmüş ve şehirlerin büyülü ışıklarına kapılmış ve en
nihayetinde kerhaneye düşmüş’ onlarca farklı varyantlarıyla kadının sadece
‘edilgen özneye’ indirgendiği filmleri bir kuşağı zehirlemiştir. Saf Anadolu
kadınının masum bedenine sahip olması gereken Nuri Alço ve Coşkun gibi hainler
değil namusuna düşkün masum bir Anadolu erkeğidir ilkesi tam bir ahlaki
buyurganlıkla kamusal alanın bilinçaltına kazınmıştır. Tıpkı bu vatanı en çok
hak edenler bu vatanı en çok sevenlerdir kuralının ‘bilinci vejeteryan ama
bilinçaltı sürekli kızarmış biftek arzulayan’ milliyetçi toplumsal ahlakın
ikiyüzlülüğü gibi! ‘Bedenime sahip
olabilirsin ama ruhuma asla’ repliğini hepimiz 1970’lerin bol tecavüzlü
Yeşilçam filmlerinden biliriz. Bu replik aynı zamanda tarihin derinliklerinde
yatan ve kendini sürekli güncelleyen bir duruma gönderme yapar: ‘Ruh ve bedeni
tıpkı insan ve doğa gibi birbirinden ayırıp apayrı şeylermiş gibi sunan
uygarlaşma tarihinin iddia ettiğinin aksine, beden ve ruh bileşiktir; içkin ve
aşkın olanın birbirine geçtiği tamamlayıcı bir durumdur.
Saldırıya uğrayan bir bedenin
acısını ruh, ruhun acısını beden öder. Kadının ‘Ruhuma Asla’ itirazı beyhude
bir karşı çıkıştır. Tecavüz bir insan icadıdır. Muhteşem uygarlaşma serüvenimizle
davam eden ve erkeğin erkini sürekli ilan ettiği tarihsel ve güncel bir
etkinlik ve alçalma alanıdır. Tecavüzün faili bedene yönelirken aslında insanın
en kırılgan tarafına yönelir. Erkeğin tecavüzünde hedef çoğunlukla kadının
bedeni değil kadının çocukluğudur. O yüzden karakollarda, evlerde, yurtlarda,
sınır boylarında tecavüze uğramış kadınlar boydan boya erkeklerin yönettikleri
bir savaş düzeneğinde ağır bir yenilmişlik duygusuyla sessizce yaşarlar. Çünkü
çocuklukları gasp edilmiş ve talana uğramıştır…
Binlerce yıl önce yaşam bir uyum
ve denge üzerinden ilerlerken cinsiyeti kategorileştiren ve her ideolojinin
omurgasına cinsiyetçi ayırımları döşeyen erk ve erkek merkezli iktidar
ilişkilerinin buyurduğu gibi yaşam ve varoluş denilen şey, sadece
yenen-yenilen, alttakiler ve üsttekiler ikiliğine sıkıştırılmıştır. Kendi duygu
dünyasıyla verdiği savaşta yenildiğini bilen ve iradesine artık söz
geçiremeyen, kendine karşı hükmünü yitirmiş olan erkeğin, kaybettiği iktidarını
kadın bedeni üzerinden yeniden kurmaya çalışması, ruhsal, bedensel ya da örtük
bir tecavüzün kuluçkası haline gelir. Tecavüzde kadının duygu ve anlam
dünyasının, bedeninden çok daha büyük bir tahribata uğradığını iyi bilen erkek,
bunu işgalci bir güç gösterisine dönüştürür. Kadının ruhsallığı örselenirken
erkeğin insanlığı gittikçe daha çok kaybolur. Tecavüz eden erkek bedeninin bir
başka bedene aşkla ve sevgiyle dokunduğuna bir daha rastlanmaz! Gözaltında
tecavüz, hiçbir şekilde teslim olmayan tutsak/düşmanın erkekte yarattığı cinnet
ve yenilmişlik hissinin hınç ve öfkeyle bedene yönelmiş halidir.
Zaferle çıktıkları her savaştan
cariyelerle dönen sultanların ve kralların, ülkeyi anarşistlerden kurtarmış ve
yönetmiş Turgut Sunalp’ların, köhnemiş, ağlamaklı ve bozguna uğramış bir
duygunun mağduriyetini kulağımıza bağırıp duran Ferdi Tayfur’ların ülkesinde
tecavüz bir nevi gündelik yaşam pratiğine dönüşmüştür… Doğayı, bitkiyi ve
hayvanı evcilleştirirken kadını da eve kapatan ve kadını büyük günahın aynı
zamanda kutsal öznesi haline getiren ‘güzide uygarlığımızın’ bir savaş
ideolojisi olarak önümüze sunduğu tecavüz, bütün insani erdemlerimizin öldüğü
sınırdır aynı zamanda! Bu sınırı ret etmenin tek bir yolu kalmıştır: Tarihin, dinin,
bilimin, ideolojinin ve erkeklik üreten bütün kurumsallıkların bize sağladığı
bütün iktidarcı olanakları ret edip erkekliğimizden tamamıyla vazgeçmek!
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil