9 Ağustos 2014

Nietzsche Tiamat ve Orta Sınıfın Post-Kürdistan'ı

   Wêne: Çiyayê Bagokê (Mêrdîn) & Selaheddîn Biyanî


Halil Cibran'ın sert bir kabuğun içine hapsolmuş ve dışarıya çıkmak için türlü planlar yapan nar taneleri birbiriyle konuşurken bir nar tanesi şöyle der: 'O kadar çok gürültü yaptınız ki asıl bağırması gereken sustu..'


Nietzsche’nin Ekrana Yansıyamayan Tan Kızıllığı…

Sesi duyulmadığı için bağıran insanlar ile gürültü yapmayı savaşmaktan sayan insanların sesleri birbirine her karıştığında söz önce yorulur sonra yavaş yavaş ölmeye başlar… Kimsenin kimseyi hatta kendini bile duymadığı o hengâmede söze eylem taşıyan ve sözü eylemle güçlü kılan savaşçı zamanla susmaya başlar; öfkeden yorgun düşmüş ince bir ironi ile… Yerin yüzünü değiştirmeye çalışan devrimin yüzü yerin bütün yüzeylerinde pervasızken devrimcinin yüzü cesur ama utangaçtır. Sesi duyulmayanın bağırması haktır’ diyen Nietzsche "Dünya, büyük gürültüler koparanların değil büyük değerler yaratanların etrafında sessizce dönmektedir" diye ekler. Çünkü bağıranı ve gürültü yapanı birbirinden ayırabilmek ancak emeğin ve devrimin yarattığı ruhsal bir zerafet ile mümkündür. Ayrıca işine geleni ayıklayıp söylemek çok başka bir şeydir!

Ve dijital ekranlar! Yasa koyucunun 'soykırım hikayeleri’ anlattığı ekranlarda muhalifin kendine bir yer açmaya çalışmasının gayreti elbette anlaşılır bir durumdur. Fakat sadece ekranın aydınlık büyüsüne kendini kaptırmış muhalif, sokaklarda elinde palalarla gezen kara gömlekli katillerin ekmeğine uzun bir zamandır kan sürmektedir. Yaşamın kapkara gerçekliğine sırtını çevirip ekranın büyüsüne koşanlara da bir çift laf eder Nietzshce: "Birçok insan ışığa koşar ama aydınlanmak için değil; daha çok parıldamak için…"

Sosyal medya militanlığının kulakları sağır eden sesi, ağıt yakan bir annenin ya da göğsüne kurşun yemiş bir çocuğun çığlığını bastırabilecek kadar ölçüsüz ve hudutsudur bazen. Camların ardında ülkeyi ve dünyayı izleyip 'neden tüm bunlara rağmen savaşmıyorsunuz’ diye gürleyen deri koltuklu, süet terlikli ve pijamalı muhalifi tarih, yazgı ve yaşam da en sinsi kahkahasıyla uzaktan izler. İnsanın bazen kanını donduran bir gürültüyle bağıran cam ve ekran arkası muhalif, Amed Sokaklarında vurulmuş çocuğunun buruşmuş posteriyle bir başına duran Medeni Yıldırım’ın annesinin gözlerine bir kez olsun bakmalıdır! O annenin bir başına durduğu yerin hemen ötesinde bir duvar yazısı vardır; ilahi bir rastlantı gibi: "Kıyameti yalnızlık getirecektir…"

Bütün iktidarlar değişim ve irade gibi bir talebimiz olmadığı sürece nefes alabileceğimiz birkaç kanalı açık bırakır. Modern teknik iktidarın bize tahsis ettiği, canı istediğinde tek bir tuşla devre dışı bırakabildiği ve birçoğumuz için dijital kale işlevi gören sosyal medya, kabin basıncı düşen bir uçağın üst bölmelerinden açılan oksijen maskeleri gibidir: 'Uçak parçalanıp düşebilir ama en azından ölürken nefessiz kalmayın!’ Çünkü çıplak bir vahşetin öldürdüğü veya susturduğu insanların gazabını ve onların izini sürenlerin çıplak öfkesini, tarih zalimlere fazlasıyla ezberletmiştir. Bu ülkede sosyal medyanın çırılçıplak devrimci öfkeyi ehlileştiren ve yumuşatan karakteri yavaş yavaş muhalifin öfkesini kötürümleştirip sokağı boş bırakan bir iç protestonun koltuk değneğine dönüşmektedir. 

Sosyal medyayı devrimci bir ağa ve politik bir iletişimin silahına dönüştürmekten çok, o ağı bir politik rahatlama ve terapi alanına dönüştürmek ya da oraya öfke dolu 140 karakterlik bir 'Kahrolsun’lu’ mesaj iliştirmek sokakta asla bir barikata dönüşmemektedir. Fenomenin bir malumat ve çözümleme makinesi gibi çalışan klavyesinden ekrana dökülenler sanal bir mitralyöz gibi çalışsa da bu güne kadar o mitralyözün sokaktaki bir çocuğun sapanındaki bilye kadar uzak bir menzile eriştiğine rastlanmamıştır. 

Diaspora’nın radikalizmi ve metropolün yoksunluğu… 

Yerkürenin bütün diasporalarında ağır ve düzensiz bir sancı ve bu sancının şekil verdiği bir radikalizm zamanla hayatın her yerine yayılır. Sürgündekinin ülkesine olan uzaklığı veya şairin deyimiyle uzaktaki yakınlığı, düş ve gerçekliğin bileşkesi olan yeni yeni bir ülke kurdurur ona. Kürdistan, Stockholm’de şanlı direnişlerin gülümseten ülkesi iken Nusaybin’de bin bir kırılmanın eşlik ettiği sert bir surat ifadesinin ülkesine dönüşür. İyimserlik ile karamsarlığın sürekli çatıştığı iki ayrı ülke kurgusunda proleterin sesi nicedir pazarlamacının sesine çarpıp dağılmaktadır. Bu gün Unkapanı stüdyolarından yükselen birçok ses, uyuyan bütün dengbêjleri neredeyse mezarlarından çıkartıp küfür ettirecek kadar yapay ve samimiyetsiz bir piyasacı tını ile yedi gün sonra unutulacak harikulade besteleri Kürdün kısa süreli belleğine hediye etmektedir. Kurdî bir oryantalizmin tuzağına düşen Kurdî bir sanatçının her yıl Kürdistan’dan sayısız film karesi ve öykü devşirip Batılı Beyazlara Kürtleri 'otantizmin sempatik temsilleri’ olarak sunuyor olması, Mersin’de yoksulluktan ve yoksunluktan beli bükülmüş bir Şırnaklının 'çırılçıplak çaresizliğine’ tesir ettiği görülmemiştir. Bir daha asla o topraklara dönemeyecek olanın başlattığı ülkeye dönüş hikayesi genellikle ya hiç başlamamış ya da tam ortasındayken vazgeçilmiş bir yolculuk gibidir. O yüzden sahici ve geri dönüşü olmayan bütün ülkeye dönüş yolculukları Kürdistan’a değil Kürdistan dağlarına yapılmış olanlardır. Çünkü Kürdistan’ın ova kısmı, hem sürgündekinin hem de içindekinin zihninde 'gerçeklik ile yanılsamanın’ çölüne dönüşürken dağ, hala devrimcinin çölün ortasındaki yegâne vahasıdır...’

Tiamat’ın Parçalanmış Evreni: Kürdistan

Marduk’un annesi Tiamat’ın kendi bedenini parçalayarak yarattığı evren, şairin imgesinde Kürdistan ülkesine dönüşmüştür zamanla. Mitolojinin gerçeklik üzerindeki gölgesi dağıldıkça Fırat ve Dicle’den akan suyun Tiamat’ın gözyaşları değil yüzyıllardır Kürdün durmadan akan kapkara kanı olduğu tarihin sosyolojisine binlerce kez not düşürülmüştür. Bütün anneler gibi Tiamat’ın da hala direngen; inatçı ve hesabı kitabı olmayan çocukları vardır; bir de Mazlum Doğan’ın gözlerimizin içine bakan fotoğrafının altında Tiamat’a olan sevgisini resmi koşullara bağlayan kötünün en kötüsü çocukları vardır! Bu annenin en sevdiği çocuklarından biri olan ve kahvehanenin en görünmeyen köşesinde sessizce duran vakur Siyasî Abê’si postun, postun içindekinden daha çok değer kazandığı bir post-Kürdistan zamanında yerini Sanat Sokağındaki cafede oturan sevimsiz ve kibirli entelektüele bırakmıştır. 

'Grupçuluk ve bölgecilik karşı devrimci bir bozgunculuktur’ diyen kısık seslerin tam karşısında Kürtlük üzerinden kendine meşruluk kazandıran doğrultusu ve tek doğrusu kendisi olan seküler cemaatlerin fazlasıyla gür çıkan sesi yankılanmaktadır şimdilerde. Parkanın yeşili ve mekabın sarı rengi arasındaki devrimci uyum, bir başka yerde kravat ile ceketin her tarafından bir dram dökülen resmi uyumuna ikame edilmiştir. Devrimin tedrisatında yaşamı güzel kılmanın bir yolunun da iktidarın reddi olduğunu uzun uzun anlatan dersin ustaları dağları ve zindanları mesken tutmuşken o ders beyaz yakalı devrim memurları tarafından ovanın müfredatından neredeyse tamamıyla ayıklanmıştır. Mutki’de bir heyelanın tesadüfen ortaya çıkardığı ve hangi savaşçılara ait olduğu bile bilinmeyen o toplu mezarın üstünde hangi toplu konut projesi yükseltilebilir hesabı yapan muktedirler ve onların yerel girişimci ortakları, ahlaksal ve politik bir çürümenin çukurunda ortaklaşmaya devam ederken bağırma ve itiraz hakkını saklı tutan yoksulların dipten dibe kabaran öfkesini hesaba katmalıdırlar! Xaçort’un cılız eti yoksulluk canavarının midesinde öğütülürken Van Kalesinin dibinde on binlerin aynı anda ballı kaymaklı Van Kahvaltılarına bağdaş kurduğu sofralar, Guinness Rekorlarına son hız koşan bir orta sınıf görgüsüzlüğünün sömürge kompleksine dönüşmüştür…

Tiamat’ın kederli ülkesinde şehirlerin bir tarafı nicedir kravatlıdır; deri koltukludur; toplu konutludur; esmerliği gittikçe kaybolan bir Michael Jackson beyazlığıdır. Yirmi yıl önce defalarca kontra mermileri yağdırılmış ve bir devrim okulu işlevi gören mahalledeki kahvehanenin yerine apartman blokları yükselmiş, yoksulluğun ipince devrimci gövdesi sınıf intiharını tersinden işletmiş girişimcinin armut göbeğine dönüşmüştür. Yaşamın bu kadar politize olduğu topraklarda mekan da boş durmamış, geniş dağ ve ova uzamına serpişmiş bol miktarda şantiyenin ve rantiyenin kurulduğu bir Hewsel ve Kırklar Dağı kederi Tiamat’ın gırtlağına düğüm gibi oturtulmuştur! Deq, tenûr, govend, kesrewan, berbûk û bayê zozana Tiamat’ın asıl öyküsünden sökülüp alınmış pornografik şiirlerin ağlamaklı nostaljisinde 'metaforik’ bir zerafete dönüşmüştür. Oysa devrim tarihinin kadim külliyatında iktidarların ruhlara enjekte ettiği zehre karşı yeni iktidarlar yaratmak zulmün panzehiri değil bizzat mazlumlar için yeni zalimler yaratmak ile eşanlamlıdır! Bu değişmez kuralı Nietzsche, üstadı olan Zerdüşt’ün torunlarının kulağına tam da bugün fısıldamaktadır: "Değiştirmeye çalıştığımız şeyin şeklini almak; heyhat…"

Devrimci duyguyu başlatan şey dünyaya karşı bir karamsarlık olsa da sadece karamsarlığın hükmettiği bir yaşam, yaşayanların da ölülerin de cehennemine döner. Karamsarlık âleminde bol miktarda acı yarıştırılır; hem de acının tanrılarına karşı büyük bir kayıtsızlıkla… Kendi haklılığının bile üstünü kapatacak kadar bağırıp duran bir mağduriyet ilanı ve o ilanın sahibi olan 'biz çok acı çektikçiler’ acının yerleşik ve onlara ait bir şey olmadığını anladıkça daha çok bağırmaya başlarlar; acının gerçek sahibinin yasını tutmasına bile izin vermeyecek kadar… Sosyal medya, sahici acının dijital ve ikinci el bir acıya dönüştüğü bir arınma mekanına ve sosyal sorumluluğu üstünden atmanın vaftiz odasına dönüşmektedir bu gün. Baudrillard "Korkmayın; modern çağda kimse zehirlenmez çünkü çok fazla panzehir var" derken panzehir sandığımız şeylerin bizzat bizi asıl zehirleyen şey olduğunu salık vermişti belki de… 


Dünyanın birçok yerinde gencecik bedenlerin gömüldüğü mezarlıklardan sürekli bir uğultu geldiği rivayet edilir. Nietzsche’nin yüzlerce yıl önce Zerdüşt’ün kulağına fısıldadığı o kadim kelamı, bu gün yerin dibinden gelen uğultuya karışmaktadır: 'Hafızası olmayanların vicdanı da olmaz…' Orada sessizce yatan Tiamat’ın genç oğulları ve kızları onların izini sürenlerle gecenin karanlığında sürekli konuşurlar. Çünkü Benjamin’in deyimiyle: "Eğer yenilecek olursak ölüler bile payını alacak bundan." Kürdistan dağlarının ve derin vadilerinin gecenin karanlığında hala uğulduyor olması belki de bundandır… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder