21 Kasım 2018

YURTSEVERLİK, BAŞKALAŞIM VE MİLLİYETÇİLİK



‘Ülke’ ve ‘kavim’ diyalektiği devrimcilerin elinde özgürleşmenin silahına dönüşebilirken milliyetçinin elinde ‘soykırım çağrısına’ kadar gidebilen bir sarkaç gibi hareket eder. Yurtseverliğin çoğu işgal ve direnişten türemiş kavramlar dizgesi zamanla milliyetçiliğin kışkırtıcı doğasını besleyen devasa bir politik ve kültürel repertuara da dönüşebilir. Bu ülkede ittihatçı ve komitacı şeflerin yıkıcı doğalarını gizlemek için çoğunlukla ‘çıplak faşizmlerine’ yurtseverlik ismini koyduğunu çokça şahit olmuşuzdur.

Yurtseverliğin de, milliyetçiliğin de dilinde aşk ve bağlanma vardır; ikisi de temel malzemesini kolektif dayanışmanın temeli olan halktan almasına rağmen milliyetçinin halkı kendi öz milletidir; halk onun tasavvur dünyasında belirsizdir, dağınıktır ve çoğunlukla yekvücut milletinin güven vermeyen uzuvlarıdır.

Vatan toprağı kavramı Paris Komününde "bir dostluk ve dayanışma ilişkisi" iken Hitler Almayasında "yüce Alman ruhunun" coğrafik tezahürüne, Turancı faşizmde ise "yüce Türklük dünyasının savaşçı ve erkek faziletlerine" dönüşür. Yurtseverliğin belki de en büyük tarihsel trajedisi, milliyetin ve vatanın yüceliği ve kusursuzluğuna sürekli göndermeler yapan zengin faşist retoriğe karşı kendine ait bütünlüklü bir dilinin hiçbir zaman ortaya çıkmamış olmasıdır. Çünkü faşizmin rasyonel dilinde "ulus", "vatan", "ordu" dışında kalan her şey teferruat iken, yurtseverin dili binlerce hatıradan oluşan zengin, renkli, dağınık, binlerce birbirine zıt ya da çelişik durumun yer aldığı bir coğrafya ve kültür atlası gibidir.

Milliyetçinin birliğe ve bütünlüğe sürekli çağrılar yapan saldırgan diline karşı yurtsever, yurdun içinde haksızlığa uğramış herkesi içine alan savunmacı bir dil kullanır. Milliyetçinin dili alabildiğince rasyonel ve hesaplamacı iken yurtseverin dili daha romantik ve daha tutkuludur. Modern milliyetçiliğin sevgisi ülke sınırının bittiği yerde biter; yurtseverlik bu sınırlarda milliyetçilik tarafından sürekli pusuya düşürülüp bir sınıra sıkıştırılır. Her sıkışma aralığında uğruna savaştığı devrimin dili biraz daha çorak ve ürkek bir tını kazanır. 

Yurtsever, katı ahlaki buyruklar ve ayetler indirmeye gerek duymaz. Çünkü ülkeye karşı duyduğu sevgisi ve o sevginin yarattığı ahlak, öz olarak ülkeye bir nevi borçlanmışlık halidir. Bu borç aynı zamanda yaşamındaki bütün amaçlara ve görevlere özel bir biçim ve içerik kazandıran ahlaki bir tutuma dönüşmüştür. Yurtsever, milliyetçinin koşulsuz bağlanma ilişkisine karşı, 'Adaletsizlik ve eşitsizlik ortadan kalkıncaya kadar bu ülkeyi sevmekte tereddüt etme hakkım saklıdır' şeklinde bir şerh koyma hakkını her zaman saklı tutar. O yüzden yüzünde ve bakışında halkına ve ülkesine borçlanmış bir insanın mahcubiyetini ve tamamlanmamışlığını asla gizleyemez; kendi kişisel tarihinin içinde bile 'halk' ve 'ülke' için insanın kanını donduran ağır bedeller ödeyerek ilerlemiş olmasına rağmen... 

Yurtseverlik, insanın başka bir insana duyduğu nazik sevgiyi ve hassasiyeti bir sanata dönüştürürken, milliyetçilik canavarca bir şehveti, hastalıklı bir aşırılığı ve bencilce bir ihtirası büyütür içinde. O yüzden aziz vatanı, yüce milleti ve kahraman ırkı kendi şişkin egosuna yedekleyen kravatlı ve takım elbiseli milliyetçiliğin tam karşısında, ölüm oruçlarında düşen ve "Mezar taşıma halkına borçlu öldü yazın" diye yoldaşlarına salık veren tevazuunun ve adanmışlığın yurtseverleri vardır.

Milliyetçinin dilinde koşulsuz bir sadakat ve dışlayıcı bir bağlanma hâkim ton iken, yurtseverin dilinden sevgiyi merkeze alan bir cömertliğin tınısı yükselir. Milliyetini yücelttikçe yücelten milliyetçinin megaloman ve kibirli sesi çoğu kez yurtseverin sesindeki tevazu ve naifliği "ürkek bir revizyonizme" de yorumlar. Oysa yurtseverin bütün ürkekliği bizzat kendi tarihsel korkularından beslenir çünkü kurtuluş şiarıyla başlayıp tekçi iktidarlaşmaya dönüşen bir ülke ve halk sevgisinin ülkeyi ve dünyayı nasıl bir cehenneme çevirebileceğine dair yurtseverin belleği binlerce korkutucu örnekle doludur. 

Milliyetçinin ülke aşkı dışlayıcıdır; sağırdır! Kendini anlatırken herkesi dışarıda tutar; başkasını anlatırken bile aslında kendini anlatır. Konuşurken o kadar çok bağırır ki kendi söylediklerini çoğunlukla kendisi bile anlayamaz! Kendi milli kültürü, hem yabancının kültürel ve politik istilası hem de kendi halkının zaafları ve yozluğu yüzünden sürekli tehdit altında kalan yegâne hazinesidir. Buna karşın yurtseverin ülke aşkı daha ölçülü ve daha makuldür. Direniş anılarına vakur bir gülümsemeyle bakarken, iktidarların onun ülkesinde halkları birbirine boğazlattığı anılar, onu utandırır. Bu, belki de yurtseverin sevgisinin en ayrıksı özelliğidir. Onun sevgisi, içinde mutlak kabul ve saldırganca bir bağlanmayı barındıran milliyetçinin hastalıklı "vatan aşkına" karşı aynı zamanda bir panzehir görevi görür. 

Modern zamanlarda, insanların vatanlarına karşı hissettikleri şey, sevgiden ziyade çoğunlukla hastalıklı bir bağlanma ilişkisine dönüşmüştür. Bu duygunun adı ne olursa olsun, o duyguya biçim veren temel şeylerden biri de kendine az gelmenin, kendine yetememenin yarattığı hınç dolu bir aşağılık kompleksidir. Milliyetçi retorik, yoksulların, işsizlerin, kafası karışık entelektüellerin ve orta sınıfın aşağılanmış ve zedelenmiş benliğinin imdadına koşar ve o parçalanmış benliklerin yerine şanlı bir milletin ferdi olmanın yarattığı bütünlüklü bir kolektif gururu ve onuru ikame eder.

20. yüzyılın başından 1970’lerin ortalarına kadar Türkiye’de birkaç devrimci ve sol entelektüelin dışında milliyetçiliğin zehirli doğasına açıktan göğüs germeye muktedir bir sol yurtseverlik gelişmemiştir. Çünkü devrimci solun bu ülkede kimliğe, kimliğin doğasına ve kimliğin sınıfsal mücadele ile ilişkisine dair net bir cevabı ya da duruşu uzun bir dönem hiç olmamıştır.  Milliyetçi yığınların olduğu sahalardan özellikle uzak duran sol, yıllarca kendi mahallesinin çeperinde durup duvarlara ‘faşizmi kahreden’ duvar yazılarının ve bir iç ajitasyonun çok da ötesine geçememiştir.  Kimlik sorununa kaba genellemeci bir mantık ve üst perdeden bakan sol, uzun yıllar kimlik sorununu mütemadiyen devrimden sonraya ertelemiştir. O yüzden bu ülkede kızılın rengine boyanabilecek yoksul mahalleler, bugün yeşil ve beyaz hilallerin rengine boyanmıştır.

Yurtseverin görevi, ahlaklı bireylerin ne yapması gerektiğini dayatmak değil, özgürlüğe bağlanmış insanların tutku ve özlemlerini, baskı ve ayrımcılığın ateşli ve rasyonel holiganlarına karşı daha güçlü kılmaktır. Paris Komünü'nde, Madrid Direnişi'nde, Sierra Dağları'nda ve bugün Rojava'da direnenlerin rasyonel dünyaya yapılan gereksiz akınlardan vazgeçip tutkular dünyasına bağlanmaları ve o muazzam tutkuyu tutarlı bir retorik ve eylem yoluyla şekillendirmeye çalışmaları bundandır. O direnişçiler, büyük bir tevazuunun eşlik ettiği ve milliyetçi kibrin izine rastlanılmayan bir dostluk ülkesinde aynı sofraya oturan halklar için komünal bir ev düşü inşa ettiler ve ediyorlar. Bununla birlikte belagat ve lirizmle süslenmiş güçlü, keskin ama asla küstah olmayan bir dil yarattılar.

Yurtseverliğin de milliyetçiliğin de heybesinde en çok bulunan şey hatıralardır. O hatıralar, her iki taraf için de geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki döngüde sürekli ilham kaynağı veren sağlam bir nostaljik kale işlevi görür. Bu değerli anılar, milliyetçinin belleğinde "ulu vatan" ve "ulu millet"e ait olmanın yarattığı milli bir kibri büyütürken, yurtseverin belleğinde "özgürlük" ve "sevginin" ötesine düşen bütün kutsiyet savaşlarını çoğunlukla geçersiz kılar. O yüzden tarih kitapları, kışlalar, anne-babalar ve öğretmenler, Deleuze'un "siyasi tutsaklar" dediği çocuklara özgürlük aşkını besleyen hikâyeler değil milli gururu erekte eden hikâyeler anlatıp durdukları için milliyetçilik, yurtseverliği soluksuz bırakmıştır bu ülkede.

Milliyetçi, eşitlenmemiş insanların yaşadığı ülkesinde, "Bir ve güçlü olmalıyız" diye başlayan emirler manzumesini sıralarken, özgürlükçü yurtsever, "sevgi ve adalet" ilişkisiyle kurulmamış bir ülkeyi kendi hapishanesi gibi görür. Mazinni o yüzden, "Yabancının olduğu ülke, ülke değildir" demişti. Yurtseverin "birlikten dayanışma çıkar" ilkesi, milliyetçiliğin zehirlediği bir vatanda "birlikten faşizm çıkar" diyalektiğine dönüşür.

Ülke, sadece sınırlarında gümrük kapıları ve mayın tarlaları olan bir toprak parçası değil, o toprak parçasının zihinde bıraktığı anlam ya da anlamlar bütünlüğüdür. Yurtseverlik, doğası gereği politik ve ahlaksal hayal kırıklıklarına yatkındır. Çünkü uğruna savaştığı, toprak değil, o toprağın üzerinde yaşanmış olan ve yaşanacak olan her şeydir. O yüzden sonradan haksızlığın, adaletsizliğin ve ayrımcılığın topraklarına dönüşen ülkelerde, "özgürlük" için toprağa düşen yoldaşların hatıraları ve büyük acılar çeken devrimcilerin yurt özlemi zamanla travmatik bir yurtsuzluğa dönüşür. Fakat işin en trajik yönlerinden biri de ülkelerin kuruluşunda yer almış yurtseverlerin direniş anıları çoğunlukla "ulusal ruhun biricikliğine" ve kendi dışındaki herkesi etnik bir atık ve pisliğin içinde yüzen ötekiler olarak gören faşizme hala malzeme taşıyor olmasıdır. Bu topraklarda Türk Faşizminin kendini yaslamaya çalıştığı Üstün Turan ülküsü ile Alman Faşizminin Aryan ve Spartalı seçkinlere karşı geliştirdikleri hastalıklı bağlanma ilişkisi karşısındaki en büyük tehlike ne Türklerin katıksız Türk, ne de Almanların katıksız Germen oldukları gerçeğidir. Bu genetik ve kültürel çeşitliliğe karşı duyulan kin ve hınç, Almanya'da Auschwitz Kampı'na, bu ülkede Diyarbakır Cezaevi'ne dönüşmüştür. Alman devletinin kuruluşunda parasal desteğini esirgemeyen bir Yahudi burjuvanın torununun Auschwitz Kampı'nda gaz odasına yollanması ya da Urfa'yı Fransızlara karşı savunarak ölmüş bir Kürdün torununun Diyarbakır Cezaevi'nde elektrikli işkencede can vermesi, "vatan" ve "millet" savunmasının son kertede nasıl bir iktidarcı vahşete dönüşebileceğine dair net örneklerdir. 

Bütün bunlara rağmen, "Eğer bir ülkeniz yoksa sesiniz ve haklarınız sürekli tehdit altındadır" kuralı binlerce yıldır geçerliliğini korumaktadır. Ülkeniz yoksa insanlığın güvenilmeyen serserisi olabilirsiniz; bir yerlerden sürekli kurtuluş mucizesi ve mucizevi bir adalet bekleyen şaşkınlara dönebilirsiniz. Yurtseverin tedrisatında ülkeye adanmamış bir sevginin insanlığa hiçbir faydası olmadığı gibi, insanlığa adanmamış bir sevginin de ülke için hiçbir faydası yoktur. O yüzden yüzyıllardır içeride özgürlüğü kutsayan ama kendi dışındaki insanlığın özgürlüklerine burun kıvıran, görmezden gelen ve yer yer bastırmaya çalışan Batılı ülkelerin politik Mesihçiliği mide bulandırıcı bir ikiyüzlülük barındırır. Tıpkı bu ülkedeki, "Malatya'nın ötesine bir sınır çekin; açlıktan ölsünler" diyen sosyal refah şovenistlerinin yurtseverlik sandıkları faşist hezeyanları gibi...

1 yorum:

  1. okunası bir yazı, kaleminize sağlık zihinsel hazzın doruğunu yaşadık

    YanıtlaSil