Bir toplumsal saha içerisinde sayısız, çoklu öznellikler görebiliriz. Bu öznellikler, kimi zaman bir kişinin başına gelen yıkıcı ve örseleyici etkiler yoluyla, kimi zamansa çok daha kitlesel anlamda soykırımlar, el koymalar, tehcirler gibi etkiler aracılığıyla tecessüm edebilir. Bu yıkıcı ve örseleyici eylemleri düşünmek istediğimizde karşımıza genellikle iki yaklaşım çıkar. Bunlardan birincisi, yıkıcılığın etkisini doğrudan kendi bedeninde hisseden kişinin durumunu psikolojinin alanına havale etmekten, ikincisiyse görünür kitlesellik bağlamında sosyolojik çözümlemeleri öne çıkarmaktan ibarettir. Birincisi, sıklıkla Freudçu “uygarlığın huzursuzluğu” üzerinden ele alınırken, ikincisi Durkheimcı toplumsal olanın aşkınlığına dayalı temsillerin (“toplumsal travma”) ve en önemlisi “anomi halinin” içerisinden çözümlenmektedir. Fakat bu kısa yazıda biz her iki egemen okumanın dışında bir çerçeve geliştirip, hatta haddimizi aşarak da olsa materyalist psikiyatrinin olanakları içerisinden bir düşünme pratiği geliştirmeye çalışacağız. Kuşkusuz bu düşünme pratiği, asırlar boyunca her türlü şiddetle karşı karşıya kalan Kürt halkının gerek bu acılarını gerekse de mücadele/direniş pratiklerini maruz kalmalara ve travma hallerine indirgeyen bir tutumu hedef alacaktır. Her ne kadar bu yazının sınırlarını aşsa da bunun hafıza ve onun mekansallaştırılması üzerinden ilerlediğini de unutmamak gerekir.
Öncelikli olarak söylemek durumundayız ki, travma literatürüne açık bir şekilde egemen olan yaklaşım, Freud-Lacan çizgisine ait psikanalizin sahasıdır. Bu literatürün travma kavramsallaştırması, bir bireyin başına gelen bedensel ya da zihinsel yıkıcı durumun patolojik etkisi üzerine yerleştirilir. Laplanche ve Pontalis’in The language of psycho-analysis’deki ifadelerini kullanırsak, “…öznenin başına gelenlere yeterince yanıt verememesi ve ruhsal organizasyonda meydana getirdiği altüst oluş ve uzun süreli etkiler silsilesi…” Tam da bu nedenle bu yıkıcı ve örseleyici etkiye maruz kalan kişinin sağaltımı, yani tedavisi üzerine odaklanılır. Ancak bunda ne gibi bir sorun var da diyebiliriz. Gerçekten de hayatının bir döneminde cinsel tacize uğramış bir kadının yaşadıkları, o kadında yaşama ilişkin bir anlam kaybına neden olduysa, bu kadının yeniden anlam üretmesini sağlamak için tedavi sürecine girmesinde temelde hiçbir yanlışlık yoktur elbette. Dolayısıyla burada problem olarak görülen şey tedaviye ilişkin ihtiyaç değildir. Burada problem edilen, bu tedaviye ilişkin paradigmanın, tam da tedaviyi gerektiren travmatik süreçlerin yaratılmasının düşünsel zeminine dahil olmasıdır. Söylemek istediğimiz aslında travmanın tedavisine ilişkin kuramsal analizlerin, travmayı üreten söylem ve pratiklerin birbirlerini belirleyecek zemini barındırması, birbirlerinin ölçüsü içerisinde olmasıdır. Şairin dediği gibi;
“…kim suçlayabilir duvara giren paslı çiviyi,
onu çakan baltanın demiri olduktan sonra…”
Tam da bu yüzden bizi bu konuda düşünmeye iten şeyin ne olduğunu açıkça söylememiz gerekiyor. Yaşadığımız coğrafyada Kürtlerin onlarca yıldır yok sayıldıkları, inkâr edildikleri, işkence gördükleri, zindanlara atıldıkları gibi yüzlerce travmatik denilebilecek insanlık dışı şiddete maruz kaldıkları aşikâr. Egemen yaklaşımın içerisinden düşündüğümüzde, Kürtlerin yaşadıkları bu travmadan nasıl kurtulacakları, yaşama yeniden dahil olmaları için neler yapılması gerektiği gibi sorular sorulabilir. Tüm bu soruların gayet hiyerarşik bir zeminde ahlaki bir yerden kurulduğu ve buna bağlı olarak Kürtleri toplumsal temsile ve talebe dayalı sosyolojikleştirmenin nesneleri haline getirmeye dayandığı da su götürmez bir gerçek. Bu soruları bu coğrafyada bilhassa Türk sosyalistlerinin, akademisyenlerinin sorduğunu da biliyoruz. Ancak biz bu soruları kabul etmiyor ve asla meşru görmüyoruz. Bunun oldukça temel bir nedeni var. Sorun, Kürtlerin yaşadıkları acıların görülmesi veya bu acılardan nasıl kurtulunacağının düşünülmesi değil, tam tersine Kürtlerin direniş ve direnişin ötesine geçen inşa pratiklerinin görülmemesidir. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi travmaya ilişkin egemen yaklaşım, travmayı yaratan politik ortam ile aynı “gösteren” ilişkisi içerisinde çalışmaktadır. Bu yaklaşıma göre travma, bir egemenin, bir iktidarın, devletin gücünü doğrudan bir halka, bir kişiye ya da tikel bir gruba (örneğin kadınlara) uygulaması ile bu halkın ya da tikel bir grubun yaşama dair anlam kaybı yaşamasını ön varsayım olarak kabul eder.
Peki durum gerçekten böyle midir? Biz buna hayır diyoruz. Durum böyle olmaktan çok uzaktır. Tersine bu coğrafyada yaşamı direnmek olarak düşünen, bir halk inşa eden, hatta ürettiği paradigmayla bütün dünya halklarına ve ezilenlerine bir direniş ve karşı küreselleşme armağan eden halk, tam da travma yaşadığı söylenen Kürtlerdir. Kürt özgürlük paradigması, salt bir direniş örgütlemekten fazlasıdır. Direnişin ötesine geçecek bir şekilde yaşama ilişkin bir inşa pratiğidir. Tam da bu tespitin ardından yazımızın başlığına taşıdığımız soru meşru bir soru haline gelecektir.
O zaman bir paradigma değişikliğine ihtiyaç olduğu ortadadır. Eğer travma, egemen psikanalitik yaklaşımdaki gibi bedene uygulanan işkence sonrası, yaşamdan kopma ve anlam kaybı ise Kürtlerin bırakın anlam kaybına uğramayı, tersine ürettikleri özsavunma vb. onlarca direniş kavramsallaştırması ile yaşamı ürettikleri aşikardır. Traversocu anlamda travmanın yarattığı melankolinin içe kapanmaya ve sinizme doğru bükülmesine set çekerek melankoliyi direnişe ve inşaya doğru büken bir devrimci müdahaleden söz ediyoruz. Kürt politik müziğinde içinde ağır bir keder barındıran bir ağıtın hemen ardından direnişe çağıran bir marşın ya da şarkının gelmesi devrimci tutkunun ve şenliğin melankoliye meydan okuması olarak değerlendirebiliriz.
Bu noktada tartışmayı biraz daha derinleştirmemiz gerekiyor. Batı düşünme geleneği içinde travma kavramsallaştırmasının psikanalize havale edildiğini söyledik. Ancak psikanalizin tam da ne yaptığını ve bizim neye itiraz ettiğimizi anlatmak yerinde olacaktır. Lacancı gelenek açısından örneklendirecek olursak, siyah öznenin bastırılmış travması, beyaz öznenin “keyif”i ile aynı düzlemde çalışır. Yani, “…beyaz öznenin jouissances’ı (keyif), Afrikalı Amerikalıların travmayla yüzleşmesinin aracı haline gelir.” İşte söylemek istediğimiz tam da travmanın, bu sömürgeci ilişkinin içerisinde çalıştığı ve birbirinin ölçüsü haline geldiğidir. Diyalektik bir ilişkinin içerisinden kurulan travma kavramsallaştırması, tedaviyi de bu ölçünün içerisine gömer. O zaman Kürt’e düşen, yani Kürt’ün travmasının sağaltımı, bırakın yaşamı inşa etmeyi, Türk’ün keyfinin içinde devinmektir. Bu ifadenin Lacancı gelenek içinden sloganı şudur. “Bizi kurtaracak olan bizi yaralayan bıçaktır.” Çünkü bu düşünceye göre Kürtlerin eylemi, kaybın geri kazanılacağı fantezisi anlamında bir “artı keyiftir”. Bastırılmış olanın geri dönüşü ya da travmanın çözülüşü bu anlamda kaybın geri kazanılacağı fantezisi dahilinde, “artı keyif” ile ilişkiye sokularak, ulaşılamaz olan Gerçek’le bağlantılandırılır. Bağlantılandırmanın önemli bir politik unsuru, Giriş paragrafında da değinildiği üzere bir hafızalaştırma politikası olarak anma-kültürleri ve ritüelleri üretmektir. Bu politik işleve, Deleuze ve Guattari, Bin Yayla’da pürüzsüz alanın pütürlendirilmesi adını verirler. Yani aslında göçebenin, devrimcinin ürettiği akışı kesen pütürlendirmeler, travmayı sürekli ölçüye taşıyan anma kültürü ve ritüeller yoluyla hafızanın mekansallaştırılması olarak çalışır. Hafızanın bu şekilde mekansallaştırılması, Nietzscheci bir saikle söylersek, yaşamın tepkiselleştirilmesinin aracı haline dönüşür. Bu bağlamda hafızalaştırmaya karşı, devrimci-unutmanın gücünü bir başka yazıya bırakıyoruz. A. Mahir’in ‘Bunca acının ve yitirdiğimiz onca yoldaşımızın yarattığı ağırlığı nasıl taşıdığımızı ben de bilmiyorum. Şimdi fark ediyorum ki yaşaman gerekiyor, ayakta kalman gerekiyor. Hafızanın yükünü hafifleten bizzat mücadeledir. Hafızanın yarattığı yükü bütün ağırlığıyla yaşamıyoruz. Sadece içinden geçiyoruz çoğu zaman. Çünkü o ağırlığı hissettiğin an yaşam durur’ derken tam da kastettiği bu devrimci unutuştur.
En nihayetinde eleştirdiğimiz bu yaklaşımda, siyahın eylemi (bizim örneğimizde Kürt’ün eylemi), beyazın keyfi ile aynı düzlemde çalışır. Bu, aynı zamanda Modernist Marksizmin, sermaye ile emek gücü arasına yerleştirdiği diyalektikten kurtulamamasıyla ilişkilidir. Modernist Marksistler, diyalektiğe sadakatlerinden dolayı emek gücünün sermayenin ölçü birimi haline geldiğini ve direnişin, emek gücünün içerisinden değil, tam da emek gücü olmaya direnmekten geçtiğini göremez. Nitekim antagonizmanın da sermeye ile emek arasında değil, emek gücü ile emek gücü olmaya direnen emek arasında olduğunu idrak edemez. Aynı şekilde Kürt’e yakıştırılan travma ile Türk’ün keyfi arasına sıkıştırdığı politikanın, aslında bir halkın inşa edilmesi ve bunun direnişi olduğunu göremez.
Bizim örneğimize dönersek, Kürt’ün travması ile Türk’ün keyfi arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir. Ve işte Kürt’ün direnişi, hiçbir zaman bu diyalektiğin içerisinde çalışmaz. Çünkü hiç de söylendiği gibi, “başına gelenlere yanıt veremiyor veya yaşamı anlamlandıramıyor” değildir. Tam tersine diyalektikten kurtulduğumuzda gördüğümüz ilk şey, Lacan’ın formülasyonunun direniş tarafından tersine çevrildiğidir. Bu terse çevirmeyle birlikte travma, artık Türk’e aittir. Türk, kendi ölçüsü içerisinde devinmeyen Kürt’ü gördükçe, devrimci-unutmanın gücüyle yaşamın inşa edildiğini gördükçe, Kürtün direnişinin hiç de fantezi üretmediğini, tersine gerçeği ürettiğini gördükçe bırakın “keyif”i, artık başına gelenlere yanıt veremiyor ve her yerde kendi hayaleti haline gelmiş Kürt’ü arıyor ve soruyor demektir. Ve soru açıktır: “KÜRT NEREDE?” En yalın haliyle anadil yasağının yarattığı travma anadili konuşmak için onlarca yıl amansız bir mücadele veren Kürtün mü travmasıdır? Yoksa Kürt anadilinde eğitim görürse ülke parçalanır korkusunu her yerde dolaşıma sokan Türk’ün mü travmasıdır? Tartışmanın çekilmesi gereken zemin tam da burasıdır.
Burayı daha fazla uzatmak bu yazının sınırlarını aşar. Ancak yazının başında söylediğimiz materyalist psikiyatrinin olanakları tam olarak “ödipalleştirici” bu psikanalizin etkilerinden ve tabi ki diyalektiğin içeridenleştirmesinden, ölçü anlayışından kurtulduğumuzda ortaya çıkacaktır.
Materyalist bir psikiyatri, fantezilere değil virtüel ve edimsel kuvvetlerin gerçek yaşamda deneylendiği yaşamın inşa edilişine odaklanır. Diyalektiğin birbirinin ölçüsü olarak yaşamı yargılayan psikanalize ve onun kavramlarına değil bir halkın inşa edilişine odaklanır. Sembolik toplumun/yapının kapma pratiklerine değil direnişin öznellik üretimlerine ve devrimci-unutmalarına odaklanır.
Burada bir başka bağlamın kapsamında söylemek istediğimize bir örnek daha vermek istiyoruz. Filistin mücadelesi, kendisine uygulanan bütün vahşete karşı elbette eleştirilemez bir şekilde haklı bir mücadeledir. Ve burada vereceğimiz örnek, hiç de Filistin mücadelesini olumsuzlamak için değildir. Ancak bazı tespitlere yine de ihtiyaç vardır. Dünyanın her yerinde Filistin halkının yaşadığı acıya karşı direnişler ve eylemler görmemize rağmen, aynı acı ve vahşete maruz kalan Kürt halkı için bu acıları öne çıkaran aynı eylem ve direnişleri göremiyor oluşumuzun nedeni nedir? Bizim yaklaşımımıza göre bunun nedeni, modernist/anti-modernist bir hareketle alter-modernist bir hareket arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Buradaki analizimiz, haklı/haksız ya da doğru/yanlış meselesi değildir. Filistin halkı kendi mücadelesini, kendi inandığı şekliyle vermekte son derece haklıdır. Mesele bu değildir. Ama Filistin halkının mücadelesi, travma yaşayan bir halkın başına gelenlere ilişkin dünya halklarından bir “vicdan” talep eder. Ve dünya halkları, devrimcileri, bu vicdan talebine sağduyu aracılığıyla cevap verir. Onların yanında olduğunu deklare eder. Oysa Kürt özgürlük hareketi, yukarıda söylediğimiz gibi Filistin halkından daha az zulüm gördüğü için değil, mücadelesini vicdanlara çağrı olarak kurmamasından alır gücünü. Bu paradigma asla sağduyuyla çalışmaz. O yüzden dünyanın her yerinde Filistinlilere destek için eylem yapılırken, Kürtlerin uğradığı vahşet değil, paradigmaları tartışılır. Bunun nedeni, Kürtlerin ürettiği yaşam paradigmasının nasıl dünya halkları için de bir özgürleşme pratiği haline gelebileceğinin düşünülmesidir.
Artık yazının başlığındaki soruyu cevaplayabiliriz. Uğradığı tüm vahşete ve acıya rağmen Kürtler bir travma yaşıyor değildir. Eğer travma, psikanalitik bağlamda bile olsa yaşadığı acı nedeniyle yaşamını anlamlandıramamak veya anlam kaybı yaşamaksa, kim Kürtlerin yaşamı kaybettiğini söyleyebilir. Kürtlük gibi Türklük de doğal olarak verili değildir. Spinoza, doğanın milletler yaratmadığını öğretmişti bize. Direnişleriyle dahası direnişin ötesine geçen alter-modernite/demokratik modernite pratikleri ile bir halk inşa pratiğinde olan Kürtlerdir.
Oysa “Sarmaşık” filminin o sürekli tekrarlanan travmatik sorusu olan “KÜRT NEREDE?” bağlamında düşünürsek, bu travmayı bütün veçheleriyle bedenlerinde yaşayan Türklerdir.
Helin İlkiz & Selaheddîn Biyanî
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder