31 Aralık 2011
rastîyek derewîn
Nehêle teyrên hov bên û dadîn ser tiliyên te yên bêmecal
Binêre!
Baskên mîn hêj nû zûha bun jı ber şîliya baranên bêwext
Ne pirse!
Û ne bêje kijan çem wê hênîk bike birinên mın yên dojehi
Bînêre!
Cemek bê deng dî herike niha lı nava ekvatora dilêmın
Na na delalê!
Ji wê taritiyê ne tirse; ew tariti me dikşine ser stêrka gelavêjê!
Tû lî ser goristanekê bê xweyi
duayên ji xwe bawer nekiri di xwine niha dilê te
ji xwe dûr
Ji te dûr
Ji min dûr
Qasi rastiyek hişk derewin…
05/01/2011
Anne kanguruya ağıt...
Ben böyle bir gecede babamın ölümünü izlemiştim
Gençliğinde
saçları dizlerine kadar inmiş olan annem bana ağlamıştı;
Sırf oğul
babanın ardılıdır diye…
Hani bir
polis sorgusunda birkaç tutam saçı yolunmuş annem var ya;
Hani o
kolları ikimizin kişisel tarihine benzeyen; kalın, beyaz, zalim ve merhametli…
Beni
saçlarından as bu gece kalbine; öfkenin ruhu darmadağın eden ritmidir bu;
Beni sakın
dinleme
ve boşuna
bekleme;
Hiçbir şiirin
kabul edemeyeceği kadar büyük acılar getirmeyeceğim sana.
O sevdiğimiz
şarkının en kırmızı ve en buruşuk halini tutuştursam eline; bana sakın kızma…
Kurtuluş
Parkı’ndan Hakkâri’ye çıkan bütün patikaları mayınlamışlar!
Sana bedensiz
ölülerin mermerden mezarlarını da anlatmayacağım!
Annelerini
keselerinde taşıyan birer yavru kanguruyuz biz
Aşka ilk
koşuşunda anneleri keselerinden düşen.
O yüzden ikimizi
bilen bilmeyen her kes hey ölü çocuk diye çağırıyor annelerimizi…
Kendine
sakladığı son bir mermisi olurmuş iyi savaşçıların
O son kalan
merminin üstündeki kir ve pas gibiyim şimdi
Sen ölü bir
ceninin kalbinde atmaktayken…
Senin
sevdiğin pantolon çoktan eskiyecek ve yeni şeyler giyeceğim artık,
Marlon
Brando’nun en kötü filmi say bu gece beni,
Yanlış bir
rolde oynatılmış iyi bir adam de gitsin…
30 Aralık 2011
SIRADAKİ
İstanbul
HAKKARİ CİN ALİ'YE VE NİNEME BENZER
Mem, Beko’yu oyundan kovmuştu,
Tajdîn, Zîn’e âşık olmuştu, Sitê unuttuğu hikâyesinin içinde yüzünü durmadan
gerdiren esmer bir Ajda Pekkan’a öykünüyordu… Bıçkın ve kurnaz köylülerin
sofralarından yükselmeye başlamıştı Scotch viskiler eşliğinde Zeki Müren’in
sesi. Bir kişinin ölümüyle aylarca sarsılan şehir, toplu cenaze merasimlerinde
bile okey masasından kalkmayan lümpenlerle dolmaya başlamıştı… Bu şehir kendini
vurmayı öğrendiğinde kimileri tarihin başlangıcı dedi buna; ben dâhil herkes
buna böyle inandı…
Şehrin tarihini anlatırken aslında kendini anlatan, kendini anlatırken
şehrin hikâyesini atlayan hikâye anlatıcısının Vizontele’si gibi değildi
yaşananlar ve öyle yazmıyordu unutulmuşların tarihi… Dağlarda savaşmaktan
yarılmış namlular ile ‘Her Şey Vatan’ için diye yeri göğü inletenler arasında
savaş sürerken, Qîro’nun Sümbül’e bakan meyhanesinde Nasır’ın okuduğu
payîzoklar ile Zeki Müren’in sesi arasında yaşanıyordu asıl savaş! Belki de
kimsenin anlamadığı şey, yaşanan her şeyin aşırı basit bir denklem kadar zor
oluşuydu. Şimdi, hiçbir tarihsel çözümleme yetmiyor düşen bir şehrin düşler
tarihini anlatmaya ve düşe düşe tarihin patikalarında dizleri kanamaktan kabuk
bağlamış bir Cin Ali’sin artık sen!
Türkçe bilmeyen çocukların Cumhuriyet İlk Okulu önündeki havuzda yüzdürdükleri
kâğıt gemileri faşist bir öğretmen tarafından mütemadiyen yakılıyordu; yıllar
sonra aynı çocukların kafa derileri yüzdürüldü dağlarda… Sen en cesur ve en
bıçkın çocuklarını yitirirken çağsız ve zamansız, çağsız ve zamansız kadınların
yaktıkları ağıtları biri yasakladı, öbürü o ağıtın içinden ‘en pazarlanabilir’
cümleyi ayıklayarak bir tek o cümleye estetik değerler biçti utanmadan…
Hakkâri’nin kuru ayazından kaçıp
şehrin nadir kaloriferli binalarından biri olan Halk Kütüphanesine sığınan o
çocukların çoğu sonradan üniversiteyi kazandığında kazandıran şeyin
öğretmenlerin ve eğitimin kalitesi değil ‘dağ ayazı’ olduğunu bir tek onlar
biliyordu. Daha sonra aynı çocuklar dağ ayazlarında donarak ölürken tarihin
çarkı ‘Çerxa Şoreşê’ ye çoktan dönmüştü. Kompozisyon yarışmasında Türkiye
ikincisi olan çocuğun muntazam Türkçesi öğretmeni tarafından övülürken sınıfın
kapısını çalmadan paldır küldür içeriye dalan kız kardeşinin ‘Abê fazla qelem
heye?’ derken abisinin yüzüne düşen o ağır utanma hissi, Otooryantalizm, Neokolonyalizm
ve saire.
Gövdende ağır bir hasarla ilerlerken direniş tarihinin içinde, güvertende
bağırdıkça sesleri kırılan ve gecikmiş devrimlere kül rengi şarkılar söyleyen o
çocukların nerede sahiden? Ve şimdi soruyorlar: Sen kimin gemisiydin? Yanına
kahraman çocuklardan başka kimseyi almayan Nuh’un mu? Sahici düşler satan sahte
havarilerinin mi?
Qiran Mahallesinde bilye oynamayı subay çocuklarından öğrendiğimizde bir
birimizin en esmer yanlarını kırıp dökmeye başlamıştık. Ve efendisini
eğlendiren gönüllü gladyatörler gibi boğuştuğumuz o it dalaşlarımızın utancını
gizleyemiyor artık en keskin direniş hikâyelerimiz bile. Bizim birbirimizle
boğuştuğumuz o günlerde siyah beyaz Kızılderili filmleri oynatılıyordu
televizyonlarda ve beyaz adam durmadan yeni şeyler öğretiyordu Ceronimo’nun
atalarına…
Cin Ali hikâyelerindeki o ipince çizgiler, o çocukların sonradan tebeşirle
asfaltlara çizilmiş cinayet siluetleriydi aslında…
Cin Ali’ye ve nineme ne çok benziyorsun! Bir deri, eğilip bükülmüş birçok
kemik…
Not: bu yazı, talim terbiye kurulunun yasakladığı, toplattığı ve Depîn
Çöplüğünde yaktığı ‘Cin Ali Çöplükten Beslenirken’ hikâyesinden alınmıştır.
Mart 2004 & Ekim 2023
27 Aralık 2011
Popper ve Gelecek Mutlu Yarınların İflası
Dostoyevski’den sonra neden roman yazılmadığı, bütün dünyayı yerinden oynatabilecek yada dünyayı şekillendirmeye muktedir teorilerin artık neden bırakın dünyayı, lokal düzeyde bile bir şeyleri değiştirmeye yetmeyecek kadar cılız ve güçsüz oldukları sorusunun cevabı sanırım Popper’in iflasını ilan ettiği tarihselci düşüncede gizlidir. Tarihin hiçbir kesitinde hiçbir düşünce, modernizm kadar insanları kendi zamanlarının ötesinde bir yerde durmaya zorlamadı. Herkes geleceğin idolü olmak için bu günü es geçip geleceği okumaya çalıştı. Sanatın, edebiyatın ve yaratıcı düşüncenin iflasını sağlayan tarihselciliktir.’ Hegel’den beri sıkıcı bir ezbere dönüşen felsefe, ütopyacı madrabazların elinde tam bir paçavraya dönmüştür. Dünyayı büyük ve güçlü bilimsel teorilerle hizaya getirmeye çalışan, keyfi arzuların kontrolünü büyük başarılar olarak kaydeden modern çağ bilimi, Adorno’nun ‘tümüyle aydınlatılmış bir dünya sadece felaketin ışıklarını saçar’ gerçeğini hiçbir zaman görmek istemedi. İnsan doğasının ve böylelikle evrenin bütün sırlarının yakın bir gelecekte çözülebileceği müjdesini verenler bilimin objektifliğini ve dolayısıyla bilimin kendisini öldürmek zorundadırlar. Bilim, düşüncenin serbest rekabetine, yani özgürlüğe dayanır. Demokratik özgürlük, bambaşka olabilme ve komşusu gibi olmama özgürlüğüdür. Çoğunluğa katılmama ve kendi yoluna gidebilme hürriyetidir. İnsan haklarının değil, insan kafalarının eşitlenmeye çalışıldığı bir bilim bütüncül bir kontrol sayesinde ilerlemenin sonunu hazırlayacaktır. İnsanların büyük bir hümanist projenin etrafında kenetlenmeleri için yapılan bir çağrı bile ne kadar kusursuz olursa olsun bütün rakip ahlaki görüşleri ve düşünceleri terk etmeye bir çağrıdır. Bu, düpedüz totalitarizmdir.
Popper kadar doğrunun hiçbir yere yaltaklanma gereği duymayan devrimci bir erdem olduğunu ayan beyan ortaya koyan kaç düşünür vardır sizce? Kendini doğrulamaya çalışan her doğru, günün birinde yanlışlanacağını da unutmamalı ve bu tevazuyu göstermeli noktasında direnç göstermiştir. Felsefenin derinlikli sularında yüzmek isteyenlerin yanlarına mutlaka almaları gereken şeyin özgürlük, sorumluluk ve yalnızlaşma cesareti olduğunu söylerken günün birinde göbekli ve ağızlarından Havana Purosu eksilmeyen liberal patronların değirmenine su taşıyacağı tehlikesini de görmüştü Popper. Belki de o yüzden totaliter ve baskıcı rejimlerin yanı sıra teknik ve etik düzeyde sıkı bir demokrasi ve liberalizm eleştirisi de sunmuştur.
Değişimin peygamberleri değişimden en çok korkanlardır. Bunun en somut göstergeleri kökenleri tarihin ilk dönemlerine dayanmasına rağmen aydınlanma felsefesiyle birlikte dinamik bir yükseliş gösteren ve kendini tarihin en devrimci anlayışlarından biri olarak takdim eden tarihselcilik yaklaşımında görülebilir. Oysa en az mitoloji kadar eski ve kocamış bir yaklaşım olan tarihselciliğin kendini devrimci bir cüretkârlıkla sunmuş olması büyük bir tutuculuktur. ‘Devrim gerçekleştiği ana kadar devrimcidir’ tezinden hareketle Popper, spekülatif metafiziğin en eski problemlerinden biri olan değişim probleminin aslında Heraklitt’ ten beri varolduğunu ama modern düşüncenin bunu her defasında yeniymiş gibi sunmasının bir nevi bilimsel sahtekarlık olduğunu bu durumun da modern bir bilim mitolojisi yarattığını söyler. Popper’a göre ‘değişmeyen bir dünyayı değiştirmek için değişmez kanunlar koymak zihinsel bir tatmin olayıdır ve fazlasıyla sahteliktir.’
Popper daha gençlik yıllarında hemen hemen herkesin uç bir felsefik ideolojiye sarıldığı bir dönemde pozitivizme ilk büyük reddiye sayılabilecek o meşhur kitabını yayınladı: Logik Der Foschung. Kitabında ‘bir hipotezi mutlak olarak doğrulamaya çalışmak, mutlak bir imkansızlık durumudur. Bilimsel metod, hipotezlerin doğrulanmasına değil yanlışlanmasına dayanıyorsa doğrudur. Bir doğru yanlışlanana kadar doğrudur; bunu hepimiz kabul ediyoruz. Bir doğruluk iddiasını doğrulamak zordur ama yanlışlamak için tek bir örnek bile yeterlidir. Zira bizler, bir şeyi ispat etmek için bütün durumların ve örneklerin desteğine ihtiyaç duyarken aynı şeyi yanlışlamak için söz konusu iddiaya ters düşen birkaç örnek bile iddiamızı tuz buz etmeye yetebilir.’ Popper’ın gözünden hiçbir zaman kaçmayan başka bir durum vardı. Bu durumun aslında bilimsel bir kurnazlıktan türediğini söylemedi hiçbir zaman. Ona göre önemli olan kuramın yanlışlanmaya açık biçimde formüle edilmesiydi. Fakat diğer bütün kuram sahiplerinin (Marx’ın diyalektik materyalizmi, Freud’un psikanalitik kuramı vs) hangi koşullar altında kuramlarından vazgeçebileceklerine dair en ufak bir açıklamalarının bile olmayışı Popper’ı haklı çıkarmaya yetiyordu. Doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar ona göre bilimsel olmayan kuramlardı. Popper, hangi kuram olursa olsun belli koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; oysa asıl bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas alması gerektiğini savunuyordu. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. . Poper’ in düşünce hayatında Felsefik haylazlığın patlamış ilk bombası bu oldu.
Hayatı boyunca durmadan totalitarizme meydan okuyan bu adam, Platon’un propaganda tekniklerini ve toplumsal adaletsizliği kutsayan ve sonradan sadece insanların kanı ve kemiği üzerine kurulan büyük imparatorluklara ilham kaynağı olmuş o büyük devlet kuramını, Hegel’ in kutsal devlet ve kutsal ırka dayanmış ve sonralarında tarihin en büyük toplumsal psikozlarından biri olan Alman faşizmine ilham kaynağı olmuş devlet felsefesini, Marks’ın toplumsal dinamizmi durduran, toplumsal renkliliği boğan, Stalin tarzı devrimci canavarlar yaratan, bürokratik ve baskıcı devrim teorilerine karşı durdu. Yani Poper’a göre toplum, jakoben bir tarzda, tepeden inmeci bir takım devrim ve reformlarla değil, sürece yayılmış ve parça parça ilerleyen bir takım düzenlemelerle yaşanılabilir bir hale getirilebilirdi.
Alman faşizminin palazlanmaya başladığı dönemlerde faşizme yaltaklanmayı red edip sıcak, güvenli ve iyi döşenmiş akademi odalarda homurdanarak gelen faşizmi susarak izleyen ya da ona methiyeler düzen akademisyen dostlarını da bırakıp Yeni Zelanda’ ya gitti. Daha sonra İngiltere’ye geçip 1969 yılına kadar mantık ve bilim metodolojisi üzerine dersler verdi.
Bilim metodolojisinde büyük çığırlar açan Popper, Avrupa’yı tam bir deliler arenasına çeviren, kökenlerini aydınlanmacı felsefeden ve pozitivist metodolojiden alan siyaset ve tarih felsefelerini eleştirmeye başladı. Ona göre totalitarizme karşı durmak, entelektüel ahlakın olmazsa olmaz koşullarından biriydi. En büyük eserlerinden biri olan Açık Toplum Ve Düşmanları kitabında doğrusal, tek yönde ilerleyen ve birçok aşamayı sırasıyla geçtiği varsayılan tarihselci anlayışı red etti. Amaçlı tarih fikrine meydan okuması demek, sadece Avrupa’yı değil neredeyse tüm dünya entellektüelizmini beslemiş olan Ploton, Comte, Marks ve Hegel dörtlüsüne savaş ilan etmesi demekti. Ona göre söz konusu dörtlünün düşünce tarihine katkıları yadsınamazda ama en büyük günahları totalitarizmin filozofları olmalarıydı. Marksizmi sahte bir bilim olarak nitelendiren Popper, Batı tipi liberal demokrasinin de sıkı dokunmuş bir eleştirisini oluşturmuştu. Ona göre demokrasi, diğer baskıcı rejimlere nazaran kötünün iyisiydi. Buna rağmen çok da iyi değildi. ‘Kesilmiş kafaları ve hapishanelere doldurulmuş insanları saymaktansa sandığa atılan oyları sayarak toplumu değiştirmek daha insani bir tavırdır’ diyordu. Hatta bir yazısında Popper, baskıcı ve hizaya getirmeci her sistemin kendisinde nasıl zihinsel ve etik bir alerji yarattığını şöyle anlatır: ‘Marksizmi red etmeme rağmen yıllarca sosyalist olarak kaldım. Eğer sosyalizm, bireysel özgürlüklerle kaynaşabilseydi hala sosyalist olabilirdim bu gün. Çünkü siyasal ve sosyal açıdan herkesin eşit olduğu bir toplumda gösterişsiz, sade ve özgür bir yaşam herkesin isteyebileceği türden bir yaşamdır. Fakat bunun sadece güzel bir hayal olduğunu kavramam uzun sürmedi. Yani özgürlüğün eşitlikten daha önemli olduğunu, eşitliği gerçekleştirme girişimlerinin özgürlüğü tehlikeye düşürdüğünü ve özgürlüğün yitirilmesi halinde özgür olmayanlar arasında bile eşitliği sağlamanın mümkün olmayacağını çok geç fark ettim.’
Popper, aslında insanların zihinsel dünyalarında totaliter ve hizaya getirmeci tavırları baz alındığında birbirine çok benzeyen komünizm ve faşizme fazlasıyla yoğunlaşmanın demokrasinin ve liberalizmin günahlarını görmemizi engellediğini söyler. Almanya da Hitler demokratik bir seçimle ( hem de %90 gibi bir oranla) iktidara gelmişti. Dünyanın demokrasi beşiği denilen ülkelerinin sömürgelerini terk ederken arkalarında bıraktıkları şey hep aynıydı: milyonlarca insan ölüsü ve sömürge ülkenin tamamıyla kurutulmuş kaynakları. Churchill, ‘daha kötü olan diğer tüm yönetim biçimlerini saymazsak, demokrasi en kötü yönetim tarzıdır. Demokrasinin iyi olan hiçbir tarafı yoktur aslında; iyi olan birkaç özelliği de dışarıdan gelmiştir. Demokrasi tiranlıktan ve diktatörlükten kaçınma biçimidir; hepsi bu. Fakat en kötüsü, demokrasi, demokrasiye inanmayan bir zalimi bile iktidara getirebilir.’ Popper’a göre, demokrasi sorgulanırken sorulması gereken en önemli soru, ‘kimin yöneteceği değil, nasıl yöneteceği’ sorusu olmalı. ‘öyleyse demokrasiler sadece egemenliğin halkın elinde olduğu yönetimler değildir, her şeyin ötesinde, kendilerini diktatörlüğe karşı savunmak üzere donatılmış kurumlardır. Bu kurumlar, gücün tek bir merkezde toplanmasını engel olmakla birlikte, devletin gücünü de sınırlandırmaya çalışırlar. Bu anlamda esas olan, demokrasinin, haklara ve görevlere saygı göstermeyen, sürdürdüğü politikanın yanlış olduğuna inandığımız bir hükümetten kan dökmeden kurtulma yollarını açmasıdır. O yüzden demokrasi, özgürlük ve eşitlik getirir paradigması sadece iyimser bir sayıklamadır ’
Popper, özgürlük ve devlet paradoksunu açıklarken, devletin gücünü kötüye kullanmasını engellemek için özgürlüğe ihtiyacımız vardır; lakin özgürlüğümüzü kötüye kullanmamamız için devlete ihtiyacımız vardır. Bir ülkede bu dengeyi sağlamakla görevlendirilmiş ve iyi çalışan anayasa mahkemelerinden çok toplumsal bir iyi niyete ihtiyacımız olduğunu söyler. Bu noktada, Hobbes, Marks ya da Hegel’in pederşahi, korumacı, bürokratik ve totaliter devlet anlayışlarına eleştirel yaklaşan Popper, bürokratik rejimlerde inisiyatif sahası en düşük bürokratın bile mini bir iktidar odağı olduğunu, her şeyleri devlet tarafından karşılanan toplumların aşağılanmış ve asalaklaştırılmış toplumlar olduğunu, halka karşı cömert ve yardımsever bir hükümetin en büyük despotluk olduğunu söyleyen İ. Kant ile paralellik gösterir. Tarihin en büyük liberal kuramcılarından olan Humboldt ve Stuart Mill’ in ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ anlayışıyla şekillenmiş ekonomik ve siyasal liberalizm anlayışlarının da bireye sınırsız bir serbestlik sahası verip devleti alabildiğince küçülten anlayışlarının da yanlış olduğunu söyler Popper. Verdiği şu muhteşem öykü bunun en somut örneğidir aslında: ‘ bir Amerikan vatandaşı, başka birinin burnuna yumruk atmakla suçlanır. Savunmasını yaparken, özgür bir vatandaş olarak yumruklarını istediği yöne hareket ettirme özgürlüğüne sahip olduğunu ileri sürer. Yargıç, yumruklarınızı özgürce hareket ettirme özgürlüğünüzün de bir sınırı vardır ve bu sınır, zaman zaman değişebilir. Ama aynı toplumda, birlikte yaşadığınız kişilerin burunları, her zaman bu sınırların dışında kalır.’
Popper, hayatı boyunca eleştirinin, değişimin, empatinin, anlayışın, olgunluğun ve toplumsal iyi niyetin felsefesini yapmıştır. Yarına dair tek bir cümle sarf etmeden. Mutlu ve özgür yarınların teorik alt yapılarını oluşturmadan ve tarihin farklı yönlerde akıp giden koordinatlarının iyimser ya da kötümser bütün ütopyaları yanlışlayabileceği ihtimalini göz ardı etmeden yapmıştır tüm bunları. ‘Bizler geleceğin doymuş ve eşitlenmiş toplumsal cennetini yaratmaya çalışırken insanların bu gününü tam bir cehenneme çevirdik’ diyen Bolşevik bir binbaşının sözlerini doğrular gibi yapmıştır tüm bunları. Sivil bürokrasinin minimize edilmesinin özgürlük sahalarını genişleteceğini söylerken, askeri bürokrasinin evrensel barış beklentilerini yerle bir ettiği konusunda insanları uyarmıştır. Yazdıklarıyla ve yaptıklarıyla daha insanca ve hiçbir rengin egemen olmadığı demokratik bir olgunluk kültürüyle bir arada yaşamanın bütün toplumsal ve kültürel olanaklarını yaratmaya çalışmıştır. Entelektüel onuru koruma adına bütün bedellerin verilebilir olduğunu her koşulda tekrar etmiş, insanın görevinin doğruyu ama sadece yanlışlanabilir doğruyu söylemek zorunda olduğunu söyleyip, Ortega Gasset, Adorno, Marcuse, W. Benjamin gibi bunun bedelini sürgün ve savrulmayla ödemiş bir modern derviştir Popper.
Parmakarası terlik, kokan kazak, mayo, bayrak û bijî biratiya gelan
'Aynı toprakları seninle paylaşırım
ama üstü benim altı senin diyen kardeşim!
Toprağa vurulan her kazmada fışkıran
kızlarımın ve oğullarımın kemiklerine küfür eden ve ettiren kardeşim! Toprak
senin olsun!
Altı da üstü de cehennem olan bir
toprağın ne ölüye ne diriye hiçbir faydası yok aslında…!'
Bizi şüphenin ve paranoyanın
uçurumlarında gezdiren bu çağ ve bu ülke, Van depreminde bu ülkenin altından
geçen fay hatlarını bir kez daha görünür kılmakla kalmadı; aynı zamanda
haritanın batısındaki halkların ve fazlasıyla benzedikleri yüce devletlerinin
Kürtlere karşı var olan bütün niyetlerinin bilinçaltı faylarını da görünür
kıldı. En çıplak gerçeklik, şoklarda kendini gösterir diyen Sartwell'a kulak
kabartarak tekrardan okumaya başladık depremi, vicdanlardaki derin fay
kırıklarını ve yüreklerdeki derin kırgınlıkları.
Devlet geleneğinin
sahte yiğitliği
Depremlerde çoğu zaman kırılan ve
yarılan sadece yer kabuğu değildir. Kırılan ve dağılan şey, bazen muktedirin
iddia ettiği bütünlüklü bir vatandır, bazen bin yıllık bir haksızlığı
maskeleyen bir kardeşlik iddiasıdır, bazen Selahaddinê Eyyubî üzerinden Kürdü
zoraki ‘ümmet’ habitatına dahil etmeye çalışan bir madrabazın Makyavel'i
aratmayan vicdandır, bazen de yarılan bütünüyle bir insanlıktır. Depremin
olduğu ilk gün Van Valisinin yerel yönetimlerle işbirliğini ret edip her şeyi
yüzüne gözüne bulaştırması devletin, iktidar megalomanlığının ve biz her şeyin
üstesinden gelebilecek kadar güçlüyüz algısının aldığı ağır bir yenilgiydi.
Aynı gün onlarca ülkenin yardım taleplerinin geri çevrilmesi ve bir iki gün
sonra tekrar o ülkelerden yardım talep edilmesi Türk devlet geleneğinin külhani
kıvırmacılığının ve sahte yiğitliğinin bir tezahürüydü. Tarihte bol keseden
kapitülasyon bahşeden bir geleneğin yoksullaşmaya başladığı anda kapı kapı
dolaşıp verdiği yardımları kesme girişimlerinin cömertlikten değil güç
gösterisinden kaynaklı olduğuna çokça şahit olmuşuzdur. İkinci el yardım
almayın diye çağrı yapan bakanların ülkesinde herkes yoksullaştırılmış
Kürtlerin mağazalardan yeni ve pahalı elbiseler alacak güçlerinin olmadığını
biliyordu. Kürtler arası bir dayanışmanın bile iktidar sahibine cinnet
geçirtmesi çok olağandı. Çünkü bahşetmeye ve bağışlamaya fazlasıyla alışkın bir
gelenek, güçsüz olanın dayanışmasından nefret eder. Sıradan bir basın açıklamasına
yüzlerce polis ve istihbaratçı yığan bir devlet, gelen yardım kamyonları
yağmalanırken yağmayı seyirlik bir âlem gibi izleyip bir gün sonra ise
yardımları geç dağıtan valiyi protesto eden depremzedelere gaz bombalarıyla
müdahale emrini rahatlıkla verebilir. Çünkü kolonyalist gelenekte zayıf olanın
dayanışması ezenin iktidarını geçersiz kılan bir karşı inşacı devrimci
müdahaledir. Egemenin algı dünyasında ezilenler dayanışamazlar, ortaklaşamazlar
ancak söz konusu bu barbarlar ve cahiller sürüsü yardımı bekleyecekleri yerde
yağmaya başvuran potansiyel bir tekinsizliktir! Onlar olsa olsa birer kriminal
öznedir çünkü!
Taş atan sopa yer!
Her koşulda Kürtleri aşağılamaktan
geri durmayan STV'nin düzenlediği yardım kampanyasında 62 milyar TL
toplanmasına rağmen bu paranın sadece 20 milyar TL'sinin tahsil edilmesi
ülkedeki burjuva katmanların, bütün evrensel ve hümanist iddialarına rağmen
yüzyıllardır Anadolulu kurnaz kasaba eşrafı tavrını hiçbir şekilde
aşamadıklarını gösteriyordu. İnsani bir yardımı bile rant, reklam ve güç
gösterisine dönüştüren bir kurnazlığın tekrar tekrar ortaya çıkması ülkeyi
vuran asıl depremin yer kabuğunun derinliklerinden çok insanların ahlakında ve
vicdanında derin yarıklar oluşturduğunu gösteriyordu.
Gelen yardım kolilerinin içinden taş,
bayrak ve sopa çıkması özünde şu mesajı barındırıyordu: Siz bayrağı altında
yaşadığınız devlete taş atarsanız, kafanıza sopa yersiniz! Sosyal paylaşım
sitelerinde zekâ ve insanlık fukarası yorumlardan tutun, Nazi toplama
kamplarındaki faşist sarışın gardiyanların buyurganlığı ve iticiliğini
aratmayan ve birçoğu genetik olarak Türk olmayan sarışın spikerler güruhunun
sığ ve ırkçı konuşmalarına kadar her şey bilicin derinliklerinden sızan
faşizmin birer tezahürüydü. Depremin olduğu gün kurmaylarıyla birlikte Van ve
Erciş'e indirme yapan başbakanın, 'çocuklar halleder' tavrı ve çocukların
sonradan gerçekten işe yaramazlığının ortaya çıkmasına rağmen çocukların
kulağını çekmemesi sorumsuz ve bencil bir babanın 'çocuktur hata yapabilir'
yaklaşımındaki lümpenliğini ve rahatlığını göstermiştir.
Deprem bir taraftan hala insanlık
adına insana el uzatan ve kimliğini başka bir kimliğin reddiyesi üzerinden
tanımlamayan insanların varlığını bize gösterip kederli bir halkı
gülümsetirken, öbür taraftan iki halktan birinin bilicine yerleşmiş olan ırkçı
bir hastalığın yüzlerce örneğini yüzümüze tokat gibi yapıştırdı. Ezen ezilen diyalektiğini
görünmez kılmak için zorla kardeşleştirilen iki halkın arasına öncekileri
saymazsak sadece son otuz yılda yüz bine yakın cenaze düşmüş, kardeşlik ağır
bir zede almıştır. Halkların birbirine nefreti zamanla unutulur ama kendi
yekpare bünyesine çıkıntı olmuş olan çokluktan nefret eden devletler asla
düşmansız yaşayamazlar. Faşizmi yaratan ve kitlelerin ruhuna enjekte eden
iktidarlar ve iktidarların ayak oyunları olmasına rağmen kitlelerde ve
kişilerde somutlaşmış faşizmi masum kılabilecek ahlaksal ve insani bir argüman
henüz icat edilmemiştir. Marmara depremi sırasında deprem neden Güneydoğu’yu
vurmadı diye hayıflanan Sakaryalı bir köylünün öfkesi ‘faşizm kitleleri
kandırır’ sayıklamasını geçersiz kılar ve faşizmi şehvetle arzulayan kitlelerin
varlığını tokat gibi yüzümüze çarpar!
Kolonyal Söylem ve
Vicdan Mastürbasyonu
Devletin hâkim ağızları, sadece
Yüksekova'dan giden battaniye sayısının Kızılay'ın dağıttığı battaniye
sayısından daha fazla olduğunu öğrendiğinde ve yardım organizasyonu tam bir
rezalete döndüğünde kendi yetersizliklerini deprem vergisini yollara harcadık
demekle geçiştirmeye çalıştılar. Fakat o battaniyeyi yollayan Yüksekovalı
yoksul bir köylü, 'bunlar deprem vergisini yollara, yol vergisini de muhtemelen
dağları bombalamak için kullandılar' diye en az bir kere söylenmiştir. Gelen
dış yardımların afet koordinasyon merkezlerinde ya da belediyelerde
toplanacağına başbakanlıkta toplanması, komşusu tarafından yardım edilmiş
bencil bir depremzede babanın gelen bütün paraya el koyması ve ben gerekli
görürsem evi onarırım demesine benzer. Çünkü devlet her şeyin en iyisini bilir,
her şeyi kontrol eder! Devletin literatüründe, matematiksel olarak iki kere iki
dörttür; ahlaksal ya da politik olarak aynı işlemin sonucu beştir, altıdır,
hatta çok isterse sıfırdır.
Batıdan gelen yardım kolilerinin
içinde parmak arası terliklerin, mayoların, transparan geceliklerin, eski ve
kokan kazakların çıkması orta sınıfın evini temizlerken artık kullanmayacağı ya
da bıktığı eşyalarını dilencilere verme kabalığının ve şuursuzluğu ile bir
tutulamaz. Kürde içinde derin ve dolaylı mesajlar barındıran yardımlar da
geldi. Çünkü egemen ulus ezilen ulusa ayan beyan bir şeyler anlatamıyordu. Bunun
yanında siz devlete karşı gelseniz bile devlet size yardım eder kibrinin ve
artistliğinin yüzlerce örneğini yaşadı Kürtler. Öldürülürken, köyleri
yakılırken ya da sokak ortasında enselerine tek kurşun sıkılırken Kürt'ü
göremeyen gözler birden yardım için gözlerini Van ve çevresine diktiler.
Vicdani mastürbasyon kıvamındaki bu yardımlar durumun farkında olan birçok
Kürt'ü sevindirmemiştir. Yardım kolileri dağıtılırken cesetleri yakılmış
oğullarını ve kızlarını gömmekle meşguldü bir kısım Kürtler. Bir kısmı depremin
ikinci günü operasyonlarla evlerinden alınıp cezaevlerine tıkılıyordu. Üst
perdeden konuşan beyaz, Kürtler bizim kardeşimizdir yardım etmeliyiz derken
bile ötekileştirmekten ve derin bir üst kimlik hastalığından sıyrılamıyordu. Kendini
üst kimlik olarak inşa etmiş bir algı dünyasının onlar bizim kardeşlerimizdir
demesi ile onlar Kürt olmalarına rağmen bizim kardeşlerimizdir demesi aynı
şeylerdir. Devlet Bahçeli'nin medyadaki sarışın faşistlere karşı birçok insanın
içini rahatlatan 'bunlar soyuzdur' söyleminin altında bir Türklük yüceltmesi
olduğunu birçoğumuz fark edememiştir belki. Çünkü faşizm insanlığı ırk ve soy
üzerinden tanımlar. Bu topraklarda İttihat Terakki'den beri ırkın ve soyun
insanlıktan çok daha üstün vasıflar olduğu algısını yaratan yine aynı faşist
güruhlardır.
Açlıkla terbiye eden
gaddar baba
Halkları vergiye bağlayan, halkların
çocuklarından ordular kuran ve yoksul halk çocuklarını iktidar savaşlarına
yollayan devletler zamanla iktidar ve kanın içinde o kadar ahlaksızlaşırlar ki
halklardan gasp ettiklerini tekrar halka ‘yardım’ ve ‘lütuf’ olarak dağıtırlar
ve bunu insanların gözüne soka soka yaparlar. Alabildiğince utandırarak, mahcup
ederek, karşıdaki insanda minnet duygusu yaratarak ve sonsuz kez ezerek... Çocuklarını
sefil bir hayatın içinde çalıştırarak aynı çocuklardan topladıkları parayla
saltanat kuran babaların yine aynı çocuklara kırıntılar dağıtıp çocukları
vicdanen kendine bağlaması ahlakın ve insanlığın iflas ettiği eşiktir. Terörist
bile olsanız yine yardım ederiz hükmü rezil bir hükümdür. Bir tarafı ezip diğer
tarafı yücelten bir iktidar kurnazlığı ve insafsızlığıdır. Ben her şeyin
üstesinden gelirim demesine rağmen bu güne dek hiçbir şeyin üstesinden
gelememiş bir babanın itibar kaybı babayı hiddetlendirmekle kalmaz aynı zamanda
aptallaştırır da… Başka komşuların ve insanların yolladığı yardımları depolarda
bekletip yirmi gün geçmesine rağmen dağıtmayan bir devlet, açlıkla terbiye eden
gaddar bir babadır aslında. Bu babaya kafa tutmak ahlaksal bir sorumluluktur.
Bu ahlak savaşında bir tarafta güce tapmayı bir gelenek haline getirmiş
oportünist çocuklar öbür tarafta babanın zalim olduğunu ve asla babalık
yapamayacağını gür sesle haykıran elinde taşla çelikten atlara karşı savaşan
çocuklar vardır. Babanın meşruluğu tartışma konusu olmuştur bir kere. Yüzeyde
gerçekleşen asıl büyük deprem, evleri ve yurtları başlarına yıkılmış ve sadece
kendine gelmiş yardımları talep eden çocuklara karşı gaz ve cop kullandıran
babanın maskesinin düştüğü andır! O an, babanın kudretini ve zalimliğini dosta
düşmana beyan ettiği en büyük yenilgi anıdır!...
Not: Bu yazıyı yazdığım esnada Van'da
devletin sağlam raporu verdiği yirmi beş bina yerle bir oldu. Enkazdan hala
cenazeler çıkarılıyor. Van Valisinin duyarsızlığını protesto eden kitleye polis
gaz bombalarıyla müdahale ediyor!
Amed, Kayseri, Franco ve faşizmin megalomanisi
Kürt devrimcileri 12 Eylül kıyımının adeta işkence laboratuvarına dönüştürdüğü Diyarbakır Zindanı'ndan çıktıkları gün, bok çukurlarında çürümeye terk edilen bedenlerinin ve aşağılanıp darmadağın edilmiş ruhlarının öfkesiyle belki de hiç kimseye ve hiçbir yere uğramadan soluğu dağlarda almışlardı. Hayatlarının her tarafını darmadağın bir öfkeyle dolduran ulu devlete silah çattıklarında gazetelerde başı bitli, ayağı çarıklı çapulcular sürüsü olarak manşetlere geçtiler. Oysa devletin seçkin okullarında Marksist formasyondan geçmiş bu romantik ve öfkeli insanlar, beş on yıl sonra hayatı ve insanı örgütlemek için indikleri Kürt şehirlerinde, devletin buzdan kesmiş suratına fazlasıyla mesafeli Kürtler tarafından ulusal kurtuluşçular olarak karşılanmış; bu insanlara sofralar ve evler sonuna kadar açılmıştı. Devletin, münferit ya da bölgesel geri kalmışlık retoriği üzerinden tanımladığı, oysa tarihsel kökleri çok derinlerde yatan bu inkar edilmiş saklı gerçeklik, kitlelerin bilincine üç beş maceraperestin ve vatan haininin kalkışması olarak kazınmaya çalışıldı yıllarca. Otuz yıl boyunca devletin bütün medya korosuyla birlikte ağız birliği yaptığı ve bölge halkının aslında destek vermediğini iddia ettiği bu insanlar, Habur'da yüz binler tarafından karşılandığında devletin sürekli kendi yedeğinde beklettiği, zamanı geldiğinde işe koşturduğu ve zihinlerinde 'ben bu ülkenin ve devletin mutlak sahibiyim' yanılsamasını gerçekmiş gibi algılattığı milliyetçi kitlelerin bilincinde derin bir yarılma ve şaşkınlık yarattı. Kandırılmışlık duygusunu yaşayan insanların, öfkelerinin tam bir delirme halini aldığı gerçeği toplumsal linçlerde kendini göstermiştir. Son derece iyi süslenip püslenmiş seçkin İzmirli genç kadının elinde kocaman bir kaya parçası ile Kürtleri denize döktüğü o büyük ve vatanperver ritüelin fotoğrafı tarihin en seçkin fotoğraflarından biridir. Çoğalan ölüler haritanın her iki yakasında zamanla insanların yüreğine ve diline amansız bir şiddet ve öfke yapıştırmasına rağmen çoğu kez halkların boğazlaşması faşist güruhların zihinde kışkırtıcı bir fantazi olarak kaldı.
Faşizm ve güç megalomandır
Kürt coğrafyasının son yüz yıllık tarihi, tarihin en büyük kapatma, çarpıtma, gizleme, aşağılarken bile yok sayma ve görmezden gelme serüvenlerinden biridir. Kürt dağlarında vurulan gencecik çocuklara şanlı cenaze merasimleri düzenleyen ve her cenazede Kürt'e karşı nefreti keskinleştiren devlet, mezarları bile bilinmeyen diğer taraftaki gençlerin bir anne ve babadan geldiklerini dahi zihinlerden sildirecek kadar güçlü ve kör bir düşmanlık tohumu ekmeyi başarabildi diyebiliriz. Dört tarafı düşmanlarla çevrili cennet ülkenin insanlarını bu cinnet haline alıştırmanın en iyi yolu, bin yıl boyunca aynı cephelerde omuz omuza vermiş iki halkın çocuklarından birini Ermeni Dölü ilan etmekten geçiyordu. Devletin şan ve şeref hanesine eklediği en büyük zaferlerinden biri, haritanın doğusunda yaşanan o büyük ve kanlı isyanı Batı'da görünür kılacak ve Batı'dan Doğu'ya doğru akacak bir toplumsal empatiyi tam yüz yıl boyunca önlemekte gösterdiği üstün başarıdır diyebiliriz.
Kendi eliyle eğitimsiz, parasız ve değersiz varlıklar haline getirdiği milyonlarca gencini ülkenin kurtuluşu ve son Türk devletinin ebediyen yaşaması için görevlendirilmiş gönüllü ordular olarak yedekte tutan devlet, cılız tarihsel özeleştirisini iktidar partisi eliyle yaparken Cioran'ın "hiçbir maske sonsuza kadar bir suratta asılı kalamaz" tespitini doğruladı adeta. Kemalizm'in mutlak sahipler olarak belirlediği ve bir tek tanesinin çocuğunun bu savaşta burnunun bile kanamadığı ayrıcalıklı burjuvazi, sivil ve askeri bürokrasi, rengini İslam'dan çok doların yeşilinden almış olan yeşil sermaye grupları ve onların sağlam dostları olan medyada konumlanmış maaşları dolar üzerinden ödenen ve ciddiyetlerinde bile teknik bir komedi barındıran yazar ve çizerlerden teşkil olmuş medya cambazları, sahte vatanperverliklerini sert ve öfkeli mimikleriyle maskeleyen, kanlı ve güçlü bir ses tonuyla bağırıp duran sivil ve sefil faşizm. Bütün bunların ötesinde bu gün iktidarın Kürtlük konusunda göreli de olsa, daha çok güç, daha çok iktidar ve daha çok oy için sürüp giden bu kanlı oyunun içinde birer politik palyaçoya dönmüş muhalefet liderlerinden daha cesur ve daha basiretli bir tavır sergiliyor gibi görünmesi amansız bir ironidir. Nereden bakılırsa bakılsın oyun bile olsa konuşulması tam seksen küsur yıldır yasaklanmış devletin kutsal ve tartışma kabul etmeyen metinlerine halel getirecek kadar cesur bir oyun bu! Dersim'e Tunceli ismini zorla yapıştıran ve 'Dersim'de analar ağlamadı mı ki' diye kitlesel kıyımlara meşruluk gerekçelerini homurdayan paşa torunlarının fazlasıyla zoruna gitse de! Aslında ortaya ilk çıktığı gün sosyolojik ve tarihsel iflasını yaşayan ama korku, uyutma ve on yılda bir askerlerin balans ayarı çekmesiyle kendini seksen küsur yıl ayakta tutabilen hakim paradigmanın çatırdamaya başlamasında devlet, Kürtlerin yoğun tarihsel ve toplumsal basıncını hala inkar noktasında direnmektedir. Çünkü faşizm ve güç, her zaman megalomandır.
Irkçı toplumsal bilinçaltılar
Yıllarca devlet, bir yandan 'kandırılmış kardeşler' edebiyatını dilinden düşürmüyorken, diğer yandan dört bin tane Kürt köyünü boşaltıyor, devlet adına işlenen binlerce cinayet için 'kurşun atan da yiyen de şereflidir' geçiştirmesiyle bilinçaltında gizlediği o meşhur 'devlet başa kuzgun leşe' mitosunu bilince çıkarıyordu. Yüzyılı aşkın bir süredir başkaldırının ve zulmün hayata eşlik ettiği Türklerin büyük bir kısmının sadece eşkıyalık ve yol kesme öyküleri üzerinden tanımladığı bu topraklarda, devlet eşkıyalarla kıyaslanmayacak kadar fazla kan akıtmıştır oysa. Nefret ile faşizmin bilinçaltının çoğu kez aynı kaynaklardan beslendiğini iyi bilen devlet, özellikle haritanın batısında vesayetini göreli de olsa devraldığı koca kitlelerinin o büyük daralma ve kendine az gelme komplekslerini faşist bir megalomaniyle ikame etmeyi kendine ana uğraş olarak seçti yıllarca. Barış girişimleri karşısında her defasında 'koşulsuz teslim olsunlar' çağrısı yapan güçleri böylesine büyük bir megalomanik öfke histerisinin içinde boğan yine aynı devletin kuruluş felsefesindeki şaşmaz ilkelerinden biri olan ve insanların kafasına vura vura öğretilen büyük vatan – yüce millet – kahraman ordu bütünselliği idi.
Faşizmin İspanya'sında 'yaşasın ölüm' diye haykıran o ürkütücü sesin ekosu Anadolu topraklarında 'hainlere ölüm' türünden bir söylemle İttihat ve Terraki'den beri izdivaca girmişti aslında. Bugün etnik bir boğazlaşmanın eşiğine gelmiş Kürtler ve Türklerin bizzat devletin talimatıyla diğer kavimlere karşı işledikleri ortak tarihsel günahları ortada dururken, düşmanı olmayan halkı yönetemezsiniz felsefesini iyi bilen devletin kurnaz bir manevrayla barışı ve kardeşliği dillendirmesi kesinlikle sahici bir tavır değildir. Aynı devletin, bellek yitimine uğrattıkça vicdanlarında derin bir duyarsızlaşma yarattığı halkların bilincine resmi cehalet okullarında en çok öğrettiği şey, tam bir kültür ve dinler mezbahanesine dönüştürülen bu topraklarda ötekinin sesinin her zaman tehlikeli, ayrıştırıcı olduğu ve o muhteşem bütünlüğümüze tehdit biçimde algılanması gerektiği idi. Bu ülkede herkesin kendi varoluşunu ve yaşam kudretini, kendi gettosunun şehit albümlerinde boy boy resimleri olan şehitlerinin sayısal çoğunluğu üzerinden hesaplaması gerektiğini öğreten, yerkürede, ölen kabile bireylerinin fotoğraflarını muhteşem bir albümmüş gibi duvara boy boy asmaktan böylesine ölü sevici bir haz alan bu toplumu yaratan yine bu topraklarda binlerce yıldır yaşamı cehenneme çevirmiş devletlerin ve iktidarların yarattığı bir kültürdü.
Bu ülkenin kanları donduran ırkçılık ikliminde, 'hainlere ölüm' söyleminin tepedeki bir lider ya da başbuğdan inmesine gerek yoktur. Vatanperver olan her birey bu ülkede kurşun sıkma meşruluğunu ve icazetini söz konusu imkan ve şerait içerisinde yüce devletin tehlikeye düştüğü her dönemde devlet babasından zaten almıştır. Çünkü söz konusu kutsiyetler ülkesinde devlet, milyonlarla ifade edilen ölülerin eti ve kemiği üzerine kurulmuş bir kaledir. Kale duvarının harcında duvarı yıkılmaz kılan bol miktarda genç insan kanı ve genetik kodları çözüldüğünde ırkçıların ödünü patlatacak bir etnik ve dini renkliliğin eşlik ettiği, yetmiş iki ayrı renkten gelen annelerin tonlarca gözyaşı vardır.
Irkçı toplumsal bilinçaltının bir yönü kendinden daha güçlü olana hayranlık ve nefret karışımı tuhaf bir paranoid duygu beslerken (burada ırkçı dostumuz büyük uygarlıkların kendini asimile edeceğinden ölüm gibi korkar) öbür yandan kendinden güçsüz yapıları, kavimleri, azınlıkları, grupları ve halkları eritme, ezme ve kendine benzetme şehvetiyle yanar tutuşur.
Franco ile doğal ittifak
Aşağılama ve hor görme faşizmin diline pelesenk ettiği en klişe söylemlerdir. Ötekinin reddi üzerine kurulan ırkçı kabul, toplumsal bütünlüğü perçinleyip biz duygusunu palazlarken, öbür yanda aynı söylemin yarattığı hipnoz, devlet tarafından faşistleştirilen kitlelerin bugünlerinden ve kendilerinden çıkma durumuna dönüşür. Birbirine kız alıp vermiş, tavukları birbirine karışmış kavimler, tarihsel kökenlerine karşı şizofren bir bağlılıkla bugüne dair tüm güncel ve evrensel değerleri de kendine düşman belleyip söz konuşu değerler üzerine konuşmaya bile tenezzül buyurmazlar. Nasılsa tapındıkları ata kültünü ve yüce benliklerini, şanlı tarihin gri ve belirsiz dehlizlerinde bulmuşlardır. Bu güne dair hiçbir evrensel ve demokratik değer, onların tasavvur dünyasına dahil olamaz. Çünkü her yer düşmanlar tarafından kuşatılmıştır. Horkheimer'ın akıl tutulması dediği eşikte duran, kimlik sorunundan bahsedilirken kendi nüfus cüzdanını çıkarıp al sana babalar gibi kimlik diyen bir yüzeysellikte cebelleşip duran yoksul kitleler, ırkçılık tarlasının verimli birer tohumu olmaya çoktan aday olmuşlardır artık. Marmara depreminde kan kaybından ölen insanlara rağmen, 'damarımda Yunan kanı istemem' diyen bu büyük söylem farkında olsun ya da olmasın, Franco ve Hitler ile doğal ittifakını çoktan imzalamıştır. Nasılsa herkesin şehidine yetecek kadar engin ve geniş bir ovadır Türkiye ve Mezopotamya coğrafyası. Hitler'in müritler ordusu dünyanın her yerinde aynı kompleks ve aynı zihinsel patoloji üzerinden yükseltirler; kutsal ırkları üzerine yazılmış mide bulandıran vaazlarını.
Bütün kaynaklarını ve sistem yapılanmasını kendi çocuklarıyla kapıştığı bir savaş üzerinden şekillendiren devlet, yoksul kitlelerin gırtlağına yapışıp para, asker ve düşük yoğunluklu dediği fakat haritanın neredeyse bütününe yayılmış bir savaş için destek ister. Düğüne gider gibi ölüme çocuklar yollanır; birileri fena halde oy toplamaya başlar. Homo Sapiens, Huizinga'nın Homo Ludens'ına (oyun oynayan insan) döner. Bizi koruyan ve kollayan devlet, yoksulluğun bellerini büktüğü ama yine de kendilerini bu ülkenin mutlak sahipleri gibi gören, devlet elden gidiyor paranoyasından beslenen bir hipnozun içinde ekmek ve insanca bir yaşam yerine bol miktarda bayrak, şehit şan ve şeref verilmiş kitleler, yoksulluklarını unutsunlar ister. Sarılacakları tek şeyin toprağa verdikleri çocukları, bayrakları, ülke sınırları ve devletin yüce şerefi olduğunu kabul etmelerini ve yaşamlarını böylelikle milliyetçiliğin o ulu ve şanlı yoluna adamalarını ister. Aynı devlet, küresel ve bölgesel konumundan kaynaklı bir sıkışmışlık ve Kürtlerin yüzyılı aşkın bir süredir devlete huzursuzluk vermekten vazgeçmeleri adına devletin raks eylediği açılım manevrasında 'aslında onlar bizim kardeşlerimiz; vakti zamanda devlet de yanlışlar yaptı' deme ikiyüzlülüğünü de gösterir. Durmadan ölümü kutsamaktan, yaşam üzerine politika geliştirmeye vakti olmayan dar vakitli siyasetin hükmettiği ve bir ağıtlar senfonisine dönüşen bu ülkede, devlet son dönemlerde, Kürtlerin ve Türklerin Malazgirt, Çaldıran ve İstiklal Harbinden kalma tarihsel ittifakını ısrarla dillendirmesine rağmen bu tarihsel kardeşlik söylemi aynı devletin yarattığı ırkçı söylemin kalın duvarına toslamaktadır her defasında. Kürtler yüzünden bu haldeyiz kabulünü halklarına dayatan ve büyük oranda kabul ettiren devlet, beyni ve göbeğinin altında duran o büyük iktidar silahı yer değiştirmiş bir köşe yazarının genç Kürt kadınlarını dağa kaldırıp harem kurma fantazisini düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirmeye devam eder. Her ikisi de devlet tarafından kurulmuş iki siyasi partinin yöneticileri, cellatların o meşhur soğuk ve psikopatik ruh halleriyle meydanlarda ellerinde yağlı urganlarla gezindiklerinde kan devlet vatan diye uğuldayan kitlelerin ırkçı bilinçaltını okşayarak bu büyük ayartma macerasını başarıyla yerine getirirken devlet baba bu haylaz çocuklarına hafif kızgın bir ifadeyle sırıtarak bakmakla yetinir.
Devletin iki halka özür borcu var
Kendini yüz yıllardır halkların, kültürlerin ve dinlerin çatışması üzerinden yaşatan devletin, yok ettiği doğal ve insani yaşama ve birbirine boğazlattığı kavimlere karşı büyük bir özür borcu ortada dururken halklar arası bir toplumsal uzlaşma ve toplumsal bir konsensüse başvurması sahici bir tavır değildir. Bugün, Türkler gibi Kürtlerin de Êzîdî, Keldani, Nasturi ve Ermenilere karşı gecikmiş tarihsel bir özür borcu ortada durmaktadır. Beni yok saydılar ve hala yokum mızmızlanmasından çıkıp ben zaten bu ülkenin kanlı tarihinin öznesiydim ve benim de sürüyle tarihsel günahlarım var diyebilen bir Kürtlük ancak bu özürü dileyebilir. Ne bu ülkenin tarihinde büyük bir aşağılık kompleksiyle sonradan Türkleşmiş ve son kertede faşizme sarılan kitleler, ne de ısrarla Kürtler bu devletin kurucu unsurlarıydı diye bas bas bağıran Kürtler bu özürü asla dilemezler. Çünkü bu özürü dileyen herkes, 1900'lerin başından itibaren aniden yok olan Yahudi, Ermeni, Rum, Keldani, Nasturi ve Êzîdî topluluklardan geriye kalan tek şey olan büyük mezarlıkların vebalini almak zorunda kalacaklarını iyi bilirler. Kiliseleri ahıra dönüştürülen halkların gazabı ve bedduası tepemize her gün korkunç bir gürültüyle çökerken bu kanlı tarihin içinde en çok özür dilemesi gereken bu toprakları tam bir kan ve zulüm cenderesine almış olan devletlerdir.
Bugün, hayatımızın en küçük gözeneklerine kadar sızmış olan ve tepemize çökmüş ceberrut bir devlet tarafından sınırları çizilen bu savaşta, savaşan taraflar tarafından 'bu savaş sadece ölü ve ölü yakınlarının savaşıdır' türünden bir toplumsal algı yaratıldı. Sayıları on binleri bulan ölüler, boşalan köyler, dokuları parçalanmış kentler, düşmanlık ve faşizm, göç ettirilen ve göçertilen yaşamlar, yalan ve manipülasyon, kan üzerinden şekillenen siyaset kültürü, yoksulluk ve doğal tahribat, demografik alt üst oluş, kültürel uyumsuzluk ve şok. Bu kadar büyük bir toplumsal ve tarihsel tahribata rağmen hiç kimse aslında bu savaş, Türklerin ve Kürtlerin değil tarihsel bir haksızlık öfkesiyle dağlara çıkan Kürt çocukları ile tanrı kadar büyük adamların emriyle cepheye sürülmüş yoksul ve emekçi Türk çocukların savaşıdır' deme cesaretini gösteremedi. Çünkü savaş, en büyük rantiyelerin ve şantiyelerin kurulduğu tarihi anlardır gerçeğini iyi bilen sürüyle şirketin, çetenin, partinin, ordunun ve liderin yaşadığı bir ülkedir bu ülke! Birbirine büyük oranda düşman edilmiş iki kederli halkın birbirine karşı özür borcundan ve o tarihi helalleşmelerinden önce bizzat devletin her iki halka büyük bir tarihsel özür borcu hala ortada durmakta iken barışı dillendirmek her zaman eksik, samimiyetsiz ve buruk kalacaktır.
Mamoste, bu iş sınıfta ders anlatmaya benzemez!
Gever'de isyanın sınıfı yoktur!
Özellikle sokak eylemlerinin iyice yoğunlaştığı dönemlerde şehrin daha hijyenik koşullarda yaşayan orta ve üst sınıf yurtseverlerinin tepkiselliğini gözden kaçırmamak lazım. "Şehrimizde huzur kalmadı; her eylem sonrası kapanan kepenkler sadece bize zarar veriyor" siteminin öbür yüzünde devlete isyan etmenin olanaklarını yaratan o çocuklara karşı öfke karışımı bir hayranlık duygusu da mevcuttur. Gever orta sınıfının bilinçaltında çocukların cesaret ve direnişine karşı bir hayranlık ile şehrin huzur ve güvenini tehdit mızmızlanması at başı gider.
Gramsci ve Kapitalist İmamların Hegemonyası
Kemalist Projelendirmenin ilk yirmi yılını çıkardığımızda toplam seksen küsur yıllık Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde siyasal bir iktidar günümüzdeki kadar kuşatıcı ve yayılmacı bir hegemonik güce dönüşmemiştir. AKP Cumhuriyeti, Kemalist Hegemonya'nın karşısında özgürlükçü bir retorik ve reform yanlısı siyasal bir vitrin yaratarak, büyük bir iştahla ve tarihsel kompleksle Osmanlı'nın İslam bayraktarlığı nostaljisine geri dönüşler yapan katmerli bir hegemonyaya yeniden dönüşmüştür. Çiçeği burnunda Genç Cumhuriyet'le birlikte Padişah-Erk-Kul ilişkisi liberal bir formla yeniden hayat bulmaya başlamış, bu durum, Gramsci'nin kültürel hegemonya kavramını yeniden düşünme zorunluluğunu yaratmıştır diyebiliriz.
Gramsci'nin Marksist literatüre önemli katkılarından biri olan hegemonya kavramını olduğu gibi alıp Türkiye gibi kesintili siyasal ve toplumsal süreçlerle boğuşmuş, eklektik, arada sıkışmış ve bir türlü kalıp tutamamış bir ülkeye indirgemek kendi içinde kaba indirgemecilik ve oryantalizm riskini barındırır. Fakat İtalyan faşizmi döneminde sol teoriye önemli bir katkı olarak sunulmuş olan ve bütün bir Avrupa kapitalist uygarlığına uyarlanabilecek olan hegemonya kavramının günümüz Türkiye'sinin siyasal iktidar pratiği ile benzer parametreler barındırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İtalyan savcıları, kendilerine gelen talimatta "bu beyni en az yirmi yıl durdurmamız gerekir" emrini aldıklarında Gramsci'yi yirmi yıla yakın bir süre cezaevinde tutmuşlardı. Bu günlerde kendilerinden olmayan politik öznelerin yanında bütün muhalif aydınları ve akademisyenleri birer hukuk rezaletiyle hapishanelere dolduranların akıl hocalığını adeta Mussolini'nin akil adamları yapmaktadır. Demokratik bir temsil gücü olmasına rağmen 'Ermenistan sınırına dayanmış olmanın' yarattığı yüz yıllık bir korkudan beslenen bir siyasal algının gelip duracağı nokta demokratik bir çoğulculuğun reddine kadar varabilen kapitalist imamların insana cinnet geçirten hegemonyasıdır.
AKP'nin hegemonyası
Gramsci hegemonya kavramını, Batı'daki burjuva iktidarlarının yapısını irdelemek amacıyla kullanmış, zaman zaman hegemonya kavramından ikili anlamlar ve karşıtlıklar türetmiştir. Örneğin hegemonyayı zor ile rıza, otorite ile egemenlik, şiddet ile uygarlık düzeylerine yerleştirir. Aslında çoğu yazısında egemenliği hegemonyanın karşı tezi olarak betimler. Ancak burada kastedilen ezilen sınıfların değil ezen sınıfların egemenliğidir. Ayrıca hegemonya düşüncesinin içine aldığı bir diğer içerik ise ezen sınıfların aydınlar aracılığıyla toplumsal bir rızayı da içine aldığı, hegemonyanın sivil topluma, egemenliğin ise siyasal topluma (devlete) karşılık gelmesidir. Bu bağlamda dernekler, kulüpler, sendikalar, siyasal partiler, okul ve kiliseler hegemonyanın en güçlü aygıtlarıdır. Yargı sivilleşsin diye yıllarca bağırıp duran bir siyasi partinin, iktidarının baharında yargıya kendi adamlarını yerleştirmesine Gramsci ne der bilmiyoruz ama tıpkı Mussolini'nin yaptığı gibi bu ülkenin başbakanı yargıçlara talimat verip operasyon üzerine operasyon düzenleme erkini eline almış bulunmaktadır. Tansu Çiller'in cebindeki öldürülecek Kürtler listesinin yerine Erdoğan'ın bu gün cebinde içeriye alınacak Kürtlerin listesinin bulunması, tekerrür eden bir tarihin rezil cilvelerinden biridir. Eminim ki Gramsci bu gün yaşasaydı, hegemonya kendini gizli ve his ettirmeden yayar ilkesine karşı AKP'nin hegemonyasını insanların gözlerinin içine sokarak nasıl büyük bir açıklıkla hayata geçirdiğine şaşırırdı.
'Burjuvazinin iyiliği' ve egemen kültür
Gramsci, hegemonyanın basit anlamıyla sınıfsal bir iktidarın sadece baskı mekanizması yoluyla değil aynı zamanda toplumsal bir rıza ve toplumsal bir uyum sayesinde kurulduğunu söylediğinde sanki AKP'nin bu gün ülkeyi baştanbaşa kuşatmaya çalışan hegemonik karakterini analiz etmişti. Gramsci, kapitalizmin halk kitlelerini salt şiddet, siyasi ve ekonomik zor yoluyla değil aynı zamanda ideolojik olarak burjuva değerlerinin herkesin ortak düşüncesi haline geldiği bir egemen kültür yaratma yoluyla da yönettiğini söylüyordu. Böylece bir uzlaşma kültürü gelişiyor ve ezilen sınıflar kendi iyiliklerini burjuvazinin iyiliğiyle özdeşleştiriyor, karşı çıkmak bir yana herkesin kendi durumuna itiraz ederken bile fazlasıyla rıza gösterdiğini söylüyordu. Benzine iki yıldır zam yapılmadı, solcuyum ama sırf o yüzden AKP'ye oy veriyorum diyen taksicilerin, bolluğa ve refaha açılan bol miktarda kapıları bulunan cemaat dershanelerine çocuklarını yollayan Kürt ulusalcılarının yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz artık.
AKP ve onun sivil toplumcu ayağı ülkeyi boydan boya muhalefetsiz, cemaat merkezli bir siyasal ve ekonomik iktidarın merkezi haline getirmek için her türden ekonomik, kültürel ve sosyal hegemonya dinamiklerini harekete geçirmiştir. Kürtleri içinden çıkardığınızda Türkiye halkları tarihlerinin hiçbir döneminde kendi devletleriyle bu denli uyumlu, benzeşik ve bütünlüklü bir ilişki kuramamışlardır diyebiliriz. Hatta sivil alanın faşizmi çoğu kez siyasal alanın faşizmine rahmet okutmaktadır bu gün. Türk egemen siyasetinin bu gün Kürtlere karşı tahammülsüzlüğünü AKP'nin kültürel ve siyasal hegemonyasına Kürtlerin sürekli çelme takıyor olmasına bağlamak sanırım abartılı olmayacaktır. Erdoğan'ın seksen iki vilayetin içinde çıban gibi gördüğü Dêrsim ve Hakkâri'ye bunca kin biriktirmiş olmasını anlamak için öfkenin psikolojik arkeolojisini yapmaya pek de gerek yoktur sanırım. Dêrsim çıbandır ve temizlenmelidir diye Ankara'ya raporlar gönderen paşalardan yetmiş beş yıl sonra Kemalist Hegemonya'nın en büyük tarihsel günahlarından biri olan Dêrsim'in tarihsel acısını deşip bu günün siyasal kıyımının üstünü örtme girişimi, iktidarın uyuşturulmuş kitleleri ayartmak için kendi gözüne demokratik bir sürme çekmesi kadar değersizdir. Ağrı, Zilan, Amed, Koçgiri ve daha birçok bellek hatırlatması Erdoğan'ın sol cebinde beklemektedir. Gerekli görüldüğünde o cepten çıkacaktır! İktidarın ruhu zehirleyen bir şehvet, esrime ve öfke nöbetine denk gelen çıban temizleme fantazisi erk ve erkeklik abidesi paşalardan ve kravatlı bürokratlardan hegemonya delisi imamlara geçmiştir bu gün.
'Ümmetsel kardeşlik' retoriği
Gramsci'ye göre bir devlet, sivil toplum sahasında sınıflar üstü bir hegemonya kurduğunda üç temel sonuç ortaya çıkar. Bunlar, radikal bir devrim düşüncesi yerine radikal bir demokrasi ya da ileri bir demokrasi düşüncesi ile toplumsal yapıların büyük bir reformla dönüşüme uğratılması düşüncesidir. Günümüzde radikal bir devrim düşüncesinden çoktandır vazgeçmiş olan sol liberallerin iştahını kabartan bu durum, solun liberal kanadını bile büyük oranda AKP'ye eklemlemeyi başarmıştır. Bir dönem devrim için orduyu imdada çağıran milli demokratik devrimci aydın tipi bu gün AKP'nin totaliter ve tasfiyeci yönü ile tarihin en garip ileri demokrasi hamleleri arasında sıkışmış olmasından dolayı kafası karışmış en tuhaf liberal aydın tipine dönüşmüştür.
Gramsci, Klasik Marksizm'in alt yapı, üst yapıyı dönüştürür tezinin tam karşısına oturttuğu üst yapı kurumlarını işlevsiz kılmadan ve parçalamadan alt yapıda köklü bir değişim beklemek romantik bir iyimserliktir tezine bağlı olarak modern koşullarda kazanmak isteyenlerin daha çok entelektüel ve ahlaki bir önderliğe soyunmalarının aciliyetini vurgulamıştı. Çünkü devrimci cephenin toplumun farklı dinamikleriyle ittifaklar ve uzlaşmalar gerçekleştirmesi bir zorunluluktu. Söz konusu güçlerin birliğini tarihsel bir blok noktasına kadar taşımaları gerektiğini, tarihsel bloğun tamamıyla toplumsal bir rızaya dayanan ve çıkardan arınmışlık temelinde büyümesi gerektiği şeklinde romantik bir kurgu oluşturmuştu. Çünkü egemen gruplar kendi hegemonyalarını sosyal ilişkiler ve düşünce bağlarıyla yeniden üretirlerdi. Kürtlerin bu gün, bağımsız devlet isteğinden vazgeçip daha çok alternatif yaşam politikaları ve toplumsal üst yapıda değişimler yaratabilecek politik ve ekonomik reformları gündemleştirmeleri devlet hegemonyasını fazlasıyla rahatsız etmektedir. Türkiye başbakanının Kürtler söz konusu olduğunda sürekli kınında keskin bir kılıç gibi beklettiği ve son yıllarda dini cemaatler üzerinden örgütlenen tarihsel ve ümmetsel kardeşlik retoriği aslında Türk Sünni Faşizmini maskeleyip gizleyen en büyük ideolojik aygıtlardan biridir. Kürtlerin neredeyse bin yıldır kendilerine karşı sürekli kullanılan ve neredeyse ideolojik bir aygıta dönüştürülmüş olan Devletçi Suni İslam dininin karşısına Sivil İslam'ı alternatif olarak sunmaları söz konusu devlet hegemonyasını fazlasıyla zorlayan ve kızdıran devrimci bir süreçtir. Sivil Halk İslam'ına karşı İktidarcı ve Elit İslam'ın zaferi için Kerbela'da kan dökenler, o kanlı kılıçlarını Demokles'in kılıcıyla ikame edip Kürtlerin başında sallamaktadırlar bu gün. Çok fazla sıkıştığında bunlar zaten Zerdüşti'dir diyen bir başbakan, hegemonyasının en korunaklı silahı olan İslam dininin kendi tekelinden çıkma tehlikesine karşı hiddetlenen seküler bir halife gibi davranmaktadır.
Sivil-siyasal alan 'ikiliği'
Gramsci, kapitalist hegemonyanın bazen şiddetle bazen de toplumsal bir rıza ile hükmettiğini, kapitalist devletin sadece hükümetten teşkil olmuş bir yapı olmadığını, devletin siyasi kurumları, yasal ve anayasal denetim kurumları ile örgütlenmiş siyasal bir birlik ile özel alan olarak tanımlayabileceğimiz devlet dışı gibi görünen sivil toplumun bileşkesi olduğunu bir çok yazısında belirtmişti. Siyasal alan zorlayıcıdır. Sivil alan razı olmuşluğun alanıdır. Söz konusu ikilik aslında salt kavramsaldır. Çünkü iki alan çoğunlukla çakışır ve birbirini besler. Türkiye Devleti'nde sivil alan olarak kategorize edilen yardım kuruluşları, üniversiteler, medya, camiler, dernekler, sendikalar ile siyasal alanı temsil eden siyasi partiler, ordu, polis ve yargı eşgüdümlü çalışır. Sivil alan Kürtlere televizyon açarken siyasal alan Kürtlerin bütün siyasi aktörlerini cezaevine doldurur. Sivil alan Van depremine yardım götürürken siyasal alanın bir temsili olan vali yardımları bir terbiye etme aracına dönüştürüp dağıttırmaz. Sivil alan Kürdoloji bölümünü açar, siyasal alan devletin resmi kayıtlarında sicili bozuk akademisyenleri üniversitenin kapısından bile içeriye almaz! Sevgi komasına giren bir vali, otuz yıllık bir şiddetin sarmalında sokağa dökülmekten başka çareleri olmayan çocukları tıpkı Yahudi çocuklarını kamplara dolduran Naziler gibi rehabilitasyon evlerine doldurmayı gündeme getirir. Böylelikle siyasal alan ve sivil alan belli toplumsal taleplerin konuşulmasına ve bazen de bu taleplerin karşılanmasına hizmet ederek kendini yeniden üretir. Gramsci bu duruma fazlasıyla yakışan ironik bir anlam yükleyerek bu duruma iktidarın pasif devimi der.
Kemalist Seçkinci İktidarın, Osmanlı Hanedanlığından devraldığı ülkedeki her şeyin ve her kesin mutlak sahibi gibi gören üst kodlamasının bu gün neredeyse hiç değişime uğramadan kendini Siyasal İslam ekseninde örgütlenmiş AKP iktidarında var etmesi, bu topraklarda siyasal ve kültürel hegemonya geleneğinin bin yıllardır değişik tarzlarda kendini bir şekilde devam ettirdiğini gösterir. Bu gün iktidarın tehdidi altında yaşayan ve Gramsci'nin organik aydın kategorisine giren Kürt aydınlarının egemen iktidara mesajı çok nettir: Siz üst perdeden bizi okumaya çalıştıkça biz sizin tarihsel ve psikolojik alt okumalarınızı yapmaya devam edeceğiz. Ruhun şad olsun Gramsci…
DAĞ-INIK BALAD
onların gövdeleri hala çürümekteyken kimsenin olmayan dağlarda
Toprak bile pasaport isteyecek onlardan
ki onlar o kadar yurtsuzdular…
Soğuk kış gecelerinde, annemin gelip gecenin bir vaktinde üstüme örttüğü, çeyizinden kalma kalın bir Siirt battaniyesi vardı. İlk ne zaman üşüdüm hatırlamıyorum ama her üşüdüğümde o battaniyeyi özlüyorum hala. O battaniye bir eskiciye satılırken dağılmış bir barikat kadar kederli bir aşkın küllerini temizliyorduk ey Memduh Selim!
Ferahe'nin olmadığı bir oyundan çıkmak zorundasın; diyenlere aldırma. Oyunu nerede bitireceğini bilmeyen azarlanmış bir çocuk gibisin şimdi! Savaş diyorlar sana biliyorum; senin ülken Ferahe değildir artık. Ararat'ın hemen yamacında seni kanın ve hüsranın rahminde dölleyerek büyüten olmayan ülkendir Ferahe. Bunu biliyorsun Memduh Selim...